Dostluk: Kuru bir yaprağı kaldırır gibi

“Dostluk / arkadaşlık Öteki’yle kurulan ve Ben’i stabilize ederek gerçekleştiren bir ilişkidir. Sosyal medyadaki “arkadaşlar” Öteki’nin olumsuzluğundan yoksundur. Alkış tutan bir kitleden ibarettir onlar. Başkalıklarını Like ile yok etmektedirler... Kemal Sayar yazdı.

Dostluk: Kuru bir yaprağı kaldırır gibi

Gerçek bir dost hoş bir şey. O dost kalbimizin derinliklerindeki kaygılarımızı arar ve bizi bu kaygıları kendi kendimize bulma utancından kurtarır.

Henri-Frédéric Amiel

Ve kalb uzun süren görmeyişleri

Kuru bir yaprağı kaldırır gibi kaldırırdı.

Behçet Necatigil

Bazı geceler bir başımızayken ve derin bir göğün ötesine bakıyorken evrenin tüm kütlesini göğsümüzün üzerine çökmüş bulmamak mümkün mü? Bazı zamanlar bütün evren bir yerlere göçmüş de koca âlemde bir başına kalmışız gibi hissetmez miyiz? Yüreğimin ağrıdığı bir zaman vardı ve ben o zamanı bir dostumla kana kana konuşarak iyileştirebildim. Ona yaklaştığımda yüreğimin acısı dağılır ve onunla yürümek yüreğimdeki acılığı alır, bu dünyada bir başına olmadığımı, benim derdimle dertlenen bir başkası olduğu sevincini içime yayardı.

Bizler zayıf, karışık, kırık dökük ve fenayız. Haziniz bir başımıza, göğsümüzde mırıldanan kimselerin işitmediği bir kırık ezgiyi dinleriz. İçimizde yankılanarak çoğalttığımız bu sessiz dili kimileyin de bilir birileri. Seçilmiş olan o insanlar, sevdiklerimiz; sevgililer, dostlar, yâr ve yarenler. Kalbimize misafir ettiklerimiz ve kalplerine misafir olduklarımız. Dostluk, şu karanlık dünyada sevginin mum ışığıdır.

Modern zamanların öncesinde, şehirlerin ufak mahallelerinde veya kırsal köylerde-kasabalarda süren yaşamlar yavaş, yabancılar dışarlıklı ve aşinalar akraba ya da komşuydu. İnsan herkesle selamlaşmadan tanışıklığa, oradan da arkadaşlık ve dostluğa uzanan bir yelpazede az çok aşinaydı. Bundan isteseniz de kaçınamazdınız. Halen bile küçük yerlerin insanı kendi dünyası içinde meşhurdur; yüzünden mizacına, ailesinden sosyal durumuna, gelirine, yaşına kadar hemen her konuda üç aşağı beş yukarı bilinir, tanınır. Mega kentlerin kalabalıklarında ise her bir yeni kurulacak ilişki için bir gerekçeye ihtiyaç duyarsınız. Tanışlar ve arkadaşlarımız, okulda veya işyerinde ilişki kurduğumuz insanlar arasından çıkar. Onca kalabalık hayatımızın içinde en çok birkaç insan iz bırakır, eşlikçilerimiz bunlardır... Şayet şanslıysak. Dostluk; şifalı ve rayihalı bu ecza için ıssız vadilerde yetişen nadide otlar gibi aranır dostlar. Yahut meydana düşmüş sizi arayan odur. Tok, doygun ve sağlam bir yaşam için, beraber güzel türküler söylemek için ihtiyaç duyduğumuz, birbirimizi seçtiğimiz yoldaşlardır dostlarımız. Bizim var oluşumuza şahitlik eden, iyiliğimizi gözeten, ruhen hep yanımızda olan, üstelik bunu toplum normları veya başkaları ondan talep ettiği için değil, can-ı gönülden, içten bir ilgiyle yapan birisinin mevcudiyeti nasıl da büyük bir hediyedir. Dostluk, özgürlüğün ışığında yıkanan tek ilişki tarzıdır.

