İsmail Habib Sevük, yirmi yıl boyunca Anadolu coğrafyasına yaptığı seyahatlerinden notlarını “Yurttan Yazılar” adıyla kitaplaştırmış. İlk baskısı 1943’te yapılan kitabı bu yılın başında Ötüken Neşriyat tekrar bize kazandırmış. “Bir de bakmışım ki kırk defter doldurmuşum” demiş önsözde yazar. Ortaya, her ne kadar ideolojisinin egemenliğinden sıyrılamamış da olsa, memleketine sevgiyle sarmalanmış bir bakış açısıyla dolaşmış gözlerin ürünü bir kitap çıkmış.
Sevük, “Vatan, vatanı bilmediğimiz için çöküyor.” demiş. Evet, seyahat öğretiyor ancak bilmek gerekir ki, Sevük bu yazılarında vatanı bilmeye çalıştığı kadar onu kurguluyor da. Bazen kendi görmek istediği şekilde etnik ve dinî yapının oranlarıyla oynadığı gibi bazen de bir şehri külliyen mutaassıp ilan edebiliyor, son derece yüzeysel ifadelerle. Kitap boyunca bu taassubun onun gözünde ne anlama geldiğine dair geniş bir tarife rastlamıyorsak da laik olmayan hemen herkesi bu çatı altında toplayan toptancı bir bakışı olduğu söylenebilir.
“Hakka ki tam iyş ü işret yeridir!”
İsmail Habib Sevük’ü gezdiği yerler hakkında tarihî bilgiler verirken de buluyoruz sık sık. Benim en çok merak ettiğim kısım da elbette memleketim Trabzon’a dair sayfalardı; torpil geçtiğimi saklayacak değilim. Diğer her yerde olduğu gibi elindeki repertuar bakımından zenginliğini ortaya koymuş yazar. Sözgelimi “Trabzon Tarihi” müellifi Şakir Şevket’ten iktibasla şehrin adının nereden geldiğini bulmaya çalışırken, Trabzonlu bir pehlivanın altın paranın tuğrasını parmağıyla silip bozuvermesi ve şehre ondan sonra ‘tuğrabozan’ denilmesini aktarmış. Kitap boyunca Sevük’ün yanıbaşından hiç ayrılmayan Evliya Çelebi’ye göre ise Sultan Fatih, şehri fethettikten sonra havasının letafetinden hoşlanıp ‘tarab-efzun’ diyor ve öyle kalıyor. Evliya Çelebi eklemiş: “Hakka ki tam iyş ü işret yeridir!”
On sekizinci asır başında şehri gezen Tournfort, şehrin büyük olduğunu fakat hepsi de birer katlı evlerden çok ağaç ve bahçe göründüğünü söylemiş. Bugün şehir için bu geçerli değilse de merkezden azıcık uzaklaşmaya başladığınızda hâlâ ekseriya böyledir Trabzon. Elisée Reclus, şehrin denize çıkıntısını iri bir kazmaya benzetirken Hammer’in Fransızca mütercimi, ahalinin o devirlerde “bir burundan geriye doğru yayılan şehri tavusa benzettiğini” yazmış.
“Tarih-i Vâsıf” Trabzon halkından bahsederken sert ve dik başlı olduklarını söylerken “huşunet ve ruunetle meşhur” olduklarını zikretmiş. Bu günümüzde de böyle ama şimdi kimse inkâr etmesin; ortalama bir Trabzonlu, bir kalabalığı tek başına güldürecek kadar argüman sahibi değil de nedir aynı zamanda? Memleketin yaşayan en karakteristik insanları hâlâ kuzey-kuzeydoğu tarafından çıkıyor. Karakteristiklik demişken, “Vâsıf”ta zikredilen bir başka gelenek de günümüze kadar -her ne kadar şimdilerde şedit olmasa da- gelmiş durumda: “Hiçten bir bahane ile silaha sarılma” refleksi o zamanlarda dahi varmış ahalide.
Bu silah meselesi elbette bir yerden sonra umumî asayişi ilgilendirir. Nitekim ilgilendirdiği de vakiymiş. Vaka Üçüncü Mustafa zamanında, on sekizinci asır ortasında geçiyor: “Tedibe Canik Beylerbeyi Süleyman Paşa memur edilmiştir. Trabzon’a bir bora gibi çökmüş. Sehpalar, satırlar; hiç durmadan gırtlaklar kementlenip kelleler uçuruluyor. Yaptığı işin mükâfatını görmüş, Süleyman Paşa vezir olmuş.”
“Hülasa berbat bir balık”
Hamsiyi de es geçmeyelim, tarihçilerin geçmediği gibi. Evliya Çelebi, hamsinin çeşit çeşit yemeğinin olduğunu söylermiş; kebabı, çorbası, pilavı hatta baklavası: “Hele pilakisine doyum olmazmış. Balığın şifalı hassaları da çok: Yedi gün devamlı yenirse kuvve-i bâhiye (şehvet gücü) fevkalhad artar, ağrı cinsinden hastalıklar varsa geçer ve balığın başı tütsülenirse evden yılan çiyan ne varsa hepsi kaçışırmış!”
Evliya Çelebi hamsinin methinde iken Kâtip Çelebi o kadar da iyimser değil ona karşı. Trabzon ahalisinin hamsiye ‘hapsi’ dediğini, üç fersah mesafeden işitilen borularla hamsi çıktığının halka ilan edilmesiyle insanların nasıl hemen oraya üşüştüğünü anlattıktan sonra hamsiyi hazmı ağır, kışın fena fena kokan, “hülasa berbat bir balık” olarak tavsif etmiş.
Gelelim şu hoyratlık meselesine. “Siz tarihlerin zaman zaman Trabzonlular’ı asi ve baği gösterişlerine bakmayın” demiş yazar, “insan aldanır ve tarihi insan yazar.” Rahmetli Cenap Şahabettin dermiş ki: Aynı toprağa tarla hâlinde bak, sütnine; mezar hâlinde bak, sırtlan. Aynı hakikatin kimimiz sağından çekeriz, kimimiz solundan. Belki Karadeniz’in dağlarındaki gitgide daha seyrek rastlamaya başladığımız aykırı karakterli amcalara bir de Cenap’ın dediği gibi bakmak lazım.
Sadullah Yıldız, memleketine hasretle yazdı