Belli ki bizden istediği ve beklediği de aynı sadelikte, dünyaya meylettirmeyecek binaları mesken tutmamızdır. Bu uyarı depremlerle sarsıldığımız şu günlerde daha da anlam kazanmıştır. Beytullah, Beytülharam, Beytülatik Kur’an-ı Kerim de Kâbe için kullanılan isimlerdir. Sözlükte ev anlamına gelen beyt, tasavvufta kalp manasında kullanılmıştır. Sufilere göre dış dünyadaki Kâbe ve arş gibi insanın manevi âleminde ki kalb de “Beytullah”tır. Bu sebeple avlanma herhangi bir canlıyı öldürme, fitne fesat ve kavga çıkarma gibi, Kâbe ve civarında yasaklanmış kötülüklere kalpte de yer vermemek gerekir. İbnü’l Arabi der ki; “Beytinin esasları faydasız şeyler değilse kapalı sırlarını aç, karanlık evini nurlandır.” Nusret Tura bir rubaisinde bunun nasıl yapılacağını anlatır;
-“Maşukuna olmaz mı gönül nokta-i mihrak
Tekmil-i tarik eyleyerek kalsa rızâda
Erdiyse eğer Hak’tan ona müjde-i levlâk
Elbette o dil kıble olur cümle ibâda”
Beytü’l-ma’mûr ise 7. Semâda yeryüzünde ki Kâbe’nin misalidir. Melekler tarafından inşa edilmiş. İbnü’l Arabi Beytü’l-ma’mûr için; “Hakk’ın tecellileriyle imar ettiği mü’minin kalbidir. Hakk’ın tecellilerine ancak mü’minin kalbi takat getirir” der.
İ. Hakkı Bursevî anlatır.“Kâbe’nin suretine kavuşmak nasıl zorsa, hakikati olan Rabbü’l-beyt’e kavuşmak da zor olduğu için “mescid-i haram” denilmiştir. Kâbe kalbin suretidir. Ve sır suretten üstündür. Kalbe dâhil olan Kâbe’ye dâhil olandan efdâldir. Onun için Salihlerden feyz ve himmet talebinde bulunurlar. Zirâ insan-ı kâmilin makbulü Hakk’ın makbulü, reddi de Hakk’ın reddi gibi olur.” Nusret Tura başka bir rubaisinde Şeyhini ziyaretini anlatır;
-“Her ziyaret ettiğim dem pirimi ben mest ü hayranım
Zevk-i hac hisseylerim ammâ neden bilmem perişanım
Şems-i zâtın karşısında varlığımdan gerçi uryânım
Zevk-i hac hisseylerim ammâ neden bilmem perişanım”
Hz. İbrahim (as), tahtının elden gideceği korkusuyla, halkın yeni doğan çocuklarını katleden Nemrut’tan korunmak için annesi tarafından mağaraya gizlenir. Çocukluğu mağarada geçer. Geceleri dışarı çıkarak çevreyi tanımaya çalışır. Yıldızları, ayı ve güneşi görür. Önce “benim rabbim budur ”der. Lâkin batıp gittiklerini görünce, En’am Suresi 76. Ayette anlatıldığı üzere “batıp gidenleri sevmem” der. Sadettin Ökten Hocamızdan dinlediğimiz Ayaşlı Muallim Şakir Efendi bir şiirinde şöyle anlatır;
-“Afitâb-ı hüsn ü hüban akıbet eyler ufûl
Ben muhibb-i lâ yezâl’im lâ uhibbu’l-âfilîn”
(Sevgilinin güzellik güneşi elbet bir gün batar. Ben zeval bulmayanı severim. Batıp gidenleri sevmem)
Mağaradan çıkıp insanların arasına katıldığında onların putlara taptığını görüp üzülür. Putlara ve dolayısıyla Nemrut’a da savaş açar. Güçlüdür Nemrut. İbrahim (as) yakalayarak devasa bir ateşe attırır. Allah dostunu yalnız bırakmaz. Dağ gibi yanan ateş gülistana dönüşür. Nemrut ise küçücük bir sinekle helâk edilir. Allah Teâlâ’nın emri ile Mısır’a gider ve orada kralın kızı Sâre ile evlenir. Eşine muhabbeti çok olan Sâre anne, ondan hiç ayrılmak istemez. Birlikte Filistin’e giderken zalim bir kralın mülkünden geçmeleri gerekir. Yaşanılan sıkıntılar, Sâre annenin imanı ve güçlü duruşu ile atlatılır. Kral pek çok hediye ile birlikte Hacer Annemizi de ona hediye eder.
