'Vakıf’ın kelime anlamı ‘durdurmak’ demek. Osmanlı’daki ifadesiyle söyleyecek olursak vakıf, ‘bir malın kamu yararına temlik ve temellükten sakındırılması ve Allah rızasına uygun olarak bir hayra yönlendirilmesi’. Böylece mal, kişinin kendisi açısından durdurulmuş, kendi mülkiyetinden çıkmış oluyor, toplum için çalışıyor. Bundan da önemlisi artık Allah’ın mülkü hükmüne giriyor, satın alma ve satma muamelesinin dışında kalıyor. Nihayet, kurulduğu andan bugüne kadar Allah’ın rızasına vakfedilmiş hâlde yaşıyor.
Osmanlı’da sosyal hayata nüfuz eden, insana temas eden hemen her konuda bir vakıf bulmak kabildi. Hal böyle olunca vakıflar, Osmanlı topraklarını ziyaret eden yabancı seyyahları da tabiri caizse ağzı açık bırakmış, hayretler içerisinde ‘durdura’kalmıştı. Bu seyyahlar Osmanlı’yı ‘vakıf cenneti’ olarak tasvir etmiş, taaccüplerini kâğıda dökmüşlerdir:
Osmanlı bir vakıf medeniyetiydi
1. Bayezid devri müelliflerinden Cantacasin, kitabında şöyle yazmıştır: “Küçüğü ve büyüğü ile Türk ileri gelenleri (seigneurs Turcaz), cami ve hastane yaptırmaktan başka bir şey düşünmezler. Onları zengin vakıflarla techiz ederler. Yolcuların konaklaması için kervansaraylar inşa ettirirler. Yollar, köprüler, imaretler yaptırırlar. Türk büyükleri, bizim senyörlerimizden çok daha hayır sahibidirler, son derece misafir severler. Türk, hristiyan ve yahudileri memnuniyetle misafir ederler. Onlara yiyecek, içecek ve et verirler. Bir Türk, karşısında yemek yemeyen bir adamla Hristiyan ve Yahudi bile olsa yemeğini paylaşmamayı çok ayıp sayar.”
Evet, Osmanlı bir vakıf medeniyetiydi. Bunu tabii ki seyyahlara onaylatmaya hacet yok. Maksat, tabloyu dışardan bir görelim. Bu hususta Esat Arsebük’ün meşhur sözünü hatırlamakta da fayda var; vakıfların hayatın içinde tuttuğu yeri zihnimizde canlandırmamıza yardımcı olabilir: “Vakıflar sayesinde bir adam vakıf bir evde doğar, vakıf beşikte uyur. Vakıf mallardan yer içer. Vakıf kitaplardan okur. Vakıf bir okulda hocalık eder. Vakıf idaresinden ücretini alır. Öldüğü zaman vakıf bir tabuta konur ve nihayet vakıf bir mezarlığa gömülürdü.” Yani buradan anlıyoruz ki vakıflar -bir kimseyi beşikten mezara kadar bu vakıf deryasına daldırabilir mahiyette- Osmanlı’nın bütün damarlarına sirayet etmişti.
Sünnet-i seniyyenin takipçileri vâkıflar
Rikkat sahibi bir ruhtan bahsediyoruz, Osmanlı insanı derken. Allah’ın rızasını kazanmaya matuf hangi hizmet varsa onu gören, bulan, çözen ve oraya vakıf bayrağını diken… Tabii ki bunun bir temeli var. Cabir (a.s.) şöyle buyurmuştur: “Muhâcir ve ensârdan imkân sahibi olup da vakfetmemiş bulunan tek kişi bilmiyorum.” Dini imanından ihlasına, şeriatından edebine kadar her boyutuyla yaşamak için gayret sarf eden ecdadımız, vakıflar konusunda da sahabe-i güzin efendilerimizin ışığını takip etmiş, bu irfan ile vakıfların müesseseleşmesinde çığır açmışlardır.
Hemen burada bir örnek verelim. Vakıfların her biri tabii ki Efendimiz’in, sahabesinin, sünnetinin izinde gitmek demektir. Fakat hususi bir örnek verelim: Osmanlı’da müstahdemlerin kırdıkları eşyaları tazmin eden vakıflar vardı. Hizmet gören bir insanın azarlanmasından razı olmayan müşfik kalplerin gerçek devleti, Hz. Peygamber’in sünnetini her konuda tatbik etmektir: Bir gün Resulullah (sas) Efendimiz mahzun bir çocuk görür, ona niçin ağladığını sorarlar. Çocuk ev sahibinin kendisine alışveriş için verdiği parayı kaybetmiştir. Efendimiz çocuğu teselli ederek ona para verir. Fakat çocuk teskin olmaz, bu defa geç kaldığı için ev sahibi tarafından azarlanacağına korkar. Efendimiz, çocuğa evine kadar refakat edip onun bu endişesini de izale eder. Bu hadiseyi, zikredilen vakfın Asr-ı Saadet’ten zemini olarak okuyabiliriz.
İnsan yetiştiren müessese
Her fetih bereketiyle hayırlar fethediliyordu. Şehirler kuruluyor, vakıf eliyle yapılandırılıyor, vakıfların tasarrufuyla şekilleniyordu. Osmanlı denilince aklımıza gelen, o dönemdeki toplumun bütün ihtiyaçlarını bilâ-bedel karşılayan müessese vakıftı. Merkezde camisi, onun etrafında medresesi, imareti, şifahanesi, arastası, çarşısı, hanı; şehirler arası güzergâhında kervansarayları, bedestenleri vakıftı. Hâsılı şehri imar eden unsur vakıflardı.
