Prof. Dr. Muhammed Kutub, uzun yıllar Batı’da akademisyenlik yapmış ve burada inandığı ve bir ömür sabit kadem olmaya gayret ettiği İslam’ı duyurmaya çabalamıştır. “Çözüm İslâm’dır” diye seslenmiş bir isimdir Muhammed Kutub. Bilhassa laikliği devlet şiarı haline getirmiş olan Avrupa devletlerinin “Dinin dünya hayatının herhangi bir işine müdahale etmesi doğru değildir, din, yalnızca kul ile Rabbi arasındadır” düsturuna karşı Muhammed Kutub, dünya hayatının işlerine dinin karışmamasının her türlü kötülüğün kaynağı olacağına işaret etmiştir.
Batı’nın ortaçağda yaşamış olduğu serüvenin, yanıltılmış bir serüven olduğuna dikkat çekmiştir Muhammed Kutub. Batı, dinin gerilik ve karanlıkların kaynağı olduğunu söylediğinde, bu söylem üzerine inşa edilen devlet sisteminin de yegâne sistem olduğunu tüm Müslüman ülkelerin kabul etmesini yanlış bulur Kutub. Başkalarının gözlerini emanet alarak önlerinde gördükleri manzaranın bozulması için değil de, onlarla görsünler diye Allah’ın kendilerine bağışlamış olduğu gözleri ile dönüp görmeleri için gayret sarf etmiştir.
İslam ümmete karşı bir delildir
İslam, Allah’ın indirmiş hâli ile ümmete karşı bir delildir. Ümmetin herhangi bir kuşağının İslâm’a delil olamayacağını söyler Muhammed Kutub. Müellifin Beka Yayınları'ndan çıkan ‘İslam Budur’ isimli çalışması, baştan sona bu söylem üzere temellenmiş bir çalışmadır. Bu sözden hareketle, Batılıların eliyle İslâm ümmeti içinde meydana getirilmiş kişilerin, kurumların ve çeşitli olguların hiç birinin İslâm’a karşı bir delil olamayacağını; aksine İslâm’ın ortaya koyduğu kaidelerin ve Hz. Muhammed (s.a.v.)’in yaşamış olduğu hayatın ümmete delil teşkil ettiğini vurgular Muhammed Kutub.
Yönetim şekillerinden demokrasinin de, “İslâm, hayatın problemlerini çözmeye elverişli değildir. Çünkü o, insanların yalnız dışarıdan değil, içten de temiz olmalarını şart koşar. Bu ise yerine getirilmesi zor bir taleptir. Demokrasi ise böyle bir şart koşmuyor. İyisi de kötüsü de onu uygulayabilir. Bu bakımdan onun gereklerinin yerine getirilmesi daha kolaydır ve insanların problemlerini çözme gücü daha fazladır.” söylemiyle, İslâm’a karşı bir olgu olarak meydana getirildiğini belirtir Muhammed Kutub. “İslâm, insanların problemlerini çözemez. Çünkü o, herhangi bir disiplini bulunmayan bireysel vicdana dayanır. Demokrasi ise birtakım kurumlar aracılığı ile faaliyet gösterir.” lakırtısıyla demokrasinin, İslam’ı yok saydığını aktarır Muhammed Kutub.
Allah’tan başka kurtuluş yoktur
‘İslam Budur’ isimli eserinde, Prof. Dr. Muhammed Kutub, ümmeti uykusundan uyanmaya ve Allah’a samimi bir şekilde dönmeye çağırır. ‘Değişmeyen ve Değişen Nedir?’ sorusundan hareketle, ‘İslam’da Siyasal Adalet’, ‘İslam’da İktisadi Adalet’, ‘İslam’da Sosyal Adalet’, ‘Kadın- Erkek Eşitliği’, ‘Rabbani Düzende Suç ve Ceza’ konuları üzerinden, İslam’ın nasıl saptırıldığını, hakikatine uygun olmayan bir şekilde anlatıldığını ortaya koyar Muhammed Kutub. Kurtuluşu da İslam’da görür. Çünkü, “Allah’tan başka kurtuluş yoktur.”
