Muhiddin, o haritanın peşinde!

'Puslu Kıtalar Atlası' nasıl ortaya çıkmış?

Muhiddin, o haritanın peşinde!

Elveda Gülsarı

Molla olduğu, sarığını bağlama şeklinden tut da şalvarına kadar her yerinden belli olan bir atlı geldi Gelibolu yakınlarına. Ebrar Çelebi, üzengiden ayağını çıkarıp atından atladı. Ellerini atın yelesinde gezdirdi. “Benim güzel Gülsarım” dedi. Kahverengiye kaçan bir sarı renkteydi at, o da boynunu yere eğdi. Çelebi, sevgiyle, atın, delikleri alıp verdiği nefesle büyüyüp küçülenAt nemli burnuna koydu elini. “Seninle çok uzun zamandır beraberiz. Şimdi seni bırakacağım ama bir yere bağlamayacağım. Ve sen bu sefer ben ıslığımı çalar çalmaz yanıma geleceksin. Tamam mı Gülsarım?”

At, onaylarcasına başını salladı. Çelebinin gözleri güldü. “Haydi, o zaman!” dedi ve koşum kayışını serbest bıraktı. At, kişneyip çelebinin etrafında tur atmaya başladı. “Maşallah!” diye bağırdı, “Nasıl da belli saray ahırından çıkma olduğun!” Gülsarı da bunu duymuşçasına durdu, şaha kalktı, ayakları vurunca yer sallandı sanki. Öyle bir kişnedi ki ötedeki tepelerden yankılandı sesi. Ardından tepelere doğru dörtnala koşmaya başladı. Rüzgâr yelesini savuruyordu. Çelebi bir “maşallah!” daha çekti. Ellerini ağzına götürdü, bir ıslık çaldı. Gülsarı hâlâ tepelere koşuyordu. Bir daha ıslık çaldı, sonra bir daha, bir daha…

Gülsarı artık, tepelerde sarı bir noktaydı. Elveda Gülsarı…

Korsan değil, bir çocuğu arıyordum

Ebrar Çelebi, beyhude, tepelere bakakaldı. Kafasını kaşıdı, kurumuş dudaklarını diliyle ıslattı, etrafına bakındı. Sonra olduğu yerde çöküp bağdaş kurdu. Heybesinden kağıt ve kalemini, hokkasını çıkardı. Seyahatnamesine şöyle bir not düştü:

“12 Rebiyülevvel 1481, hünkârımızın fermanı üzere yapacağım ziyaret üzerine yolda iken, Gelibolu’ya bir saat mesafede, Kara Memi ve Yeğen Hasan deyü nam salmış iki eşkıya ve on adamı [sonrasında onu silip beş yaptı.] tarafından kuşatıldım. Beyt-ül mal olan atım Gülsarı’yı cansiperane korumaya çalışsam da, onu almalarına engel olamadım, canımı zor kurtardım.”

Notunu bitirince tekrar bir umutla tepelere baktı ama bir şey göremedi. “Ya nasip!” dedikten sonra yaya olarak yola düştü. Meyve bahçelerinin, yemyeşil ağaçların arasından, kuş, rüzgar sesleri eşliğinde Gelibolu’ya doğru yürüdü.

DonanmaEbrar Çelebi, bizzat Sultan II. Bayezit tarafından Gelibolu’ya gönderilmişti. O günlerde, padişah, Konstantiniyye’nin de fethiyle geniş topraklara yayılan imparatorluğun ancak çok güçlü bir deniz gücü ile egemenliğini sürdürebileceğini düşünmüş, korsanlık yapan savaşçı Türkler’i donanmaya katılmaları konusunda davet etmek için ülkenin dört yanına elçilerini göndermişti.

Yalnız, Ebrar Çelebi’nin daveti vermek üzere gittiği kişi biraz daha farklı bir durumdaydı. Deneyimli bir korsan değil, bir çocuktu aradığı. Yanına gittiğinde söze nasıl başlayacağını düşünüyordu ki, aştığı yokuşun ardından mavi bir inci gibi Gelibolu göründü. Gözlerine Marmara’nın mavisi doldu. Hızlı adımlarla merkeze, oradan da limana indi. Çalışan balıkçılara bir selam verdi, çok dikkat çekmeden Muhiddin diye bir çocuğu aradığını söyledi. Ona Muhiddin’in gününün çoğunu merkezden uzak bir limanda semayı gözleyerek ve çizimler yaparak geçirdiğini söylediler.