Doğduğu yer bilinmiyor. Doğduğu tarih ve öldüğü tarih bilinmiyor. Yaşadığı zaman diliminde sosyal statünün hiçbir kademesinde makbul sayılmayan, siyahî, köle ve cariye bir kadındır. Habeşistan’dan Mısır’a götürülür ve saraya köle olarak verilir. Bu onun ilk hicretidir. İkinci hicreti de bir peygamber ailesinedir. Uzun yıllar hizmetlerinde bulunur. Artık yaşlandığı için çocuğunun olmayacağını düşünen Hz. Sâre, kocasına Hacer’i nikâhlamasını söyler. Bir çocuğu olmasını isteyen Hz. İbrahim bu teklifi kabul eder ve Hz. Hacer’i nikâhına alır.
Ancak Sâre, Hacer Annenin hamileliğini hazmedemez. Ona çok sıkıntı verir. Bir gün yaşadığı sıkıntılara dayanamayıp dağlara doğru kaçar. Hem ağlıyor hem de dua ediyordu. Cebrail (as) yetişir;
-“Allah seni işitti. Dualarını duydu. Sana İsmail (Allah işitti) adında bir evlât müjdeledi. Ama şimdi geri dönmen gerek” der. Çaresiz geri döner Hacer Anne… Asıl sıkıntının büyüğü bebek doğduktan sonra başlar. Artık Hz. Sâre’nin öfkesi gözle görülür elle tutulur hale gelmişti. Sonunda dayanamadı ve; “onları buradan götür” dedi. Çaresiz kalan Hz. İbrahim duaya durup Rabb’ine yöneldi. Allah Tealâ; “Sare’nin dediği olsun. Götür onları” buyurdu. Bir deveye bindirdi Hz. Hacer ve evlâdını. Yola revan oldular. Günlerce yol aldılar. Bu Hz. Hacer Anne’nin üçüncü hicreti idi. Ebu Kubeys Dağı eteklerinde Safa ve Merve arasında Hz. Hacer’in devesi çöktü. Beklenen işaret gelmişti. Orada kalacaklardı. Hüseyin Vassaf Efendi, Hicaz Hatıratı isimli kitabında bu ayrılık kıssasını anlatır;
-“Ferman-ı Hüda üzere Hz. İbrahim, Hz. Hacer’i oğlu İsmail ile birlikte Bi’r-i zemzem mevkiine bırakır. Hz.Hacer: ”bizi kime bıraktın da gidiyorsun?” diye nida-yı tahassür içinde perişan iken, savt-ı İbrahim “sizi Allah’a bıraktım” diye aksi endaz oldu. Bütün cibal ve badiyeler, bütün sükûn ve tenhai bu macera-yı tenazuru dinliyorlardı. Hacer’in dehan-ı ra’şedarından “öyleyse git. O bize kâfi ve kâfildir” teslimiyet-i südur eyledi. Binlerce hakikat bu kıssanın perverde-i maneviyetidir. Zira beşeriyet bu suzişli firak arasında tezahür eden lem’a-i hubb-i aileden müstenir olalı binlerce sene olmuştur.”
Hz. İbrahim yufka yürekli, merhametli ve evvah (çok ah eden, çok dua eden) idi. Allah Tealâ onun tek başına bir ümmet olduğunu ve O’nu kendine dost edindiğini bildirmişti. Şüphesiz dönüp gitmek onun için de zor olmuştu. Lâkin Allah Tealâ böyle buyurmuştu.
-“Çünkü İbrahim, yumuşak huylu, yüreği yanık, kendisini tamamen Allah’a vermiş biri idi.” Hud 75
Hz. Hacer annemiz, bir süre oturup çevresine bakındı, ağladı. Suyu bitmiş, yiyeceği tükenmişti. Sonra yan tarafında ki tepeye çıktı, etrafa baktı. Geri dönüp oğlunu yokladı ve diğer taraftaki tepeye çıktı. Gelen giden var mı diye baktı. Kulluğun gereği buydu. Rızkı verenden emin olsa da gayret edip çabalamak gerekti. Çok sonraları Meryem Anne doğum sancısı tuttuğunda, ayağının altından bir pınar kaynamış ve Allah Tealâ hurma ağacını sallamasını buyurmuş ve kucağına taze olgun hurmalar dökülmüştü. Kulun gayreti esastı. Lâkin işi gören Allah Zül Celâl-i ve’l İkrâm idi. Yedi kez Safa ve Merve tepeleri arasında koştu. Ne gelen vardı nede giden. Oğlunun yanına geldiğinde ayaklarının dibinden kaynayan suyu gördü. Allah’ın inayeti yetişmişti. Suyun akıp gitmemesi için etrafına set yaptı. Bir kez içti, suya kandı. Bir daha içti açlığı dindi. Çekilen sütü geri geldi, oğlunu emzirdi. Halilname de anlatılır: Kuşlar su içmeye gelir, sonra vuruşurlar. Biri yaralı düşer, kalanı uçar giderdi. Hz. Hacer onu yakalar pişirip yerdi. Bir ay sonra oradan geçmekte olan bir kervan ahalisine suyu işaret eden yine o kuşlardı. Suyu görünce orada kalıp yerleşmek için Hz. Hacer’den izin isterler. Otuz aileden oluşan o insanlar Mekke şehrini kurdular. Daha sonra teşrif edecek olan Âlemlerin Efendisi için mekân hazırlanıyordu.