Aeneas Destanı’nda “Kimlerle dost olunup, kimlerle olunmayacağını sormuşsun, değerli Proteos. Ruhu seninki kadar soylu olmayanlarla dost olamazsın. Senin her merhametini zayıflık, her yaklaşmanı itaat, her uzaklaşmanı ihanet olarak görürler.” diyor Vergilius. Niçin bazı insanlara ilk birkaç görüşte bile kanımız ısınır da sürekli görüştüğümüz diğer bazılarıyla yıllar geçse içten bir yakınlık kuramayız? İnsanları bize yakın kılan çoğu zaman benzerliktir. Bize benzeyene gönlümüz daha kolay ısınır. Ancak benzeyenin ne olduğunu ayırt edebilmek için de daha uzun bir bakış gerekiyor. Divan-ı Kebir’inde Mevlânâ “Cins cins herkes, her şey kendi cinsi ile kaynaşır, herkes, her şey kendi cinsinden birisini seçer, alır. Kendi cinsinden olmayanla düşüp kalkan münafık sayılır. Su ile yağ, katran ile kar bir arada bulunabilir mi? Cinsinden olmayandan ayrılıp kendi cinsinden olana kavuşuncaya kadar bulunduğu yerde susadıkça susar, susuzluğu arttıkça artar... Kendi cinsin ile olunca süsen gibi dil kesilirsin, neşeli neşeli konuşursun. Kendi cinsinden gayrısının yanında ise dilsiz olursun, hiç konuşmazsın. Kendi cinsinle olunca gül gibi açılırsın, kendi cinsinden gayrısı ile diken olursun.” diyor. Farsçada bir atasözü vardır; “Her cins kendi cinsi ile uçar, güvercin güvercinle, doğan doğanla.” Dostlar da aynı ufka doğru aynı kanat genişliğinde süzülenlerdir. Dostların eşitliği onların yaşında, sosyal sınıflarında, hatta dâhil oldukları kimlik tanımında da değildir, onlar dost olarak hızda ve bakışta eşittirler, her biri diğerinin ruhunun ve zihninin atılışına hemen omuz hizasında eşlik eder.

Arada bir katıldığım, ateşli ve çoğu zaman da neşeli tartışmaların döndüğü bir arkadaş grubumuz var. Orada her türlü memleket ve dünya meselesi itina ile tartışılır. Herkes çay parası öder ve çay parası ödeyen herkes eşittir. Orada öğretmen de fabrikatör de meczup da eşit söz hakkına sahiptir. Dostluk, hiyerarşi gözetmez, bir rütbe meselesi değildir. Bir dostluk ilişkisinde bütün zaaf ve kusurlarınızla var olmaya devam edersiniz ve dostunuza kırılgan taraflarınızı göstermekten çekinmezsiniz. Çünkü dostlarımız aynı zamanda bizim şifacılarımızdır; varlıklarıyla, zor zamanda yanı başımızda belirivermeleriyle bizi iyileştirirler. “Aşk görmez, dostluk göz yumar.” demiş Peyami Safa. Dost dosta rüzgâr ve irtifasını kazandırır. Böyle bir dostluk denince aklıma birbirlerine yakın zamanlarda vefat eden iki yazarın, Alaeddin Özdenören ile Ramazan Dikmen’in dostluğu geliyor; aralarında neredeyse otuz yaş fark bulunmasına rağmen insanın gönlünü şefkatle ve hüzünle dolduran türden bir dostlukmuş onlarınki. Alaeddin Özdenören, Unutulmuşluklar isimli anı kitabında çok genç yaşında vefat eden dostu Ramazan Dikmen’i de uzun uzun yâd ediyor. “Gar kahvesinin ıssız karanlığında yığın yığın özlemler, anılar yağdıran gök altında oturur, bekleyen ya da bekleşen trenleri seyrederdik. Uzun yıllar, dostsuz, sohbetsiz, neşesiz, sırdaşsız kalmanın acısını çıkarırdık. Bana öyle içten bir ‘abi’ deyişi vardı ki bu sesin ölünceye kadar kulaklarımdan çıkması mümkün değil.” diyor... Dostun yeri, erken kalksa da sıcaktır. Dost, yanımızda yokken dahi içimizde konuşmaya devam eder. Montaigne, kaybettiği en iyi dostu için “Onu niçin sevdiğimi bana söyletmek isterlerse bunu ancak şöyle anlatabilirim sanıyorum: Çünkü o, o idi; ben de bendim. Ruhlarımız o kadar sıkı bir birliktelikle yürüdü, birbirini o kadar coşkun bir sevgiyle seyretti ve en gizli yanlarına kadar birbirine öyle açıldılar ki ben onun ruhunu benimki kadar tanımakla kalmıyor, kendimden çok ona güvenecek hâle geliyordum.” demişti Denemeler’de. Dostumuzu yitirdiğimizde, kendiliğimizi işlemeye devam eden bir zemberek de kopmuyor mu? “Her arkadaşlığın temelinde, insanın kendi kendisiyle arkadaş olması yatar.” Nikomakhos’a Etik’te böyle diyor Aristoteles. Nasıl oluyor peki, dost bizi kendimize nasıl aşina ve dost kılıyor? Çünkü düşünceleri, kaygıları, umutları daha kontrollü bir ortamda yaşayacakları başka bir barınağa yollamaktır dostluk. Dostumuz bizim adımıza metanetle üstesinden gelir bunların, henüz çok küçükken annemizin şefkatli sesinin, dehşetin yükünü omuzlarımızdan kaldırması gibi. Dertlerimizin ve sevinçlerimizin pürüzlerini gösterir bize, bir yandan eli omzumuzda güven verirken. Dost, sırtımızı sıvazlayan ana elidir.Onun orada var olacağını biliriz ve hayatın basamaklarından o güvenle tırmanırız.