Çelebi, hemen denilen yere doğru yollandı. Sahilde, elinde usturlabı, hesaplamalar yapan çocuğun aradığı kişi olduğunu tahmin etti. Sarışın, kavruk çocuksu yüzü ilerde nasıl birisi olacağının işaretlerini gösteriyordu. Uzun bir şahin burnu, gözlerini karanlıkta iki ışık huzmesi gibi gösteren derin göz çukurları vardı. 14-15 yaşlarında olduğu sakalsız yüzünden belli oluyordu, ancak yaşıtlarına göre epey gelişmiş bir vücut yapısı vardı.

Seyyah, biraz daha yaklaşınca Muhiddin’in üzerinde çalıştığı haritayı gördü. Gelibolu’nun kuşUsturlab bakışı bir görüntüsü, adeta birebir çizimi. Aradığı kişinin o olduğundan emin oldu ve yanına geldi: “Selamun aleyküm!”

Muhiddin, başını hesaplarından kaldırdı, kılık kıyafetinden zararsız birisi olduğunu anlayınca selamını aldı, “Aleyküm selam molla ağa!” Çelebi, haritayı incelemeye başladı:

“Ne kadar gerçekçi bir harita, sen mi çizdin?”

“Ben çizdim ya, nasıl?”

“Kusursuz diyebilirim” dedi ve gözleri usturlaba kaydı. “Ne kadar güzel bir usturlap, Venedikliler’in kullandığı cinsten. Onlardan mı aldın?”

Muhiddin muzırca gülümsedi, “Onlardan aldım molla ağa; ama haberleri yok!”

Çelebi de güldü, “Peki genç korsan, bana anlatır mısın bu usturlabı nasıl kull…” Muhiddin’in gözlerini başka yere diktiğini görünce lafını yarıda kesti Çelebi. Gözlerin işaret ettiği tarafa baktı.

Üç Venedikli ve bir çocuk

Karşıdan sel baskını gibi gelen üç atlı Venedikli geliyordu. Muhiddin, boynunu büktü, “artık haberleri var…” dedi. Çelebi, “kaçalım!” dese de üç kızgın atlıya karşı yayan olarak nereye gideceklerini bilemedi. Yakınlarda bir ağaç gördü, “belki, ağaca çıkamazlar” diye ağaca çıkıp aşağıda sıkılmalarını beklemeyi düşündü. Olmazdı, ölü taklidi yapsa?...

Bunları düşünürken atlılar geldi ve iki tanesi atlarından indi. Uzun boylu olanın elinde kendisi gibi uzun ve ince bir kılıç, kafasının üzerinde sadece bir tutam saçı bağlanmış olan iri ve kaslı olanın elinde ise bir gürz vardı. Üçüncü Venedikli ise atından inmemiş, elinde meşin kırbacıyla bekliyordu. Çelebi korkudan kalakalmış iken, Muhiddin’in çoktan iki eline gaddare bıçaklarını alıp Venedikliler’e doğru yürüdüğünü gördü. Çocuk kaçmamış, ölümüne gidiyordu.

Muhiddin’in iki elinde gaddare bıçağı, kolları iki tarafa açık geldiğini görünce, Venediklilerden uzun boylu olanı acıyarak gülümsedi ve öne atıldı. Kılıcını Muhiddin’e doğru savurdu. Muhiddin gelen kılıca doğru sıçradı, kılıç üzerinde kendi gözlerinin yansımasını görecek kadar yaklaştı ve kılıç adeta yüzünü yalarken kendini yere attı. Yuvarlanıp, Venedikli’nin arkasına geldi ve zıpladı. Bıçağın sivri yerini değil de sapını ensesine geçirdi!

Afallayan Venedikli, kendini geriye attı. Kılıcını Muhiddin’e doğru uzattı, bu sefer hamle için o kadar acele etmedi. Sağa sola adımlar atarak, hasmının boş bir anını yokladı. Muhiddin de nefes nefese kalmıştı ama hâlâ yüzünde çocukça bir gülümseme vardı. Sol elindeki bıçak ile kılıca vurdu, bunu gören Venedikli hemen kılıcıyla ona doğru hamle yapmak istese de, diğer bıçak gelen hamleyi savuşturdu, gövdesi kılıçla paralel ilerledikten sonra bu sefer Venedikli’nin karnına dirseğini geçirdi. Venedikli yine sendeledi ama hasmının hamleleri onu yıkamayacak kadar cılızdı. Bu oyunu izlemekten sıkılan ikinci Venedikli, eline gürzü aldı, Muhiddin’in arkasına yavaş yavaş yaklaştı.

