Topraktan olan insanın içine gömülü bir tohum vardır. O tohumun suyu acılar ve mücadeleler, güneşi ise sabır ve duadır. Meyvenin bereketini ise haysiyet tayin eder. İnsanın başı Nur Dağı gibi dik oldu mu meyveleri de tatlı olur. Bâkî kalan bu kubbede hoş bir sâdâ ise, insanın sırtını dayadığı, kademini bastığı yer el-Bâki'nin sırrı olmalıdır. İnsan eşref-i mahlukat olana kadar tüm acıları, fakirlikleri, ötelenmeleri kucaklamalıdır. İşte Türk edebiyatının meyve veren ağacı, sırtını sırra dayayan delikanlı -ağır abi-, acıların, fakirliklerin yonttuğu insan Tarık Buğra için denilebilir ki yaşadığı bu tecrübeler eserlerine malzeme olmuş, malzemesi bol, doyurucu, bereketli bir sofra haline gelmiştir.
Bir eser muharririn hayatı ve görüşlerini mündemiçtir. Bu ayrılmaz birlikteliği onun eserlerinde de çokça görürüz. Anadolu coğrafyasının en tedirgin zamanında ve milli mücadele döneminin ramağında, o dönem Anadolu’nun göbeğinde fokurdayan savaş kazanına "Şu fokurdayan çorbaya bizim de tuzumuz gerek!" telaşesi güden vatansever halkın hengâmesi arasında Akşehir’de doğup büyür. Yaşadığı bu ortam, milli mücadele dönemini anlatan eseri Küçük Ağa’nın mekânının Akşehir olarak seçilmesinin bir sebebidir. Bu roman, çocukluk evresini geçirdiği bu ortamın etkisinden süzülerek yazılır. Yine çok partili hayata geçiş evresi Serbest Fırka dönemini halkın gözünden anlatan Yağmur Beklerken eserinde, Demokrat Parti'nin kuruluş zamanını konu eden Dönemeçte eserinde kasaba mekânı Akşehir’in bir aksidir.
Tarık Buğra'nın romanlarında anne ve babası
Tarık Buğra'nın birçok eserindeki karakterlerde Akşehir’de Muvazzaf Ağır Ceza Reisi olan edebiyat ve musiki ile ilgilenen babası Mehmet Nazım Bey’in etkisini görürüz. Küçük Ağa'daki ağır ceza reisi tiplemesi babası Nazım Bey vesilesiyle şekillenir. Bu romanda geçen Çolak Salih karakteri, babasının ona vurduğu bir tokatın ürünüdür: İtibar sahibi babasını, Akşehir’de savaş gazisi olan ve kasabada topal gazi denilen adamla ne zaman beraber görse garipser. Bir gün babasına böylesine salaş bir adamla ne işi olduğunu sorar. Nazım Bey ise oğlunun suratına bir tokat indirir ve onun gazi olduğunu, herkesten daha şerefli olduğunu söyler.
Tarık Buğra’nın roman tiplemelerindeki meslek seçiminin genellikle hukuk eğitimi görmüş hakim, savcı, avukatlar olması Nazım Bey’in mesleğinden ötürüdür. Sözgelimi, Yalnızlar romanındaki Şükriye’nin babası avukat Hüseyin Efendi, Dönemeçte’deki savcı yardımcısı Orhan ve avukat Mehmet Bey, Küçük Ağa romanındaki ağır ceza reisi, Yağmur Beklerken romanındaki avukat Rahmi ve Kenan Bey tiplemeleri buna örnektir.