“Dostluk / arkadaşlık Öteki’yle kurulan ve Ben’i stabilize ederek gerçekleştiren bir ilişkidir. Sosyal medyadaki “arkadaşlar” Öteki’nin olumsuzluğundan yoksundur. Alkış tutan bir kitleden ibarettir onlar. Başkalıklarını Like ile yok etmektedirler... Performans öznesi kendisi yüzünden yorgun, kendisi yüzünden tükenmiş bir hâldedir. Kendi kendisinden çıkmayı kesinlikle becerememekte, kendi kendisine diş geçirmekte, dolayısıyla paradoksal bir biçimde kendi içini oymakta ve boşaltmaktadır. Bu özne, bir kapsülün içinde kendine tutsaktır ve Öteki’yle olan bağını yitirmektedir. Kendime dokunurum ama kendimi ancak başkasına dokunduğum zaman hissederim. Öteki, istikrarlı bir kendiliğin oluşumu için kurucudur. Öteki ortadan kalkarsa Ben boşluğa düşer...” Byung Chul Han’ın Kapitalizmin Ölüm Dürtüsü adlı kitabındaki sözleri bunlar. Veya Martin Buber’in belâgatli ifadesiyle “Sende Ben olurum.”

“Allah, her yaratığı güç, istek ve ihtiyacına uygun olarak yarattığı hâlde Âdem’i ve çocuklarını sevgi ihtiyacına uygun olarak yaratmıştır; sizi Dost olmanız bakımından yaratmıştır.” demişti Ahmed Sem’âni. Gerçekten de insan, doğduğu andan son nefesine kadar kendini, ötekinin bakışındaki yansımasında, onun sesindeki yankısında arayan bir canlı. Öteki olmadan ben yokum. Bebek, annesiyle tek bir varlık olduğunu sandığı o ilk aylar esnasında annenin yüzünde, gözlerinde gördüğünü de annenin bir uzvu sayar. Sonra bakmaya devam ettikçe orada gördüğünün bir yansıma olduğunu ve yansımanın kendisine ait olduğunu fark eder. Bu, anneden ikinci ayrılıştır ama aynı zamanda ilk defa bir dost kazandığımız zamandır. Bu ilişki tarzı, yaşamlarımızın notasında öylesine belirgin bir gam, sıralı bir düzen oluşturur ki ileriki yaşamımızda diğer insanlarla yürüttüğümüz ilişkilerin derinliğini ve uzunluğunu haber vermekle kalmaz, tüm varlığa ve yaratılışa dair nazarımızı da yerleştirir göz bebeğimize. İnsanın sosyal bir canlı olduğu düşüncesi tarih boyunca öylesine çok destek bulmuş ve tekrar edilmiş bir şeydir ki uzletin ve içe dalmanın ruhu zenginleştiren dip deneyimini yaşayan insanlar, hak dostları, büyük mistikler dahi insana sadece halveti değil “halver” der; “encümen”i, yani kalabalığın içindeki tek başınalığı tavsiye eder. Bunun bir nedeni, kalabalığın şerrinden selamet bulma endişesi olsa da bir başka neden insanın ancak insanla sürtüne sürtüne ışıltısını kazanan bir cevhere sahip olduğu düşüncesi olsa gerek. Şırıltılı derelerin ve taşkın nehirlerin üzerinden aka aka yassılaştırıp yuvarladığı parlak çakıl taşları gibi munisleşiriz, “enîs” yani dost oluruz. Martin Buber’in tanımladığı türdeki Ben/Sen ilişkisi dışında tüm ilişki formları, insana yüzeyin görünümünden başka bir izlenim vaat etmez, ömrümüz kıraç bir taşradır. Biz bütün bir hayatımızı, kuru yaprak yığını gibi yakadururken onun parıltısını birlikte seyredeceğimiz birinin eksikliğiyle üşürüz. Ömrümüzün ateşi tek başına bizi ısıtmaya yetmez.

