Dersaadet Kültür Platformu genel başkanı, Şehir ve Kültür dergisi genel yayın yönetmeni Mehmet Kamil Berse, “İstanbul Şehrengizi” isimli programda erguvanları, lâleleri, Âşık Veysel’i, hülâsâ onlarca başlığı ve tâcı ile toprağımızı, tarihimizi, tâliimizi anmıştı. Özüyle, rengiyle, san’atı ve mûsikîsiyle, rahmeti ve zaferiyle kadîm kültürümüzü yâd etmişti. Programın –maatteessüf- erguvan kısmının nihayetine, Âşık Veysel ve lâle anlatısının ise bidayetine denk gelmiştik. Erguvanın imparatorluk rengi olduğunu söylüyordu Mehmet Kamil Bey. Erguvanın bir aylık güzelliği ise insan ömrüne işaret ediyordu. İstanbul’un, önceleri konaklarında, saraylarında bulunan erguvanlar, yıllar ve yollar ile birlikte şehirdeki hüsn-i şöhretini artırmıştı.
1973 yılında vefat eden halk ozanımız Âşık Veysel Şatıroğlu, erguvan bahsinden sonra -vefat yıldönümü vesilesi ile- yâd edilen toprağın güzel mahsulüydü. Evet, insan ve çiçek, Allah’ın rahmet ve kudret eliyle topraktan yeryüzüne uzanan iki bağışıydı. Ehl-i hikmet olan Âşık Veysel de onlardan biriydi. “Söylediği her şiir, insanlığa bir vasiyettir” dedi Mehmet Kamil Bey ozanımızı tarif ederken. Âşık Veysel’in elinde sazıyla Ankara-Ulus’a geldiğinde “Sen köylüsün, burada ne işin var?” deyip hor görüldüğünü de hatırlattı aynı zamanda. Geçmişimize dair bilmemiz gereken önemli bilgilerdendi. Ülkemiz kebir bir toprak iken kibirli küçükler tarafından mazluma ve masuma eziyet edilen bir yerdi o zamanlar.
İki dargın ismi bir araya getirdi
Dertli ozan Âşık Veysel’in kendi sesinden İstnabul’u dinliyorduk. Ozanımız İstanbul’a olan sevgisini bu nazik ve nezih mısralarla izhar etmişti: “Sevgisi içimde yaşayıp duran / Nazlı güzellerin şirin İstanbul / Hayali kafamda hükümdar süren / Görmez gözlerime görün İstanbul. // Edibler şairler yetişmiş sende / Ehl-i aşklar yanmış tutuşmuş sende / Bir aciz kimseyim Veysel'im ben de / Seversen olayım yârin İstanbul”. Âşık Veysel’in aynı zamanda birleştirici bir ruha sahip olduğunu belirtti Mehmet Kamil Bey. Öyle ki iki dargın insanı, Barış Manço ve Cem Karaca’yı, “Uzun İnce Bir Yoldayım/ Gidiyorum Gündüz Gece” isimli eseriyle bir araya getirmiştir.
Çiçekler Şükûfe-nâmelerde anıldı
Erguvanlar, imparatorluklar, âşıklar kervanından sonra sıra lâlelerdeydi. Lâle zâten başlı başına aşk idi. Temsil-i vahdet, nûr-u ayn idi. Lâle, dağdan gelmişti şehre. Yabancıydı aslında buralara. Fakat söyleyecekleri vardı insanlara. Aşk nedir? Sevgi nasıldır? Bir ve birlik olmak ne demektir? Yaşamının bu kısacık süresinde ve “sûresinde”, özüyle ve özelliğiyle anıp anlatıp gidecekti. Dağdan gelmişti. Doğanın ve duanın tâ özünden sesleniyordu. Selçuklular döneminde kültürümüze dahil olmuş, gelir gelmez ‘taht’a kurulmuştu. Artık, eller onu çizecek, gözler onu özleyecek, sözler onu söyleyecekti. Öyle ki medeniyetimizde lâlelere, sümbüllere, hülasa çiçeklere özel kitaplar bile yapılacaktı. Şükûfe-nâme ismi verilen bu kitaplarda hem çiçek resmi çizilecek, hem çiçek gibi yazılar yazılacaktı çiçeklerin etrafına. Hayati Develi Bey de “Çiçek Defteri” isimli çalışmasıyla 18. yüzyıl Osmanlı kültüründen bir örnek hazırlamıştı.
Ebussuud Efendi 300 civarında lâle çeşidi yetiştirmiş
“Lâ” ile seyahatine başlayan lâle, ehl-i tasavvufa da lisân-ı hâliyle çok şey söylemişti. İçi kara dışı müzeyyen olan bu çiçek, bir derviş gibiydi adeta. Dervişin de kalbi ilâhî aşkın nârıyla yanmış kül olmuş, lâkin dışarıdan bakıldığında tebessümü ile bu halini setretmişti. “Lâle” dedi Mehmet Bey, “6 yaprağıyla imanın 6 şartına da benzetilir.” Lâleler Osmanlı İmparatorluğu’nun da baş tâcıydı. Maneviyat timsalimiz Fatih Sultan Mehmet Hazretleri çiçeklere ve lâlelere olan sevgisi ve ilgisiyle biliniyordu. İstanbul’a birçok yerlerden lâle soğanları getiren Padişahımız, sefere gitmediği vakitlerde de sarayın bahçesinde toprağa yakın olup çiçeklerle ilgilenirdi. Fatih Sultan Mehmet Hazretleri’nin 22 yaşına kadar 700 eser okumuş olduğu bilgisini de sunan Mehmet Kamil Bey, bu eserlerin latinize edilerek baskıya hazırlanmakta olduğunun beşaretini de verdi. Osmanlı padişahlarından çiçeklere olan sevgisi ile bilinen diğer padişahlar ise Yıldırım Bayezid ve Kanuni Sultan Süleyman’dı. Lâleye ilk bilimsel katkıyı sunan zât ise Ebussuud Efendi’ydi. Onun yetiştirdiği lâlelere “İstanbul lâlesi” deniyordu. Kendisi 300 civarında lâle çeşidi oluşturmuştu. Lâle soğanları ikiye bölünür ve birbirleriyle eşleştirilir. Böylelikle nev-bahara nev-zuhûr çiçekler kazandırılırdı.
Bâki ve Nedim lâle hakkında en çok şiir yazan şairlerd: “Lâleler bezm-i çemende câm-ı ‘işret gösterür/ Devletinde husrev-i gül ‘ayşa ruhsat gösterür” (Bâki) “Müdâm ey lâle-i hâtır-güşâ dûr olma gülşenden/ Seninle neş'e tahsîl eylerim câm-ı şarâbımsın” (Nedim) Bu toprakların lâlenin ruhaniyatını koruduğunu söyleyen Mehmet Kamil Bey'e göre lâleler de "lâle zemânı" da kültürümüze dair çok şey söylemekteydi. Bir de toprağa düşen lâleler vardı. Osmanlı’dan Azerbaycan’a uzanan askerlerin şehadetleri kızıl lâlelere benzetilerek, haklarında taltif ve şükran türküsü yakılmasına sebep olmuştu: “Yazın evvelinde Gence çölünde, / Çıhıblar yene de dize laleler / Yağışdan ıslanan yaprağlarını, / Seripler dereye düze laleler.”
Mehmet Kamil Berse Bey’e çiçeklerden hakikatlere olan seyahati bizlere yaşattığı için şükranlarımızı sunuyoruz.
Özge Sena Bigeç Çav