İnsanlık için örnek teşkil etmekle vazifelendirilen bu kutlu ailenin imtihanı henüz bitmemişti. Bu defa durum çok çetindi. Hz. İbrahim’in biricik oğlunu kurban etmesi gerekiyordu. Öyle bir ateş sardı ki Hz. İbrahim’in yüreğini Nemrut’un ateşi yanında sönük kalırdı. Rüyasında görür önce. Ne yapacağını bilemez. Lâkin üçüncü kez aynı rüyayı görünce içi yanarak yola revan olur. Hz. Hacer’e oğlunu kınalamasını güzelce giydirmesini söyler. Sonra oğlunun elinden tutarak götürür. Yolda oğluna dönerek sorar: “oğulcuğum, düşte seni Allah’a kurban ettiğimi gördüm. Sen bu konuda ne dersin?” Oğul da bilgece bir teslimiyetle: “Emrolunduğun şeyi yap babacığım. İnşallah beni sabredenlerden bulacaksın” der. Şeytan önce Hacer’e gider, olanları anlatır. Hacer’in iman ve teslimiyeti hiç sarsılmaz. Şeytanı taşlayarak uzaklaştırır. Şansını oğul ve babada da dener. Lâkin nasibine taştan başka bir şey düşmez. Teslimiyet abidesi bu aile, Allah ile aralarına şeytanı sokmazlar. Bu âlemde bulunan her şeyin cansızların dahi bir görevi vardı. Kazma toprağı kazar, çekiç çiviyi çakar, bıçakta keserdi. Hatta kör bir bıçak bile zorlayarak da olsa görevini yapardı. Ama bıçak İsmail (as)’ı kesmedi. Bu üçü arasında yalnız bıçak kesmeyeceğini biliyordu. Öyle emir almıştı. Cebrail (as) gökten bir koç indirdi. Hazreti Habil’in Allah (cc) sunduğu koçtu bu. Uzun zaman cennet bahçelerinde gezip otlamış ve sonunda bir peygamber evlâdına bedel olmuştu. Koçu orada, Bismillahu Allahu Ekber deyip kurban ettiler.
Hazreti Hacer oturmuş, gözü yolda bekliyordu. Yüreği yangın yeri gibi, gözleri yaşlı, teslimiyeti kıpırtısızdı. Allah öyle istediyse, öyle olacaktı. Nihayet baba ve oğlu çıkıp geldiler. İkisi de mutlu görünüyordu. Hacer Anne koşup kucakladı oğlunu. Allah Tealâ daha sonraları başka bir anneye, Hz. Musa’nın annesine, yine böyle bir müjde verecekti. Kasas suresi 13. Ayette “Biz onu annesine döndürdük ki, gözü aydın olsun o annenin, kederlenmesin. Allah’ın vaadinin hak olduğunu bilsin.”
Hz. Hacer kalan ömrünü sevgili oğlu İsmail (as) ile birlikte Mekke’de geçirir. Ömrü tamam olduğunda son hicretini Rabbine doğru yapar. Mekke de defnedilir.