Tüm dostluklar iki el tarafından tuğla üzerine tuğla, kiriş yanına kiriş örülen bir inşa hâlindedir sürgit, her iki dostun karşılıklı ilgi ve ihtimamı bu ilişkide bir arada bulunmak zorundadır. Çünkü dostluk “diyalojik” bir ilişkidir, yani birbirini besleyen ve devam ettiren farklı zihin ve ruh dünyasının alışverişidir. Dostluğun kamp ateşi her şeyden önce bir hayranlık ve liyakat duygusuyla çıtırdar, sonra dostun soluğuyla yalımları genişler ve ısıtır yürekleri. Birbirini daha iyiye taşımayan, fenalıklardan arındırmayan ilişkiler dostluk değildir. Dostlarımızın daha güzele ve daha iyiye dönüştükleri bir dizi yeniden doğuma ebelik etmemiz gerekir. Daimî veriş tek taraflıysa bir istismar öyküsüne dönüşür, dayanışmanın yönü alçalışa götürüyorsa da hempalık ve yardakçılık biçimine bürünür arkadaşlıklar. Ve bütün insanî ilişkilerde olduğu gibi tüm verişlere kendi misliyle iltifat edilir. Size olan sevgisi ve ilgisine duyduğunuz minnet yüzünden dostunuz için fedakârlık yapmazsınız ve yaptığı bir fedakârlık için de ona maddî bir karşılık veremezsiniz. Sevgiye sevgiyle, saygıya saygıyla, şefkate şefkatle, zamana zamanla, hediyeye hediyeyle, fedakârlığa fedakârlıkla mukabele etmemek dostluğun sırlı çinisini çatlatır.

“Kendisine dost olmayanlar, gayrıya dost olamazlar, kendileri ile barışa varamayanlar, gayrı ile barışa varamazlar.” demişti merhum Fethi Gemuhluoğlu. Kendi kendisiyle arkadaş olmanın hedefi, insanın kendi içindeki tahripkâr bir düşmanlıktan kaçınmaktır. Kendine dost olmayan, iç çatışmalarını çözümleyememiş kişi, kendisiyle o kadar meşguldür ki ötekilere yüzünü dönüp de onu göremez. Kişi ancak kendinin dehlizlerinden sağ kurtulduktan sonra sağ kalan bir başkasını aramaya başlar. Celâleddîn-i Rûmî, “Zira mümin, müminin aynası olunca yüzü buğulanmadan kurtulur. / Mahzunluk zamanında dost, can aynasıdır. Aynanın yüzünü nefesle buğulandırma. / ... / Acaba yüzümü nasıl göreyim? Ne renkteyim ki, gündüz gibi miyim, gece gibi mi? / Diye can suretimi hayli zamandır arayıp duruyordum. Fakat suretim kimseden görünmüyordu. / Nihayet dedim ki ayna neden icat edilmiş, ne güne yarar? Herkes nedir, kimdir, kendisini bilsin diye değil mi? ... / Nihayet ben, beni buldum, iki gözünde aydın bir yol gördüm, dedim / Vehmin; kendine gel, o senin hayalindir. Kendini hayalinden ayırt et dedi. / Suretim gözünden seslendi: Birlikte ben senim, sen de bensin. / Hayal bu zevali olmayan aydın gözdeki hakikatlerden nasıl yol bulur da girer?” demekte Mesnevi’de. Dostluğun mihenk taşı tanık olunmaktır, kıymet verdiğiniz bir göz, sizin dünyadaki varlığınıza değmiştir ve siz de ötekinin özünü görmek lütfuna mazhar olmuşsunuzdur. Göz varlığa değer, ruhlar birbirine. Bir dosta bağlanmak ve dostu için sağlam bir liman olmak insanlık tarihinin her döneminde yüceltilen ve değer gören bir haslet oldu elbette. Ama dostluk üzerine yazılmış tüm metinler, dizilmiş tüm koşuklar bize, bu yakınlığa erişebilmiş insanların, kitlenin alaşımından kendini söküp alabilmiş, topluluğun kolektifliğinden ayrışabilmiş insanlar olduğunu gösteriyor. İnsanın yakın aile, kabile, aşiret ilişkileri içinde daima bir güvenceyle sarmalandığı geleneksel toplumlarda dahi dostlar, kendilerine ağır yağmur altında bir saçak kuran insanlardı. Birbirlerinin yüreğindeki ezgiyi duyabilmelerini sağlayan, onları benzer kılan muhtemel ki bu diğerlerinin uğultusundan ayrık olma hâliydi. Dostlar, kendi özgün varlıklarını “Ben-Şey” ilişkisi içinde ziyan etmeyen, onu “Ben-Sen” ilişkisi yörüngesinde daimî bir inşa sürecinde tutan insanlardır. Erich Fromm da “Kötü arkadaşlık derken yalnız kötü niyetli, yıkıcı kişileri kastetmiyorum, kişi onlardan çevrelerini zehirledikleri ve can sıkıcı oldukları için kaçınmalı. Aynı zamanda kişi, bedenleri canlı olduğu hâlde ruhları ölü olan, düşünce ve konuşmaları sıkıcı olan, konuşacağı yerde gevezelik eden, düşüneceği yerde kalıplaşmış fikirlerden söz eden zombilerin arkadaşlığından da kaçınmalı.” demişti Sevme Sanatı’nda.