Meşin kırbaç şakladı, yağız at kişnedi

Ebrar Çelebi korkudan kaskatı kesilmişti, ağzını açtı, “Arkanda!!!” diye bağırmaya çalıştı ama boğazından hiçbir ses çıkmadı. Venedikli, gürzü kaldırdı, yanlamasına Muhiddin’i ikiye ayırırcasına savurdu. O an, Muhiddin hiç arkasına bakmadan öyle bir eğildi ki, gürz diğer Venedikli’nin kılcına çarptı ve kılıç uzaklara fırladı.

Çelebi ‘sanki hesaplamış gibi…’ diye düşündü, ya da yukarıdan kavgayı izliyormuş gibi… Bu sırada, Muhiddin iki Venedikli ile çarpışırken, üçüncüsü, Ebrar Çelebi’yi gördü ve kırbacını ona doğru salladı. Meşin kırbacı şakladı, derken yağız bir at kişnedi! Çelebi bacağına gelen kırbacın acısıyla beraber “Gülsarı!” diye bağırdı.

Gülsarı, Çelebi’nin onu serbest bırakmasıyla tepelere, olanca yeşilliğe doğru koşmaya başlamıştı. Durup tepeleri inleterek kişnedi, derken kişnemesinin yankısı ona başka bir atların çağrısıymış gibi geldi. Uzunca bir süre kendi yankısını bir o tepede bir bu tepede nafile kovaladı. Neden sonra, aradığı atları bulamayacağını anlayınca sahibini hatırladı ve onu bıraktığı yere gitti. Orda da bulamayınca, sahibinin kokusunu takip ede ede limana kadar geldi. Atlara özgü bir içgüdü ile sahibine zarar veren adamı gördü, delicesine kişnedi ve eli kırbaçlı Venedikli’nin üzerine doğru yel gibi koştu. Şaha kalktı ve Venedikli kaçamadan onu yerle yeksan etti. Öbür taraftan ise kılıcı düşmüş olan Venedikli’nin dikkati dağılınca, Muhiddin ayağına çelme taktı ve düşürdü. İri yapılı olanın “bir usturlab için değmez itin enciğiyle cenk etmeye!” demesiyle, atın ayakları altında kalanı da alıp uzaklaştılar.

Muhiddin, nefes nefese kalmıştı. Ebrar Çelebi, kollarını açarak ona doğru koştu. “Maşallah yiğidim!”

“Yaklaşma sakın! Ben ikisiyle birden mücadele ederken sen neredeydin korkak molla?”

Çelebi bir an durdu, devasa bir haklılık payı olan Muhiddin’e baktı, omuzlarını yaydı, padişahın fermanını ve mührünü gösterdi, “Şu hatt-ı hümayuna bak hele! Hem padişahımız seni denemem için beni gönderecek, hem de şu kollarımla [cılız kollarını gösterdi] şunlara iki sille vurup seni mi kurtaracaktım?” Muhiddin, Çelebi’ye acımayla, fermana ise saygıyla baktı. Yüzünde bir kabullenme ifadesi ile, “Peki molla, öyle olsun.” Yere çöktü. “Madem öyle, söyle bana, padişahımız benim gibi birisi için neden seni göndersin?”

Başka var mı çizdiğin harita?

Çelebi, Muhiddin’in haritasını gösterdi: “Çok maharetli bir haritacı olduğunu duydum.”

“Koskoca cihanda bir ben miyim maharetli haritacı? Kusura bakma molla efendi. Sen yanlış kişiye geldin.” Muhiddin’in gülümsemesi yüzündeki telaşı silemiyordu. Çelebi, bakışlarını Muhiddin’in kaçırdığı gözlerine dikti. “Muhtemelen senin kadar güzel harita çizebilecek binlercesi vardır, yalnız senin gibi usturlabı bile kullanmasını bilmeden çizebilecek kimse olduğunu sanmıyorum.”

“Ama….”

Çelebi, bir harita daha çıkardı. Yine Gelibolu’nun detaylı bir haritası. Haritanın altında 3 gün öncesinin tarihi vardı. “Bu senin çizdiğin ilk harita. Dikkatsiz bir göz bunun çok güzel, birebir bir harita olduğu dışında bir şey düşünmez.” Hafif öksürerek kendini gösterdi. “Öhm! Bu ilme son derece vakıf birisi bunun sadece usturlap ile çizilemeyeceğini görebilir. Kaldı ki, sen sahilde usturlap kullanıyor gibi gözükmeye çalışırken yüz arşından dikkati çekiyorsun. Şimdi bana söyle bu ikisi dışında çizdiğin bir harita var mı?”