Akşehir’in yerlisi, tasavvuf erbabı, saf Anadolu irfanı annesi Nazik’e Hanım’ı da eserlerinde çokça yansıtmıştır. Tarık’ın çocukken zaman zaman karşılaştığı savaş manzaralarının ruhunda açtığı yaralara merhem annesinin Yunus’tan söylediği ilahiler olur ve bu vesile ile de Yunus’a karşı bir muhabbet besler. Şöyle der bir köşe yazısında Tarık Buğra: “Bir tek Yunus Emre’nin Türkiye Müslümanlığına kazandırdığı saflık, temizlik, yücelik ve derinliği, köktenliği Harunü’r Reşid’in hazineleri ile ödeyebilir misin?” Küçük Ağa’daki Emine karakteri, annesi Nazike hanımı yansıtır. Yağmur Beklerken romanında, kasabadaki Serbest Fırka’yı kuran avukat Rahmi’nin bir otel odasında uyurken ettiği “Yattım Allah kaldır beni/ Rahmetinle doldur beni/ Ben bir yola niyet ettim/ İman ile gönder beni” duası, annesinin Buğra’ya küçükken ne zaman ümitsizliğe düşse okumasını tembihlediği duadır.
Kavuşamayan âşıklar
Tarık Buğra’nın içindeki tohum belki de İstanbul’da geçirdiği lise yıllarında yeşermeye başlar. Tarık'ın Anadolu’dan gelme bir taşralı olmasından mütevellit böylesine büyük bir şehirde yaşadığı kültürel çatışma, onu, yatılı kaldığı okulda okumaya ve daha çok okumaya teşvik eder. Tam da o zamanlar, muharrirliğin tekâmül sürecinde, kalbinin iplerini bir hanım kızın eline tutuşturur, sevdalanır Tarık Buğra. Bu sevdayı tevessül ederek, kendisini kanıtlamak ve ispatlamak gayesi ile muharrirliğe daha bir yoğunlaşır. O hanım kız ise uzaktan akrabasıdır ve aşkına mukabele eder. Günah eleği ile elenip bir saflık ile sürer aşkları, ancak visale eremez, evlenemezler. Kızın ailesi istemez Tarık’ı ve gerekçe olarak da Tarık’ın boş işlerle(!) uğraşmasını, hâlâ öğrenci olmasını ve işinin olmamasını öne sürerler. Bu yaşananlar ise Tarık’ın gerek hayatına gerek eserlerine hayli etki etmiştir. Yazarın Yalnızlar adlı romanındaki Murat ve Hürrem'in aşkı, Tarık Buğra’nın yaşadığı bu sevdadan alınmış bir kurgudur. Romanda Hürrem’in annesi karakterindeki Hayriye Hanım, Hürrem’in Murat ile evlenmesini, Murat’ın sosyal ve ekonomik durumundan ötürü istemez ve bu evliliğine engel olur. Neticede annesinin bu engel oluşu Hürrem’i de yalnızlığa sürüklemiş olur. Hürrem romanda istemeyerek olsa da Murat'tan ayırılır.
Aynı şekilde Yağmur Beklerken adlı eserinde romanın baş kahramanı Rahmi’nin aşık olduğu Anakız’a kavuşamaması, Siyah Kehribar romanında Türk genci’yle Melina’nın, Dönemeçte’deki Doktor Şerif ile Handan’ın, Gençliğim Eyvah adlı romandaki Güliz ile Delikanlı’nın aralarındaki imkânsız aşk, yazarın bu yaşanılan hadisenin romanlarına aktarımıdır.
Tarık Buğra'nın muharrirlik ile hayatını ve romanlarla acılarını ifade etme isteği, onun sınavsız kazandığı tıp fakültesinden atılmasına sebep olur. Aynı yıl İstanbul Hukuk Fakültesi’ne girmesine rağmen burada dört sene devam ettikten sonra Hukuk Fakültesi’ni de aynı gerekçelerle bırakır. Yalnızlar romanındaki Murat’ın Hürrem’den ayrılmasından sonra girdiği bohem hayatı sebebiyle okulu bırakması hayatının eserine olan etkisine bir örnektir.