Dostların dayanışması, diğer kolektif yapılardaki gibi koruyup kollama, sevinçte ve kederde ortaklığı içermekle kalmaz, karşılıklı bir dönüştürme, birbirini yontma, onaylama sürecini de içerir. Toplumsalın gözetimindeki ilişkilerde bu ikinci süreç tek yönlüdür. Aslında tüm otoriter ilişki biçimlerine rengini veren bu tek yönlülük yani bir tarafın nüfuz edilemezliğidir. Dostluk ise kendini tüm kırılganlığıyla muhatabının bakışına ve etkisine açabilmeyi gerektirir. Dostlar birbirinin endam aynasıdır. Birbirine poz kesmesi gerekmeyen, birbirine yaralarını göstermiş, en savunmasız durumlarına şahit olmuş yahut onları dinlemiş insanlardır dostlar. Başkalarına anlatmayacağım şeyleri dostlarıma anlatırım, onların da benimle dertleşmesini, içini dökmesini beklerim. Birbirimiz karşısında kırılganlığımızı yaratan ve aramızda bir güven bağı oluşturan budur. Güven bağı, yakınlığı tesis eder. Tanışıklıktan dostluğa uzanan yol, kendini açabilmenin derinlik ve genişliğiyle olur. Sultanların sır kâtipleri gibidir dostlar, yazı malzemelerini her an boynunda sırma işlemeli bir kesede taşıyan, kulağına tetik ve emre amade.