Allah Tealâ, İbrahim (as)’dan kendisi için bir ev yapmasını ister. Cebrail (as) Kâbe’yi yapacakları yeri gösterir. Yapılacak kutlu ev Hacer Annenin kabrinin hemen yanındadır. Kâbe’nin duvarları yükselirken bir yandan da dua ederler:
-“Rabbimiz, ikimizi sana teslim olmuş Müslüman kıl ve soyumuzdan sana teslim olmuş bir ümmet ver. Bize ibadet yerlerimizi ve yöntemlerimizi göster ve tevbemizi kabul et. Şüphesiz sen tevbeleri kabul eden ve esirgeyensin.” Bakara 128
İsmail Hakkı Bursevi, Tuhfe-i Atâiyye isimli eserinde: Hz. İbrahim, Kâbe’yi Muhammed (sav) için binâ etmiştir. Muhammed (sav) âlemin kalbidir. Ve kâbe’nin sureti onun sureti ve sırrı onun sırrıdır. Dolayısıyla bütün ruhlar onu tavaf ederler. “ “Denilmiştir ki; Allah’ın öyle kulları vardır ki onlar Kâbe’yi tavaf ederken Kâbe de onları tavaf eder.” “Horasan’da nice erler vardır ki, Kâbe’ye onu tavaf edenlerden daha yakındırlar.”
Allah Zül-Celâl-i Ve’l-İkram iki sevgili peygamberine kendisi için bir ev yaptırır. Sade ve gösterişsiz bir evdir bu. Oysa Allah çeşitliliği ve ihtişamı sever. Bunu her bahar doğada müşahede ediyoruz. Tek tip gül ile yetinmez. Minyatürü, vasatı ve irileri vardır güllerin. Renkleri de değişiktir. Sarı kırmızı, beyaz, sarı hatta ebrulisi ve siyahı bile vardır. Çeşit çeşit çiçekler, hep o Musavvir olanın sanatıdır. O da yetmez gökyüzünü sabah güneş doğarken ve akşam batarken rengârenk boyar. Üstelik de her gün yeni bir tablo sunar bu büyük sanatkâr. Bu manzara bütün âlemde denizlerde, orman ve dahi çöllerde ihtişamlıdır. Oysa kendisi için yaptırdığı o evde, bir yanında cennetten gönderdiği siyah bir taş, diğer yanında kendisine komşu seçtiği siyâhî bir kadın ve üzerine örtülmüş siyah örtüsü ile kocaman bir sır olarak durmakta. Çok ortada ve görünür. Lâkin büyük bir sır. Hz. Hacer, Seyyid Osman Adapazarî’nin bir beytinde ifade ettiği gibi;
-“Hem çü gören yok kanadın sen dahi beyzâdasın
Ezelden aşiyana taşımış hamamesin”
(Kanadını gören yok, sen daha yumurtadasın. O çok önceden ta ezelden, güvercinini kuş yuvasına taşımış)
Hacer Annemiz, Kâbe gibi görünür ama sırlı olan bir kadın. Teslimiyetinin ve gayretinin her aşaması Müslümanlar için örnek teşkil eden kutlu kadın. Habeşistan’dan köle olarak Mısır’a getirilen kıptî, siyahî ve köle. Cariye olarak verildiği ailede bir peygamber hanımı ve peygamber annesi olan mübarek kadın. Allah Zül-Celâl-i Ve’l-İkram yarattıklarının içinden neden onu komşu olarak seçti? Bu şaşkınlık verici tabloya Peygamber Efendimiz (sav), Veda Hutbesinde bir kayıt düşüyor;
-“Rabbiniz birdir. Babanız da birdir. Hepiniz Âdem’in çocuklarısınız. Âdem ise topraktandır. Arabın arap olmayana, arap olmayanın da arap üzerine üstünlüğü olmadığı gibi; kırmızı tenlinin siyah üzerine siyahında kırmızı tenli üzerinde bir üstünlüğü yoktur. Üstünlük ancak takvada, Allah’tan korkmaktadır. Allah yanında en kıymetli olanınız O’ndan en çok korkanınızdır.”
Kâbe ve teslimiyet abidesi muhacir kadın Hz. Hacer Annemizin birlikte verdiği mesaj düşündürücü. Irkçılığa, kavmiyetçiliğe, cinsiyet ayrımına, köleliğe karşı ciddi bir bakış açısı sunuyor. Allah’a, varlığın yaratıcısına teslimiyet ve takva ile yönelmeye davet ediyor. Allah Zül-Celâl-i Ve’l-İkram, önce imtihan edip sonra ikram eden. O’na sığınanları yalnız bırakmayan. Hacer Anne’nin izinden ayrılmayalım. Dünya renklerinden arınıp, Allah’ın boyası ile boyanmayı dileyelim. Adı geçen mübareklere selâm olsun. Himmetleri hazır olsun.
Kaynakça:
Halilname - Abdülvasi Çelebi
Tuhfe-i Atâiyye - İsmail Hakkı Bursevî
Harflerin İlmi- İbn Arabî
Erler Demine-Nusret Tura