Sezai Karakoç, Necip Fazıl’a acı veren meşhur Malatya olayı ve Malatya davasını 14 Temmuz 1989 tarihli hâtırasından başlayarak anlatmaya koyulur. 1952 yılının Kasım ayında Başbakan Adnan Menderes bir konuşma yapmak için Malatya’da bulunduğu sırada Vatan’da yazan muhalif gazeteci Ahmet Emin Yalman silahla vurulur. Fakat suikasttan sağ kurtulur.
Karakoç’a göre şaşkına dönen Menderes, söz konusu olayda bir payı olmadığını gösterme arzusuna kapılır. Çünkü muhalif olması, kamuoyuna, Ahmet Emin’i vurduranın Başbakan olduğunu düşündürebilir. Menderes bu tehlikeyi bertaraf etmek maksadıyla Türkiye’nin her yerinde “görülmedik baskınlarla” aramalar yaptırır. Bu sırada büyük gazeteler sansasyon yaratma hevesiyle failin Büyük Doğuculardan olduğunu iddia ederler. Sonraki günlerde doğrudan Necip Fazıl’ı hedef alan iddialar ortaya atarlar. Çünkü üstat, gazeteler adına güzellik kraliçeliği yarışması düzenlediği için dergisinde sık sık Yalman’a hücum etmiştir. Hakikatte Necip Fazıl’ın ateş etme olayıyla bir ilgisi olmamasına ve gerçek failin bulunmasına rağmen gazetelerde ithamlar devam eder. Sezai Karakoç, bu haberlerin yankı bulmasının bir sonucu olarak Kısakürek’in tutuklanmasından korkar. Hakikaten olayın dördüncü günü şair, Osman Yüksel Serdengeçti ile beraber tutuklanır.
Fakat fırtına dinmek bilmez; ülkede “devlet terörü eser.” İslam’ı ideal olarak benimseyen herkes baskı altına alınır.[1] Muhafazakâr kimlikli dergiler tatil edilir.
Sezai Karakoç nefes almanın bile zorlaştığı bu ızdırap dolu günleri şu şekilde anar:
“Sonra tüm Türkiye’de devlet terörü esti. Ne kadar İslami dergi varsa kapatıldı. Sahipleri tutuklandı. Tevkif edilenler hep Malatya’ya sevk edildi. Menderes birden dönmüş, Müslümanlar aleyhine bir tavır almıştı… Yurt çapında bir baskı başladı dindarlar üzerinde. Âdeta nefes almak zorlaştı. Biz fakültede bile bunalıyorduk. Şevketle bir araya geldiğimizde bu bunalışımızı birbirimize açarak müteselli olmaya çalışıyorduk.”[2]
Necip Fazıl’ın yanı sıra otuz kadar tutuklu Ankara Ağır Ceza Mahkemesi’nde yargılanmaya başlar. İlk duruşma davetiyeli olarak yapılır. Üstadı için son derece üzülen, âdeta kendini kahreden Karakoç, “ne yapıp yapıp, bir bakanlığa ayrılan kontenjan davetiyelerinden birini ele geçirip” duruşmaya gider. Bütün duruşmaları dikkatle izleyen Karakoç’a göre kamu davası olarak yürüyen bu dava, ilk duruşmadan itibaren amacından saptırılmıştır. Çünkü savcı ve basın, olayı bir rejim davasına sokmuşlardır.
Usta bir hatip olan Kısakürek altı celse boyunca uzun ve etkili savunmalar yaparak tahliyesini ister. Hislerini trajik bir şekilde betimlediği bir konuşması, kendisine saldıran hâkim, savcı ve avukatları bile etki altında bırakır. Mahkeme salonunda âdeta “teessür havası” eser. Hatta zabıt kâtibesi kederinden hıçkırarak ağlamaya başlar:
“Üstad Necip Fazıl, altı celse boyunca tahliyesini istedi. Her celse uzun konuşmalar yaptı, durumun acıklı manzarasını en etkili bir dil ve üslupla çizdi. Bir seferinde, öyle konuştu ki, çıt çıkmayan salonda teessür havası âdeta elle tutulur bir hâl aldı. Birden bir zabıt kâtibesi hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı. O zaman Reis: Necip Fazıl Bey, dedi, O kudretli kaleminizle bizi müteessir ediyorsunuz. Sabırlı olunuz, hak yerini bulur.”[3]
Necip Fazıl karşısında duran hâkimleri sırasıyla psikolojileri açısından tahlil eder. Bu tahlillerin bazıları oldukça renklidir. Örneğin bu çetin davada kendisini baskı altında hisseden ve muhakemesini nasıl yürüteceğini şaşıran bir hâkimin tutumunu “O da mütereddit bir rakkas gibi bir o yana, bir bu yana sallanıp duruyor” diyerek betimler. Ayrıca ifadesini oluşturan cümleleri yavaş yavaş söyler ve zabıt kâtibesine yazdırır. Savunmasını nokta ve virgülüne varıncaya kadar titiz bir şekilde dikte ettirmek öteden beri âdetidir.[4]
Bütün sanıkların avukatı olduğu hâlde Kısakürek bu şanstan mahrumdur. Buna rağmen ilk duruşma sırasında kısa boylu, tıknaz, konuşması güçlükle anlaşılan bir avukat, Danyal Kayalıbay onu savunmak istediğini bildirir. Şair bu teklifi hayretle karşılar çünkü böyle bir davada avukatlığını üstlenecek birinin çıkmasını beklemiyordur. Bu teklifi kabul etmeye mecbur olur, ancak bu zat, Kısakürek’in yüzünü güldürmeyi başaramaz. Elindeki delilleri mahkeme heyetine zamanında sunmadığı gibi şairin savunmasını tökezlemeden okumayı da beceremez. Bundan dolayı kısa süre sonra Kısakürek onu savunmasını yapmaktan men eder.