Günümüzdeki dostluk ilişkilerinin rengini büyük oranda belirleyen, onun doğal rakibi olan diğer zorunlu ilişki biçimlerinin de çözülmesidir. Özellikle metropollerde aileler, daha geniş halkadaki sülale-aşiret bağları, mahalle, şehir hatta milliyet mensubiyetleri artık insanlar üzerinde o eski çelik kafes etkisini yaratmıyor. Bir kısmının hiçbir pratik etkisi kalmamışken diğer bazıları ise sürdürülürken bile gözden çıkarılabilir nitelikte, evlilik ve komşuluk gibi. Ölü ama yaşıyorlar. Metropollerin postmodern insanı şimdilerde toplumsal bir canlı değil. Kalabalığın artık haddi aştığı bir mekânda, zıddına dönüşüp bireyi yarattı toplum. Aşkın başına gelen, dostluk ilişkisinin başına da geldi. Bir yandan bu dönüşüm, geleneksel emniyet enstrümanlarından mahrum kalmış insanların, dostluk ilişkilerine çok daha ağır yükler yüklemesine neden oldu. Boşta kalan bu ağırlıklar da aşk gibi, dostluk gibi Ben-Sen ilişkilerinin sırtına vuruldu. Özgürlüğün çocuğu olan sevgi ve dostluk aşırı yüklenmeden dolayı bir tükenme buhranına düşüyor. Özellikle Batı ülkelerinde ve başka ülkelerin büyük kentlerinde pek çok insan yalnız yaşıyor. Yüzeysel iş ilişkileri haricinde vakitlerinin büyük bölümünü (eğer gerçekten yalnız değillerse) arkadaşlarıyla geçiriyorlar. Ailelerine yakın olanlar bile ayda birkaç günü onlara ayırırken yılda birkaç kez buluşan uzak mesafenin bağladığı insanlar hâline geldi aile üyeleri ekseriyetle. Dostlarımız bizim yeni ailelerimiz. Başımız sıkıştığında, hastalandığımızda, desteğe ihtiyaç duyduğumuzda ilk aradığımız, imdada çağırdığımız insanlar. Eskiden dostlardan istenen fedakârlıklar gerçekten büyük olanlardı, şimdi ise bir sürü küçük küçük yükümlülükle sınanıyor dostluklar. Haddinden fazla temas sürtüşmeye dönüşüyor, aşındırıyor ilişkileri. Dostlukların eskidikçe kıymetlendiğine dair çok hoş ve meşhur bir menkıbe vardır; oğlunun arkadaşlık ilişkisinin harcıâlem oluşuna bakıp kendisinin dostluğuyla kıyaslayan yaşlı baba, onun arkadaşlarını da kendininkini de bir teste tabi tutar. Bir tavuğu keserek bir çuvalın içine koyup oğlunun eline tutuşturur. Kendi arkadaşlarından hangisinin kapısına gitse sorumluluk almaktan korkan gençler onun yüzüne bir bir kapatır kapıları. Babasının eski dostu ise kanlı çuvalı görür görmez çocuğu içeri alır, teskin eder ve çuvalı açmadan arka bahçede açtığı bir çukura gömüp üzerine sarımsak eker. Babasına hak verir genç, ama ikinci bir teste daha sokar babası eski dostunu. Babasından bir mesaj getirdiğini söyleyen gence kapıyı açar açmaz ondan bir tokat yer eski dost, sonra elini yanağına götürüp “Bir tokata satmayız biz koskoca sarımsak tarlasını.” der. Elbette ki dostlar suça iştirak etsin demiyorum, dostun düşüşüne seyirci kalmak dostluğun şiarı değildir, bilakis sorumluluk alması için onu yüreklendirmektir yapılması gereken. Beydaba’nın Kelile ve Dimne’de söylediği gibi “Şahsiyetli kişi, kendi gibi şahsiyetli olanı sever. Âdi ve seviyesiz kişi ise ancak bir yarar umudu veya tehlike kaygısıyla arkadaşlık kurar.” Ancak kıssanın hissesi şu ki kadim dostluklar geniş ve sağlam köklere sahiptir. Bu akışkan ilişkiler çağında ekranlarda o arkadaştan bu arkadaşa sekerek dolaşmak yerine dostlukların yıllanmasına ve sınanmasına fırsat yaratmak gerekir. Antoine de Saint Exupery, “Hiçbir zaman, hiçbir şey dolduramayacaktır yitirilmiş bir arkadaşlığın yerini. İnsan kendine eski arkadaşlar yaratamaz ki. Bunca ortak anının, birlikte yaşanmış bunca zor saatin, bunca bozuşmanın, bunca barışmanın, bunca gönül deviniminin yerini hiçbir şey tutamaz. Yeniden kurulamaz bu dostluklar. Bir meşe ağacı dikip de çabucak gölgesinde barınmayı ummak boşunadır.” diye söylüyor İnsanların Dünyası kitabında.

Dostluk Üzerine başlığıyla neşredilen söylevinde Fethi Gemuhluoğlu da “Dost ol kişidir ki öldürülmesi muhakkak ve mukarrer olan gecede peygamber-i ekber’in yatağında yatar, O’na Şâh-ı Velâyet denir. Dost ol kişidir ki Yâr-ı Gâr’dır.

Kucağında, mübârek bir emânet vardır. Bütün delikleri elbisesinden muhtelif parçalarla tıkar, son deliğe tabanını dayamıştır. Kucağındaki mübârek emânet, uyumayan uyanıklık içinde uyur görünmektedir. Oradan Ebû-Bekr’i yılan sokar. Dost son deliğe tabanını, taban gibi görünen gönlünü uzatandır, gönlü ile orayı tıkayandır.” diyordu. Dost, kardeşten ötede velâyete sahiptir bizim hakkımızda, onun da ifade ettiği gibi “Her şey gönülde cereyan ediyor... İnsanları gönül döllüyor. Gönül çocukları onun için ayrı oluyor. Ve gönül çocuklarının çoğu onun için “yol evlâdı” oluyor.”