Milli Şef ve Tarık Buğra
Tarık Buğra hayatı boyunca fakirlik çekmiştir. Güneşi üstünde doğurtan güzel insanların her zaman, onları şereflendiren, yontan ve gölge gibi hiç bırakmayan imtihanları vardır ve bu gölge, vakte göre uzayıp kısalsa da kaybolmaz. İşte Tarık Buğra'nın fakirliği de böyledir. İbiş'in Rüyası romanında Hatice karakterinin yaşamını yansıtan derme çatma ev, Tarık Buğra’nın ilk eşi Jale Baysal ile paylaştığı evinin bir esintisidir.
Askerliği de üniversite kaderinin teşbihidir ve askerlik yıllarında Milli Şef'in despot denilebilecek politikasına temas eder. Tam üç sene askerlik yapmak zorunda kalır ve on defa Milli Şef'in yasakladığı bıyık bırakma kuralına uymadığından dolayı sürgün edilir. Hoyrat ve istibdatla mündemiç otoritenin kestiği sürgün cezaları, hiçliğin ve zaten yeryüzünün sürgünlüğünün idrakinde olana sadece mücadele iştahını açar. Tarık Buğra açısından da bu böyle olur ve bu uygulanan politikaları eleştiren eserler kaleme alır. Çok partili hayata geçiş süreci ve Demokrat Parti'nin kuruluş yıllarını Dönemeçte romanında işler, yine bir milli şef politikası eleştirisi olarak kabul edilen Siyah Kehribar'ı kaleme alır.
Ona göre, savaş sonrası memleketi kuranlarla belli bir makama yükselenler aynı kişiler değildir. Bu düşüncesini Firavun İmanı, Küçük Ağa romanlarında eleştirel bir şekilde işler.
Aslında ezan ile sâlâ arası kadardır ömür. Bu kısa ömrün en büyük öğütlerinden, sürgünün sona erip asıl vatana yol aldıran, bir risale-i ameliyenin son noktası olan ölüm, modern insanın gündeminden kovulmuştur. Ondan hep korkulmuştur. Her ölüm her zaman tam vaktindedir. Modern dünyanın en büyük sanatı belki de insan ile ölüm arasındaki rabıtayı korumaktır, acı tecrübeleri hayra çıkarabilme kudretidir. Bu rabıtayı yaşamı ve fikriyle koruduğunu, acılarını ve tecrübelerini eserlerine işleyerek bize bıraktığını düşündüğümüz, bunun içinde eserlerine bolca tabiri caiz ise sıla-i rahim yaptığımız Tarık Buğra, 1994 yılında tüm yaşamışlıkları ve geride miras bıraktığı eserleri ile en sadık bekleyeni olan toprakla o müthiş buluşmaya uğurlanır.
Rahman onu ahirette ervâh-ı âliyelere komşu eylesin.
Mustafa Çağrı Soyer yazdı
Böylesi bir yazı, geleceği parlak bir kalemi, ileride heyecanla okunacak hikayeleri, romanları müjdeliyor. Okuduğumda memnun olduğum dünyabizim yazılarından farklı bir tat sezip biraz daha memnun olduğunu itiraf etmeliyim. Mustafa Çağrı Bey'e yazarlık hayatında başarılar dilerim. Özellikle bazı tabirler ayrı birer kitap olmaya layık. Bütün samimiyetimle bu tabirleri kaydettiğimi söylemek istiyorum. Ancak bazı tamlamalar ve kelimeler yazının insicamını bozmuş; bunlar yazıyı süslemek için gerekli diye düşünülse de okumayı zorlaştırıyor. Yazarlık yolunda en zoru sadeliğe erişmek. Bunu başabilmek için yazdığınız yazıları belki tekrar tekrar gözden geçirmeniz faydalı olabilir. Mustafa Çağrı Soyer imzalı kitaplara tez vakitte ulaşmak dileğiyle... dünyabizim ailesine genç yazarlara mecra olup yetişmelerine gösterdiği katkılardan dolayı da çokça teşekkür ediyorum.