Telörgü…
Sezai Karakoç duruşmaları yakından takip etmekle kalmayıp hapishanenin haftalık görüş günlerinde düzenli olarak üstadını ziyaret eder. Malatyalı sanıkların akraba ve hemşerileri de kalabalık gruplar hâlinde gelirler. Bundan ötürü tel örgünün arkasındaki şair ile Karakoç bağırmak suretiyle anlaşırlar. Kısakürek, Cinnet Mustatili adlı hapishane hâtıratında bu hususa şu şekilde değinir:
- Görüşmeniz gelmiş… Telörgüye!
Telörgü… Mahşerden bir numune… Osman Yüksel vesaire de orada… Bana yol açtılar ve yüzümü telörgüye tatbik etmemi mümkün kıldılar. Gelenler, bizim Ankaralı gençler; Ankara’da yüksek tahsil yapan bizden çocuklar… Bana ve Osman Yüksel’e gelmişler, beni bulamayınca da çağırtmışlar… Aralarında benim sevgili Sezai Karakoç’um da var.[5]
Telörgünün murabbaları karşı taraftaki sureti bütünüyle algılamayı güçleştirir. Bundan dolayı Necip Fazıl, ziyaretçilerini ancak hayalinde bütünleştirerek tanıyabilir.
- Nasılsın Sezai?[6]
- Çok şükür üstadım, siz nasılsınız?
- Gördüğün gibi, Sezai, biraz zayıflamışım değil mi?
- Biraz!..
Sezai Karakoç, 21 Temmuz 1989 tarihinde yayımlanan hâtırasında, Kısakürek’in yukarıdaki pasajda yer alan “Gelenler, bizim Ankaralı gençler” sözüne göndermede bulunarak aslında kendisinin ziyarete tek başına gittiğinin altını çizer. Ne yazık ki Ankara hapishanesinde bir yıl kadar kalan şairi, Karakoç ve mimar yeğeni dışında görmeye gelen olmamıştır. O zamanki şartlar göz önünde bulundurulduğunda, Kısakürek’i ziyaret etmenin gözü kara olmayı gerektiren bir eylem olduğu anlaşılabilir.
Bir başka deyişle üstat, Malatyalı akrabalarını görmeye gelen gençlerin de kendisini ziyarete geldiğini zannetmiştir. Yine de bu yanlış anlama tutuklu bulunan şairin moralini artırmaya yardımcı olmuştur.[7]
Bir sonraki duruşmada savcı, Kısakürek ile birkaç sanığın idamını, diğerlerinin de çok ağır cezalara çarptırılmasını talep eder. Bu durum şairi derinden sarsar. Karakoç, hapishanede görüştüğü şairin, belli etmemeye gayret etse bile kederli ve kalbi kırık göründüğünü ifade eder. Memleketi için uzun zaman mücadele vermiş bir idealist ve düşünür olmasına rağmen yok yere idamı istenmiştir. Bu yetmezmiş gibi koca ülkede kimse bu akıl almaz duruma muhalefet etmemiş, dava önderine sahip çıkmamıştır. Bu ilgisizlik onda bir “hayal kırıklığı ve ümitsizlik” doğurmuştur. Sezai Karakoç, şairin bu karamsar psikoloji içinde kendisinden istediği şeyi kimseyle paylaşmamış olmaktan rahatsızdır. Otuz altı yıl boyunca sakladığı gerçeği anılarında açıklamayı bir “vicdan borcu” olarak addeder:
“Bana dedi ki: “Bak, Sezai, belki mahkeme idam kararı vermez ama 20-25 yıla mahkûm edebilir beni. Bu da hayatımın hapishanede geçmesi, hayatımın sönmesi demektir. Bu durumda da zannetme ki imanıma hiçbir halel gelmiştir. Sen şahit ol ki, bizim için hiçbir ümidin kalmadığı bu anda, yine aynı sağlam imanın sahibiyim ve tereddüdün zerresi bile imanıma yaklaşmamıştır.”[8]
Şair, idam edilmesi yahut ömür boyu çile çekmesi ihtimalinin “muhakkak göründüğü” bir zamanda imanını yoklama ihtiyacını hisseder. Ona hiçbir zarar gelmediğini görerek teselli bulur. Facianın ve acı realitenin imanına ulaşmasına izin vermediği gibi onu kıymetli bir mücevher gibi korumaya, her şeyin üstünde tutmaya çalışır.