Muhammed Kutub, kitabının ilk bölümünde insanın özüne ilişkin olgularının değişmediğini, yalnızca bunları karşılama şekillerinin değiştiğini aktarır okuyucuya. Mesela, insanlar vaktiyle mağaralarda yaşarlardı. Daha sonra insan uygarlaştı, kendisine çalı çırpıdan, ağaç dallarından, kerpiçten, betondan evler inşa etti. Son raddede gökdelenler inşa etti. Kaldığı mekânı elektrik, su vb. araçlarla zenginleştirdi. Fakat değişen neydi? Özü itibariyle mesken edinme arzusu mu yoksa insanın mesken edinme arzusunu gerçekleştirdiği şekil mi? İnsanın yalnızca mesken ihtiyacı değil, daha birçok farklı ihtiyacı göz önüne alındığında değişenin öz olmadığı aşikar. Tarih boyunca öz aynı kalmış, insan ihtiyacını karşılayacak araçlar değişmiştir. Zamanla insanların yeni ihtiyaçları gelişen araçlarla vuku bulmuş; kimi zaman da insanın ihtiyaçlarının çoğalması yeni araçlara ihtiyaç doğurmuştur. Ancak ‘öz’ aynıdır. İnsanın ihtiyaçları… İnsan noktasından hareketle Muhammed Kutub, İslâm’ın insan fıtratında değişmeyen sabitlere yoğunlaştığını ve onlar hakkında değişmez ve teferruatlı şer’i hükümler indirildiğini ve onları, herhangi bir değişikliğe uğratmaksızın oldukları gibi uymayı emrettiğini aktarmıştır. Görüldüğü gibi İslam’ın gayesi, ilk noktada insandır.
Günümüz dünyası bir çağdaş cahiliye dönemdir
Prof. Dr. Muhammed Kutub, günümüz dünyasını ‘çağdaş cahiliye’ olarak adlandırır. Çünkü Muhammed Kutub’a göre cahillik, Kur’ân terminolojisinde ulûhiyetin gerçeğini bilmemek ve Allah’ın indirdiklerine uymamak anlamındadır. Bu adlandırma, Avrupa’nın Rönesans cahiliyesinden kalma bir mirastır. Ortaçağın kilise cahiliyesi döneminde, engizisyon mahkemeleri dönemi, dünya tarihinde ortaya çıkmış en büyük zulüm dönemidir. Avrupa tarihinin tam on yüzyılını kuşatan bu dönemde var olan uygulamalar, Hz. İsa’ya indirilmiş olan Allah’ın dinine dayanmayan, tamamen ‘din adamları’nın egemenliği ve bu egemenliklerini Allah’ın dininden alabildiğine uzaklaşmış hâlleri ile gerçekleştirmesine dayanır. Kiliseye itaat etmeyenlerin diri diri ateşe atıldığı bir dönemdir bu dönem. Böylesi bir sisteme karşı koyuş olarak ortaya çıkan Rönesans, insanın bütün çaba ve gayretlerini dünyaya yöneltip ahireti ihmal eden, Allah’ı yüceltecek yerde insanı yücelten ve ruhun aydınlıklarını söndürmek için cesedin galeyanını körükleyen bir hayat düzenini haiz yeni bir din ikame ettirmiştir.
Rönesans ile ortaya çıkan bu yeni dine karşı da Yahudiler, kiliseye karşı olan intikamlarını alacaklardır. Çünkü kilise Yahudilere karşı da ciddi bir baskı uygulamıştır. Bu sebeple Yahudiler de inanç ve yaşayış itibariyle o dini ayakta tutan her bir şeyi tahrip etmek için çalışmışlardır. Bu noktada ellerindeki Talmut’ları açıkça ortaya koyan Yahudiler, Rönesans ile başlayan yeni maddeci dünya düzeninde inanç ve ahlâkı bozmak için gayret sarf etmişlerdi. Nitekim bu noktada, Marks, Freud ve Durkheim gibi isimler sahneye çıkmış ve üzerlerine düşeni yapmışlardı. Bu isimler din ve ahlâkı yıkmak için tarih sahnesindeki yerlerini almışlardı. Din hususunda Marks “Din, halkın afyonudur.” söylemiyle tavrını ortaya koymuş, Freud ise dinin bir “oidipus kompleksi” denilen, baskılanan cinsel bir kompleksten ortaya çıktığını ileri sürmüş ve Durkheim ise, beşeriyetin kültür birikiminin üzerini çizmiştir. Ahlâkı bir iktisadi süreç olarak ele alan Marks, ahlâkın bir iktisadi aşamayla diğer bir iktisadi aşama arasında değiştiğini ve bununla birlikte cinsellik ve iffet noktasında dikkatli olmanın da geri kalmış ekonomik toplumun ahlâki özelliklerinden kaynaklandığını bu sebeple cinsel özgürlüğün evrimleşmiş sanayi toplumlarının genel karakteristiği olduğunun altını çizmeden geçmemiştir. Marks’ın virgül koyduğu noktadan Freud, ahlâkı, insanın psikolojik komplekslere ve sinirsel bunalımlara maruz kalmasına sebep teşkil eden birtakım baskı unsurları olarak nitelemiştir. Tam özgürlük için cinsel güdülerin üzerindeki baskıların kaldırılması gerektiğini ısrarla belirtmiştir
Dinsel bağnazlıktan dinsiz bağnazlığa
Muhammed Kutub, Marks, Freud ve Durkheim örnekleri üzerinden ‘çağdaş cahiliyenin’ ne menem bir şey olduğunu aktarmıştır okuyucuya. Sonuç olarak Avrupa, kilisenin on asır boyunca kan kusturan anlayışını, Haçlı Savaşları, ticari ilişkiler, Endülüs'teki uygarlık ilişkileri, İslami ilimlerin Latince ve Grekçe’ye tercüme edilmesi şeklinde üç pencereden İslam dünyası ile ilişkiye girince kırmıştır. Fakat bu sefer de müthiş bilimsel bir ilerilik, ekonomik servet, savaş gücü ve insanların gözünü kamaştıran siyasi hegemonya Avrupa’yı dinsel bağnazlıktan dinsiz bağnazlığa itmiştir. Muhammed Kutub, bu sebeple, çağdaş cahiliyenin en büyük mikrobunun insanın Allah yerine kendisini ilâhlaştırması olduğunu söyler.