Evet, bir de sanal arkadaşlıklar var tabii. Elimizi omzuna koyduğumuz, zor zamanlarımızda yanı başımızda bitiveren, karşılıklı gülüp ağlaştığımız arkadaşlarımızın yerini yavaş yavaş klavye ve ekran başından kalkmadan belirli amaçlar doğrultusunda bir araya geldiğimiz sanal dostlarımız alıyor. Bana sorarsanız dostluk, sevdiğimiz insanı yargılamadan ve bir talepte bulunmadan kalpte tutmaktır. Dostluk tutunmaktır, hatırda tutmak ve hatır tutmaktır. Zor zamanda dosta vefa, insanlığımızın miyara vurulduğu bir ölçüdür. Ama arkadaşlık sanal olunca bir tuş darbesiyle gidebilecek demektir ve işte o zaman sadece kendi ihtiyaçlarımızı doyurmak için kullandığımız ve artık işimize yaramaz olduklarında buruşturup bir kenara attığımız zayıf bir ilişki söz konusudur. Muhatabından hiçbir yükümlülük, fedakârlık beklemeyen, hiçbir şekilde sınanmayan iletişim birikmeleri. Ekranın soğuk yüzünde bekleşerek bir ateşin başında yüz yüze oturmanın sıcaklığını arıyor insanlar. Ancak son zamanların moda tabiriyle “anı biriktirmek, yaşantı biriktirmek, insan biriktirmek” kaygısı, bu nicelik endişesi, arkadaş listemizdeki sayı arttıkça içlerinden biriyle sahici bir ilişki kurabilmemizin önüne set çekiyor. Bir dosttan beklenecek hiçbir şeyi bu arkadaşlardan bekleyemeyiz. Omuzlarında ağlayamayız. Sadece beyan ettikleri isim, yüz ve niteliklerine aşina olduğumuz bu insanların hayatlarındaki kasisleri, uçurumları da uzaktan seyrediyoruz. Yakınları ölüyor bazılarının ve bazıları da isimlerini bırakıp göçüp gidiyor. Tek satırlık bir taziye cümlesi yazıyoruz. Birçoğuyla zaten o kadar bile hukukumuz olmuyor. Hayır, hayatın zorluklarıyla sınanmamış bir ilişkiye dostluk diyemeyiz. Saygımızı kaybeden kişilerin dostluğunu da kaybederiz. Arkadaşlıktaki eşitlik bozulur da biri diğerini manevî olarak borçlandırır ve bu borç yükü içinde onun haysiyeti ve biricikliği zedelenirse dostluk da yara alacaktır. Başka yerlerden yaralanıyor elbette dostluklar: özensizlikten, mesafesizlik ve aşırı yakınlıktan, zaman içinde kişiliklerin, değerlerin farklılaşmasından, ortak ülkülerin, ortak sevgilerin ve emellerin kaybından, korkaklıktan, geçe bırakılmış ya da hiç söylenmemiş sözler yüzünden… Bir nesneyi iyice görebilmek için ona mesafe koyabilmek gerek. İnsan ilişkilerinde, siyasette, kendimize bakışımızda gücümüz; kurduğumuz yakınlık kadar arada geri çekilip uzaktan bakabilmekte. Arada dostluklarımıza da uzaktan bakabilmeliyiz. Zira çok fazla yakınlık görmeyi engeller.

Giderek daralan dost halkası bir alarm zilidir. Makam mansıp sevdası, kariyer ve mertebe düşkünlüğü ve aşırı çalışma, dostlar için ayıracak zamanımızın kalmaması kadar onlara sunacak sevecen bir yüzümüzün de kalmamasına neden olur. İnsan giderek yalnızlaşır. Uzaktakiler özlenmek yerine uzakta iken unutulur, yakındakiler görülüyor olsa da yanımızdayken unutulur. Sadece iz bırakanlar, yani bizim kişiliğimize emeği ve ruhu karışmış insanlar unutulmaz. Bir dostluğu en az etkileyen şey belki de fiziksel ve zamansal mesafedir. Yıllardan sonra ve yollardan sonra yolumuz yine dostumuza çıkar, suların sulara karıştığı gibi buluşuruz. Hakiki dostluk gözün ve görmenin de ötesindedir, söylendiği gibi gözden ırak olan gönülden ırak olmaz. Dostumuzun sesi içimizde yankılanmaya, aramızdaki muhavere eski bir taş plağın çiziklere takıldıkça tarazlanan sesi gibi içimizde dönmeye devam eder. Dostumuz, tüm başkalığıyla bizimle konuşmaya devam eder. Böyle bir dostluk, zamanı ve mesafeleri taşımakta zorlanmayacaktır. Bir duraksamadan sonra tekrar yan yana geldiğinizde araya yıllar, yaşantılar girmemiş gibi bıraktığınız yerden sohbete devam edebilir. Bazen de olur, yıllar içinde insanlar başka ilişkilerin, dalgaların etkisiyle başka bir kalıba dökülür. Dostunuz artık sizin dostluk ilişkisi yürütmek istediğiniz biri olmaktan çıkar. Pek hazin olsa da bu, özellikle akışkan bir yaşamın baskın olduğu yeni zamanlarda çok daha ihtimal dışı bir durum değil. O zaman sizdeki özü karartacak, kurutacak böyle bir ilişkiyi şefkat, adalet ve nezaketle yürütmenin her iki eski dost için de daha huzurlu olacağını kabul etmek gerekir. Bunlar, muhabbetten sonraki en iyi ikame erdemlerdir ama nihayetinde birer avuntu ve yanılsamadır. Ayrılıklarda dahi erdemi korumak gerekir. Yine de öncelikle muhabbetin o aziz hatırını sürekli beslemek ve dost cemalinin ışığında ısınmak dost olmanın buyruğudur. Emerson, “...yüce olanlar görecektir, gerçek sevgi karşılıksız kalmaz. Gerçek sevgi; değersiz nesneleri aşar, sonsuz olanda dinlenip demlenir, aradaki zayıf maske un ufak olduğunda ise, kederlenmez, aksine sırtındaki yükten kurtulduğunu, bağımsızlığından daha da emin olduğunu hisseder. Elbette ilişkiye bir nevi ihanet etmeden bütün bu sözleri sarf etmek hiç de kolay bir şey değildir. Dostluğun özünde birlik, tam bir yüce gönüllülük ve güven vardır. Şüpheye ya da zaafa yer bırakmamalıdır. Dostluk, nesnesine bir Tanrı’ymış gibi davranır, Tanrı da her ikisini yüceltir.” diye söylemiş İnsanın Görkemi adlı eserinde. Dostunuza beslediğiniz güven, onun kendi ayakları üzerinde de güçlenerek büyüdüğünü görmek, sizi kendi eserinize bakıyormuş gibi gönendirir. Dostumuzun kaprisine, kederine olduğu kadar neşesine de “pekeyi” demeyi bilmek lazım. Oscar Wilde, “Herkes bir arkadaşının acısına ortak olabilir, fakat bir arkadaşın başarısındaki mutluluğu paylaşmak için soylu bir karaktere, gerçekten hakiki bir bireyci karaktere sahip olmak gerekir.” demişti Sosyalizmde İnsan Ruhu adlı kitabında.