“Yok. Bu haritayı Uzun İhsan Efendi’ye satmıştım…” Çelebi derin bir nefes verdi. “Çok şükür, harita bana güvenli ellerden ulaşmış. Şimdi bana anlatır mısın? Nasıl oluyor da, hiçbir şey kullanmadan bu haritayı çizebildin?”

Muhiddin, avuçlarını açarak ellerini iki yana uzattı. “Keşke anlatabilsem… Ben… Görüyorum ama bu senin beni ya da etrafını görmen gibi bir görme değil. Gözünü kapatınca karanlığa boğacağın bir görme de değil… Gözlerini kapasan da denizin hâlâ karşında olduğunu bilirsin ya... Anlatması öyle zor bir şey ki...”

Şiir yazmaktan vazgeçirdim

“Peki” dedi Çelebi. “Biliyor musun? Vakti zamanında bir arkadaşım vardı. Şiirler yazardı ama insanlara göstermekten utanırdı. O yüzden şiirlerini sadece bana gösterir, ben beğenirsem insanlara sunardı. Şimdiye kadar okuduğum en güzel şiirlerdi onun yazdıkları. Bir gün bana şöyle bir beyit gösterdi, hiç unutmuyorum,

On sekiz bin âlemi seyr eyledik uçtan uca

Millet-i sultân-ı aşkın peyk-i reh peymâsıyız

Ben de ona, “bir şair on sekiz bin âlemi nasıl görebilir” diye sordum. O da bana onun sadece bir benzetme olduğunu söyledi. Ama gözlerindeki parıltıdan başka manalar okudum ben. Konuyu ara ara bir şey hissettirmeden tekrar tekrar sordum. Her seferinde aynı cevabı verdi. Ta ki bir gün gözlerindeki parıltıyı bana açıklayana kadar.

“Yıldızlar” dedi bana, “Güneş kaybolunca gözüküyorlar gözlerimize. Hiç düşündün mü, belki onlar başka dünyalardan semaya açılan pencereler. Biz nasıl her yıldızda o pencereden başka dünyaların ışıklarını görüyorsak, bizim dünyamız, bu sema, bu gökkubbe de onların dünyalarında sadece gökyüzünde bir yıldızın parıltısından ibaret olamaz mı?”

Ben de ona güldüm. Dedim ki: “Hiç öyle şey olur mu? Yıldızlar, uzayda duran dünya gibi toprak kütleleridir. Geceleri güneş aydınlatır, biz de onları parlak görürüz.”

“Sonra ne oldu?” diye sordu Muhiddin. “Sonra gözündeki ışık söndü, şiirlerini yırtıp attı ve asla başka bir şiir yazamadı.”

İkisi de bir süre sustular.

Puslu kıtalar atlası koyarım adınıPuslu Kıtalar Atlası kitap kapağı

“Yani?”

“Yani Muhiddin Reis, tılsımı bozmaktan korkuyorum.”

“Anladım molla ağa” dedi Muhiddin. “Adım Muhiddin Pîri. Bana diyeceksen Piri Reis de.”

“Tamamdır Piri Reis! Öyle olsun.”

“Şimdi, bu özelliğini kimseler bilmeyecek, beraber Âsitâne’ye gideceğiz ve sen Osmanlı donanması koruması altında seferlere çıkacaksın. Ve emin ol, hiçbir yerde yaşayamayacağın kadar macera yaşayacak, en bilinmedik yerlerin haritalarını çıkaracaksın.”

Muhiddin güldü: “Belki de tüm dünyanın haritasını çıkarırım.”

“Neden olmasın?”

“Adını da ‘puslu kıtalar atlası’ koyarım!”

“Orası sana kalmış” dedi Ebrar Çelebi ve beraber İstanbul’a doğru yola koyuldular.

Hakan Öztürk bir seyyahın peşine takıldı

YORUM EKLE
YORUMLAR
Enes Yalçın
Enes Yalçın - 13 yıl Önce

Ama olmaz ki ama.. hani ya pekmez hani ya odun? :)

sena binbay
sena binbay - 13 yıl Önce

Maaşallah Hakan Çelebî...Yazılarınızı dört gözle takip ediyorum..Maceranın devamını bekliyoruz efenim