Nitekim çağın ateistlerinden biri olan Julian Huxley, Man in The Modern World isimli eserinde: “Şüphesiz insan geçmişte aciz olması ve bilgisizliği sebebiyle Allah’a boyun eğmiştir. Fakat şimdi artık o bilgi sahibidir ve çevresine egemen olmuştur. O hâlde acizlik ve bilgisizlik dönemlerinde Allah’ın omuzlarına yüklediği yükü kendisinin omuzlamasının zamanı gelmiştir. Böylelikle kendisi Allah oluverecektir” diyerek çağdaş cahiliyeyi zirve noktasına çıkarmıştır. Buna karşı Kur’ân, hem bu yaşananlar karşısında eyvallah verenler hem de hükmetme konusunda kafası karışık olanlar için açıkça âyetini sunar: “Ve (Ey Rasulüm) sana ellerindeki kitapları tasdik edici (doğrulayıcı) ve onu koruyucu olarak bu Kitab’ı hakk ile indirdik. Artık onların aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet ve sana Hakk’tan gelenden ayrılıp da onların hevâlarına uyma. Sizden hepiniz için (tek) bir şeriat, ve açık bir yol belirlemiştik. Ve Allah dileseydi, elbette sizi tek bir ümmet yapardı. Ancak bu sizi, verdikleri ile denemek içindir. O halde hayırlarda yarışın! Sizin hepinizin dönüşü Allah’adır. O zaman hakkında ayrılığa düştüğünüz şeyleri, size haber verecek. Ve onların aralarında Allah’ın indirdiğiyle hükmet, onların hevâlarına uyma. Allah’ın sana indirdiği şeylerin bir kısmından seni fitneye düşürmelerinden sakın. Bundan sonra eğer (Hakk’tan) yüz çevirirlerse, o taktirde bil ki artık Allah, bazı günahları sebebiyle, onları bir musibete uğratmak istiyor. Muhakkak ki insanların çoğu gerçekten fâsıklardır.”
İslam’da siyasi adalet
Muhammed Kutub, siyasi eylemler hususunda İslam’ın tembihini okuyucuya aktarır. İslâm yöneticiyi seçmeyi ümmetin işi olarak değerlendirir ve yasamaya da, yönetene de, yürütene de Allah’ın indirdiklerine uymayı emreder. Allah’ın indirdiği ile hükmetmeyen kişiler içinse Kur’ân’da üç nitelik yer alır. Bunlar, kâfirler, zalimler ve fasıklardır. Kur’ân-ı Kerim’in yaptığı bu sınıflandırmaya bilhassa dikkat çeker Muhammed Kutub ve hükmetme hususunda Allah’ın kural ve kaideleri dışında bir hükmün, insanın âkibetine getireceği sıfatlara vurgu yapar. Fakat demokrasi hususunda bu katı tavrına rağmen, Muhammed Kutub, şu açıklamayı yapmadan geçemez: “Peşinen şunu söyleyelim ki Müslümanlar için demokrasi, tarihinin birtakım dönemlerinde bu ümmetin yaşadığı ve bugün diktatör askerî yönetimler altında yaşamakta olduğu yönetimlerden de pek çok yönden daha üstün ve daha adaletlidir.”