Dostluk, dostumuzla bizim aramızda iki kişilik bir ülke, bir ihtimam ahlâkı evreni çizer; dışarıdaki geniş dünyada tahakküm ve riyakârlık kural olsa bile bu topraklarda özgürlük ve içtenlik hükümferma olacaktır. Dostluğa ve dostluğun katıştığı tüm sevgi ilişkilerine dair Halil Cibran’ın solmaz, eprimez dizeleriyle örtelim sözümüzü:

Ve bir genç, sesini yükseltip, “Bize Dostluktan söz et!” dedi.

Tanrı-Elçisi buna, “Dostunuz karşılanmış ihtiyacınızdır sizin,” diye karşılık verdi. “Dostunuz, sevgiyle sürdüğünüz, sevgiyle ekip

Biçtiğiniz toprağınızdır sizin.

Sofranız ve ocağınızdır.

Çünkü ona aç olarak geldiniz ve onda huzur buldunuz.

Dostunuz kendi fikrini söylediğinde, ona ne ‘hayır’ demekten çekinirsiniz, ne de ‘evet’ demeyi esirgersiniz ondan.

Ve o sustuğunda da sizin yüreğiniz onun yüreğini dinlemeye devam eder.

Çünkü dostlukta, neredeyse bütün düşünceler, bütün arzular, bütün ümit ve özlemler sözsüz doğar ve kendinden doğan bir neşeyle paylaşılır.

Dostunuzdan ayrı düştüğünüz zaman üzülmezsiniz, çünkü onda en çok sevdiğiniz şey onun yokluğunda daha da açığa çıkar; tıpkı, dağın, ovadan daha heybetli görünmesi gibi.

Sevginin ve ruhani değerlerin derinleştirilmesinden başka bir amaca geçit vermeyin dostluklarınızda.

Çünkü kendi esrarını açığa vurmaktan başka bir şey aramayan sevgi, sevgi değil, muhatabının üzerine atılan bir ağdır; bir ağ, hiçbir şeyin takılmadığı…

Yapabildiğiniz, verebildiğiniz en iyi şey dostunuz için olsun.

Dalgalarınızın geri çekilişini bilmesi gerekiyorsa, dostunuzun, bırakın dalgalarınızın yükselişini de bilsin.

Dostunuzu niçin arıyorsunuz, onunla vakit öldürmek için mi?

Hayır, hayır vaktinizi değerlendirmek için, vaktinizi hayatla doldurmak için arayın onu. Çünkü o sizin eksik yanınızı tamamlayan kişidir, boşluğunuzu dolduran kişi değil.

Ve dostluğun muhabbeti içinde, bolca kahkaha olsun ve zevk ortaklığı, zevk paylaşımı. Çünkü kalp küçük şeylerin parıltısında kendi sabahını bulur ve yenilenir.

Kemal Sayar

Kaynak: Muhit Dergisi, 2022 Ocak

YORUM EKLE

banner36