Bu bölümde Sadettin Ökten’in gündeme taşıdığı Osmanlı müesseselerinin hayata geçirilişinde gözden kaybettiğimiz esas unsura, “fail insan”a dikkat çekmek uygun olur. Fail insan, hayata bakışı, tercihleri, elindeki imkânları tasarruf etmesi itibariyle kendisine bazı ölçütler verilen ve bunları uygulayan insan. Bu müesseseyi kuran ve bu şehri, bu müessese yardımı ile ayağa kaldıran Osmanlı insanı.
Sadettin Hoca bir mimar bakış açısıyla ve kendi zarafetiyle şu yorumu yapıyor: “Vakıf müessesesi Osmanlı şehrini kuruyor. Unutulmaması gereken husus bu şehri ve bu müesseseyi kuran ve yaşatan unsurun insan olması. (…) Vakıf müessesesi ve ona dayanarak ortaya çıkan şehir, bu insanı tekrar üretiyor. Ama Osmanlı insanının desteği olmasa o şehrin devam etmesi, yaşaması ve o tip insanı üretmesi mümkün değil.”
“… Osmanlı şehri dediğimiz olgu bir büyük mektep. Bu büyük mektebin içerisinde üç tane ana sınıf var. Üç ana kurum var: Cami, medrese ve tekke. Bu büyük mektebin nüveleri bunlar. Bu üç kurumu yaşatan, besleyen vakıf sistemidir. Külliyenin diğer unsurları bu üç kuruma yardım eden, bunların işini kolaylaştıran unsurlar. Kütüphanesi, darüşşüfası, menzilhanesi, imareti bunlara yardım ediyor. Neticede Osmanlı şehri ortaya çıkıyor. Osmanlı şehri bir mekân ama mekânın çok ötesinde bir şey. İnsan yetiştiren bir müessese. Vakıf sisteminin temelinde de yatan Allah’ın rızasını tahsil. Demek ki öyle bir insan tipi ortaya konmuş ki, o inançtan ortaya çıkan bir motivasyonla davranış ortaya koyuyor. Bu davranış, vakıf sistemi üzerinden, o vakte kadar pek misli, emsali görülmeyen külliyelerle birlikte bir şehir inşa ediyor ve o şehir kendi insan tipini ortaya çıkarıyor. Bu insanın bugünkü kapitalist insanla uzaktan, yakından hiçbir alakası yok. Çünkü hayatındaki temel unsur hizmet, ötekinin temel unsuru ise varlık ve rekabet…”
Vakıfların bugün hayalimizin varamayacağı sahalar açtığını görüyoruz. İnsanın gönlü büyük oldu mu mesele halloluyor, çünkü “Hizmet ehli, yüreğinin uzanabildiği her yerde vazifelidir.” Aslolan, yürekli, gönül ehli, güzel insanlar ve onları her nesil yeniden yetiştirebilmek.
“Hizmet eden kavminin efendisidir”
Bu söz, bir hadis. Böyle buyuruyor Efendimiz (sas): “Hizmet eden kavminin efendisidir.” Osmanlı padişahlarının da bu sözün hakikatine mazhar olarak efendiliklerini hizmetten almaya azmettiklerine bir örnek verelim:
Sultan I Ahmed, ilk harcı teberrüken şeyhi Aziz Mahmud Hüdayî Hazretleri’nden istirham ettikten sonra, Sultanahmed Camii’nin temelinin atıldığı gün, elinde kazmayla bizzat çalışır. 28 yaşında vefat eden bu genç padişahı, kızı rüyasında görünce aralarında şöyle bir konuşma geçer:
“Babacığım, bu mükâfatı nereden aldın?”
“Kızım, fırsat buldukça caminin inşaatına tebdîl-i kıyafetle gelir, hizmet eder, taş taşırdım.”
Sultan Ahmed, o güne kadar mağlup olmamış bir devletin padişahı... Üç kıta yedi iklim hükümdarı için camiyi yaptırmaktansa oraya taş taşımak çok daha mühim bir hadise...
Kemalat teferruatta saklıdır
Bu sözle yazıyı sırlayalım.
Cenab-ı Hakk, Ali İmran suresi 92. âyet-i kerimede “Sevdiğiniz şeylerden infak etmedikçe birr’e (gerçek iyiliğe) eremezsiniz...” buyuruyor. Hz. Peygamber (sas) Efendimiz’in hadis-i şerifinde de “İnsanların en hayırlısı, insanlara faydalı olandır; malın en hayırlısı, Allah yolunda harcanandır; Allah yolunda harcananın en hayırlısı da insanların en çok ihtiyaç duyduğu şeyleri karşılayandır.” diye beyân ediliyor.
Herhâlde hem sevdikleri şeyden infak etmek hem de en çok duyulan ihtiyacı bir an evvel izale etmek gayesiyle teferruatına kadar vakıfları tekmilleyen ecdadımız ümit ederiz ki bu âyet-i kerimenin zıllindedir: “Mü'min olanlar, ancak o kimselerdir ki, onlar, Allah'a ve Resûlü'ne iman ettiler, sonra hiçbir kuşkuya kapılmadan Allah yolunda mallarıyla ve canlarıyla cihad ettiler. İşte onlar, sadık olanların ta kendileridir.” (Hucurat Suresi 49/15)
Suleyha Şişman
Güzel kaleme almışsınız, Osmanlı’dan bahsederken “motivasyon” gibi batılı bir kelimeye hacet olmasa gerek.