Ancak Muhammed Kutub’un, demokrasinin yapı ve uygulaması hususundaki tavrı nettir: “Demokrasi ilk göründüğü şekli ile güzel bir tiyatrodur. Sokaktaki adama hükmedenin kendisi olduğu izlenimini verir. Hâlbuki gerçekte egemen olan, hayatın bütün alanlarının emrine verilmiş olduğu sermayedir.” Bu tiyatronun perde arkasında, çok az insan gerçekte sermayeyi temsil eden ve sermayeye hizmet eden kimselerdir. Bu havzada alınan kararlar, Muhammed Kutub’a göre, silah sanayii ile yaşayan veya petrolü ele geçirmeye gayret gösteren büyük sermaye kurumlarının kararlarıdır. Demokraside kararın sağlıklı olup olmadığına bakılmaz, çünkü esas olan, kararı alacak olan mecrada kabul edenlerin sayısının nicel fazlalığıdır.
İslam’da ise siyasal adaletin en büyük temeli, insanları yasamadan alıkoymak ve yasamayı Yüce Allah’ın katısız hakkı olarak ortaya koymaktır. Şeriat koyucu O’dur ve ölçüyü koyan da O’dur. A’râf suresinin 54. âyetinde şöyle buyrulur: “Bilesiniz ki, yaratmak da emretmek de O’na mahsustur.” Böylelikle Allah-u Zü’l-Celâl, zenginleri ve fakirleri ile beyazları ve siyahları ile bütün beşeriyetin faydasına olan, hepsini uymakla yükümlü tuttuğu ve hepsinin menfaatini gerçekleştirebilecek tek bir şeriat koyar.
İslam’ın siyasi adaletinin ikinci önemli esası ise, yönetenin de yönetilenin de Allah’ın indirdiğini yerine getirmekle yükümlü tutulmasıdır. Hz. Ebubekir’in “Ben Allah’a ve Rasûlü’ne itaat ettiğim sürece siz de bana itaat ediniz. Eğer Allah’a ve Rasûlü’ne itaat etmeyecek olursam benim sizin üzerinizde bir itaat hakkım olmaz.” buyurması, mevzunun en güzel örneğidir.
İslam’da siyasal adaletin üçüncü kaynağı ise şûrâdır. Şûrâ Suresi’nin 38. âyeti olan “Onların işleri, aralarında danışma iledir. Kendilerine verdiğimiz rızıktan da harcarlar.” gereği, Muhammed Kutub, siyasi yapıda olmazsa olmazlardan biri olarak şûrâya dikkat çeker.
İslam’da siyasal adaletin dördüncü ve temel ilkesini ise Muhammed Kutub, “Yüce Allah’ın mü’minlere içtihat etmelerine izin verdiği bir husus, indirmiş olduğu Kitabı’nda ve Rasûlü’nün sünnetinde tespit ettiği değişmezlerle irtibatlıdır.” şeklinde bildirir.
İslam’da iktisadi adalet
Muhammed Kutub, İslam’da iktisadi adalet hususunu, aslolarak dört temelde aktarır: Faiz, zekat, tefakül ve mirasın paylaşılması.
Faiz, yalnızca İslâm’da değil, bütün semavî risaletlerde lanetlenmiştir. Fakat faizin ağababaları olan Yahudiler, heva ve arzularının yolunda duran ve Tevrat’ta yerini almış bulunan Rabbânî naslarla, üzerinde bulundukları fesadı haklı göstermek için istedikleri gibi oynamışlardır. Örneğin Tevrat “Kardeşine faiz satma” derken, Yahudiler, “kardeşten kasıt Yahudi değildir, burada kast edilen Yahudiye faiz satma demektir. Ümmîlere ise faiz yoluyla mallarını almak Yahudiye helaldir, mübahtır” düsturunu geliştirmişlerdir. Bu sebeple, Kur’ân-ı Kerim’de Âl-i İmran suresinin 75. âyetinde haklarında durum beyan edilmiştir: “Bu da onların, ‘Ümmîlere karşı yaptıklarımızdan dolayı bize vebal yoktur’ demelerindendir. Allah adına bile bile yalan söylüyorlar.” Kur’ân-ı Kerim’de Allah faizi kesin kesin haram kılmıştır. Bakara Suresi’nin 275-279 âyetlerinde yer aldığı şekliyle faiz yiyenler kabirlerinden, şeytan çarpmış kimselerin cinnet nöbetlerinden kalktığı gibi kalkacaklardır ve her kim faize dönerse, işte onlar cehennemliktir, orada devamlı kalacak olanlardır.