Sürüp giden mahkemeler
Mahkemeler sürüp giderken yine bir görüşme sırasında Necip Fazıl, Karakoç’a oturduğu semti sorar. Genç şair, açıkça söylememiş olsa bile üstadının imalarından “hapishaneden kaçmayı düşündüğünü” anlar. Üstelik Kısakürek, bir sonraki görüşmede kendisine çok önemli bir şey söyleyeceğini belirtmiştir. Kısakürek’in yeğeni aynı günlerde Karakoç’a ulaşır ve dayızadesinin kendisinden rica edeceği şeyi reddetmesi gerektiği yönünde onu ihtar eder. Aksi hâlde üstadın mahvolmasına sebep olacaktır. Böylece Karakoç’un tahmini kesinleşir.
Diriliş şairi aslında genç mimarla aynı kanaattedir. Kaçma teşebbüsü aklın almayacağı, çılgınca bir yanlışlıktır. Böyle bir durumda ülkede terör havası esecek, gazeteler olayı “Necip Fazıl hapishaneden kaçtı!” diye manşetten duyuracaktır. Ayrıca şairin, Karakoç’un bir giriş katında bulunan kiralık dairesinde saklanması mümkün değildir. Muhtemelen zihinlere gelecek ilk isim de kendisi olacaktır. Buna rağmen Karakoç, sonsuz bir bağlılık duyduğu üstadının ısrar etmesi durumunda kadere razı olacak, ona yardım edecektir.
“İdamının istenmesi ve hak hukuk mekanizmasının çok kötü işlemesinin doğurduğu bir umutsuzluk Necip Fazıl Bey’i böyle çılgınca bir karara itebilirdi. Ben de bu kararın uygunsuzluğunu bütünüyle anlatır, ama yine de teşebbüse karar verirse yardım için elimden geleni yapardım. Reddedemezdim. Yakalanmamızın yüzde yüz olacağına inansam bile böyle bir kararı vermesi halinde, ona uymam, saygı, disiplin ve görev anlayışımın tabii bir gereğiydi.”[9]
Sonraki görüş günlerinde hapishane yetkilileri Karakoç’un tutuklu şairi görmesine izin vermez. İkili ancak dördüncü hafta konuşma imkânı bulur. Fakat Necip Fazıl, dayızadesinin ısrarından olsa gerek Karakoç’a herhangi bir şey söylemez. Zaten birkaç ay sonra beklenmedik bir şekilde tahliye edilir. Karakoç bu duruma hayret ettiği zaman Necip Fazıl, hapishaneden Menderes’e birkaç mektup yazdığını söyler. Üstadın naklettiğine göre tahliyeden önceki gün Emniyet Genel Müdürü hapishaneye gelerek Başbakan’dan selam getirmiştir. Kısakürek’in idamını isteyen savcı da kendisine eliyle Türk kahvesi taşımıştır.[10] Malatya davasının son celsesinde savcının beraatini istemesi üzerine Kısakürek, “Savcı beraatimi istiyor. Başlangıçta idamımı istemişti. Böyle bir med ve cezir adalet tarihinde görülmemiştir” diyerek şaşkınlığını dile getirir.
[1] Sezai Karakoç, “Hâtıralar-LIV”, Diriliş, S.54, 28 Temmuz 1989, s.6
[2] Sezai Karakoç, “Hâtıralar-LII”, Diriliş, S.52, 14 Temmuz 1989, s.10.
[3] Sezai Karakoç, “Hâtıralar-LIII”, Diriliş, S.53, 21 Temmuz 1989, s.6.
[4] Sezai Karakoç, “Hâtıralar-XCII”, Diriliş, S.92, 9 Şubat 1990, s.8.
[5] Necip Fazıl Kısakürek, Cinnet Mustatili, 16.baskı, Büyük Doğu Yayınları, İstanbul 2010, s.195
[6] Necip Fazıl Kısakürek, Cinnet Mustatili, s.195.
[7] Sezai Karakoç, “Hâtıralar-LIII”, Diriliş, S.53, 21 Temmuz 1989, s.7.
[8] Sezai Karakoç, “Hâtıralar-LIII”, Diriliş, S.53, 21 Temmuz 1989, s.8
[9] Sezai Karakoç, “Hâtıralar-LIV”, Diriliş, S.54, 28 Temmuz 1989, s.7
[10] Sezai Karakoç, “Hâtıralar-LVI”, Diriliş, S.56, 11 Ağustos 1989, s.12
Güzel ayrıntılarla dolu bilgilendirici için teşekkürler