Faiz hususunda Kur’ân-ı Kerim’in beyanatı oldukça açıktır. Ancak rasyonalite ağına kendisini kaptırmış olanlar için geçen yüzyılın kırklı yıllarında bir Alman uzmanın faiz ile ilgili hazırlamış olduğu bir raporunda yer alan ifadelerine de yer verelim: “Faizin kaçınılmaz kesin sonucu malın, sayısı sürekli olarak azalan bir kesimin elinde daha çok toplanması, buna karşılık sayısı sürekli olarak artan bir kesim arasında fakirliğin artmasıdır.” Alman iktisatçının yaptığı bu tespiti devletler bazında ele aldığımızda ise verdiği borçlar karşısında başka devletleri köleleştiren devletlerin ortaya çıktığını görüyoruz.
İslam’da iktisadi adaletin ikinci temel maddesi ise zekâttır. Zekât, zenginler üzerindeki fakirlerin hakkıdır. Devletin bu hakkı toplaması ve Allah’ın Kitab’ında sözü edilen harcama yerlerine paylaştırması durumunda toplumda tertemiz bir ekonomik hareketlilik ortaya çıkar. İslâm, sermayenin artırılması için birtakım şartlar tayin etmiştir zaten. Bunlardan bazıları gasp ve hırsızlık yapmamak, temel ihtiyaçları karaborsa yoluyla gidermemek, çalıştırılanların malını yememek, israf etmemek ve başkalarına karşı böbürlenmemektir.
Zekâtın yanında İslam’da üçüncü temel esas tekafüldür. Tekafül, dayanışma demektir. İslâm toplumunun olmazsa olmazıdır. İslam toplumu Ömer b. Abdülaziz zamanında -kısa bir dönem için dahi olsa- yeryüzünde iktidar döneminden sonra en üstün ideal tablosuna erişmiştir. Bu toplumda artık fakir kalmamıştır. Yahya b. Said’den aktarıyor: “Ömer b. Abdülaziz beni Kuzey Afrika zekâtlarını toplamak üzere gönderdi. Topladığım zekâtı vermek üzere fakirleri araştırdım, fakat bulamadım. Çünkü Ömer b. Abdülaziz insanları ihtiyaçtan kurtarmıştı. Ben de o zekât ile köle satın alıp onları hürriyetlerine kavuşturdum.”
Görüldüğü gibi bu esaslarla toplum, iktisadi olarak en mükemmel hâline ulaşabilmektedir. Bunlara ek olarak İslâm'da ekonomik adaletin dördüncü esası da, mirasın farz hisselere göre dağıtılması ve yeni oranlarla servetin yeniden dağıtmı yolu ile servetlerin sürekli olarak parçalanmasıdır. Böylelikle servetin az sayıdaki insan elinde toplanması ve toplumda zulmün ortaya çıkması önlenmiş olur. Servet tek bir istikamette süreklilik kazanarak yığılmaz. Tüm bu iktisadi uygulamalar neticesinde, Kur’ân-ı Kerim’in Haşr suresinin 7 âyetinde buyrulan tablo ortaya çıkar: “Böylece o mallar, içinizden yalnız zenginler arasında dolaşan bir devlet olmaz.”
İslam’ın yukarıda çizdiği sınırlar, kesinlikle bireysel mülkiyete engel değildir. Bireysel mülkiyet İslam’da Rabbâni düzende koruma altındadır. Allah tarafından indirilmiş olan şeriat onu korur; fakat aynı zamanda sermayenin sınırları içerisinde gelişmesini sağlamak için koymuş olduğu disipline edici kuralları ile de onu fesat çıkarmaktan himaye eder.
Muhammet Kutub, ‘İslam Budur’ eserinde, Batı’nın toplumsal hayattaki hadiseler karşısında, İslam’ın uygulamalarının saptırıldığı hususlar karşısında İslam’ın ne olduğunu aktarıyor. İslam’ın sosyal olaylara karşı olan yaklaşımını algılamak açısından oldukça öğretici bir kitap ‘İslam Budur’.
Fakat söylemeden geçemeyeceğim. İslam, Muhammed Kutub’un burada tüm gayretiyle aktarmaya çalıştığından çok daha fazlasıdır. İslam’ın nice incelikleri ve güzellikleri, anlatmakla ve yazmakla bitmez. Bu güzelliklerden binlercesi ve yüzlercesi bu kitapta yer almamaktadır. Bu sebeple “İslam Budur” adlandırmasını çok iddialı buldum. Keşke biraz daha mütevazı bir isim, kitaba başlık olarak seçilseymiş.
Metin Erol yazdı