Bulunduğu şehre bir şey katmalı insan; şehirden aldıklarını başkalarına iletmeli yeri gelince. Yoksa ne anlamı var ki bir yerde bulunmanın?
Üstad Necip Fazıl, Serseri şiirinde her ne kadar “Ben de bütün dünya benimdir derim” dese de ve biz dahi aynını ifade etsek bile insanın, dünyada konumlandığı bir yer oluyor ister istemez. Oluyor olmaya; ama neden orası? İşte bunu bulmak her zaman mümkün olmuyor. Hele ki dışardan bakan biri için, bunu kavramak daha da zor. Mesela Cihan Aktaş için çok düşünmüştüm; neden İran'da Cihan Aktaş? Cihan Aktaş'ın İstanbul'da yaşamayışına üzülüp içten içe kızardım. Çocukluk işte… Ama ben bunun çocuksuluğunu Yakın Yabancı'yı okuyunca anladım.
10 yıllık bir emek!
Cihan Aktaş kitaba en az on yılını verdiğini söylüyor. Evet, yazılar bir kanıt, belge, tarihe bir bakış niteliğinde. Kitabın da dediği gibi yakındaki İran'ı bize, bizi İran'a uzak kılma çabaları, bir hayli etkin olmuş ki, ben bile neden Cihan Aktaş İran'da diyebilmişim. Belki Kanada'da olsa normal gelebilirken hem de… Ve sanki “Türbanlılar İran'a” diyen zihniyet ülkemin mahsulü değilmiş gibi... İstanbul'un müesseseleri benim gibileri çok da benimsiyormuş gibi…
Neden İran olmasın ki? Toplumun nabzı tutulabilecekse, sis perdesinin ardında gizlenmeye çalışılan köprüler ortaya çıkarılabilecekse eğer…
Evet, İran'dan bahsediyor Cihan Aktaş; sadece örtülüler için olan ortak noktalardan değil, ülke çapındaki benzerlikten. 19. yüzyılın saçmalıklarına hala inandırmaya çalışıyor birileri ama nafile. Her şey ortada. İran'da kadınlar ezilmiyor desek, inandırmak kolay değil kimseyi...
Devrimle değişen İran, devrimden sonra da sürekli değişiyor. “Kızım olmadan asla” masallarına; saçı açıkları çengele asıyorlar, küpesini göstereni kulağından çiviliyorlar, topuklu ayakkabı giyeni topuğundan vuruyorlar yalanlarına karnımız tok artık. Kadınlar örtülü olmaya teşvik ediliyor, evet ve ortamları da vücutlarını değil ruhlarını ortaya çıkardıkları nispette genişliyor.
İran'ın kadınları!
Sinemaya bakıyorsunuz kadın; resimde şiirde… Sendikacı Süheyla hanımdan bahsediyor, şaşıp kalıyorsunuz. Hızını kesmiyor, bir başka portreden, Azem Talagani'den bahsediyor; kırk yaşından sonra üniversite okuyup cumhurbaşkanlığına adaylığını koyan, böyle gelmiş böyle gitmesin, tartışalım ki doğruyu bulalım diyen bir kadından. Kadınların meslek edinmesi için çalışan bir aktivist o. Yani İran'da örtülü olmak ülkemdeki gibi “öcü” olmak anlamına gelmiyor; kimse sana “Madem örtülüsün” deyip “meslek edinme, yüksel tahsil yapma, git evinde otur.” diyemiyor.
Hayata daha da çok katılmak anlamına geliyor örtü. Zihninle yaptığın işler çıkıyor öne. Devrimden bu yana nelerin değişip geliştiğini önümüze seriyor bir bir sevgili Cihan Aktaş.
Üstelik okuyan yazan birkaç kadın değil; göstermelik olsun diye konmamış kitaba. Devrimden bu yana Türk medyasının İran kadınlarına ilgisi çarşaflarından başka bir şeye değil. Ama İran kadınları toplumda o kadar söz sahibi ki, dudak ısırtıyorlar bizlere. Üniversite öğretim üyelerinin yüzde 17'si kadın; öğrencilerinin de yüzde altmışı kız öğrenci.
Her ne kadar hâlâ kadınların tesettürlerini düzeltmeye çalışmayı kendine iş edinen birileri olsa da, artık bazı tabular aşılıyor. Örtüsüz olmak isteyene, topuklu ayakkabı giyene, makyaj yapana karışılamıyor kolay kolay diyor yazar. Hem bir örtülü hanım olarak toplumun her türlü sapkınlığını, saçı bir tutam görünen genç kızdan bilmenin hiç de akl-ı selim bir hareket olmadığını söylüyor ki, biz de ona can-ı gönülden katılıyoruz. Zaten mesture adem kızları oluşumuzun sebebi kendimizi dünyanın tüm kirlerinin müsebbibi görmemizden değil; ibadet kaygısından ve Allah'ın bize gerçek değeri verdiğini bilmemizden şükür ki.
Örtülü olmayıp da kendine özgü bir duruşu olan hatta eşi çok büyük bir mütefekkir olmasına rağmen kendi başkalığını yitirmeyen Puran Hanımdan bahsediyor Cihan Aktaş. Bizim sofi camianın elimizde kitabını görmeye tahammül edemediği Ali Şeriati'nin eşi Puran Hanımdan. Kendi duruşunu hep sağlam tutmuş bir kadından; İran'ın neredeyse bütün kadınları gibi güçlü bir kadından…
Seçmek: Allah'ın insana verdiği hak!
Ali Şeriati demişken; kitabın başında Ali Şeriati'den, ve onun toplumu devrime hazırlayışından uzunca bahsediyor Cihan Aktaş. Hele hele Şeriati'nin başından geçen bir kıssa anlatıyor ki ezber bozuyor:
Ali Şeriati'yi önemli bir kültür merkezi olan Hüseyniye-yi İrşad'da dinlemeye gelen insanlardan bir kısmının “minicik etekli hanımlar” olması birilerinin canını sıkmış olmalı ki, karşısına geçip dillendiriyorlar bunu. (Öyle ya, erkekler dinlemeli, gerekirse kadınlarına anlatırlar; yok illa kadınlar da gidecekse örtülü olmayan gelmesin!) Köpürüyor Şeriati ve bağırarak şu soruyu soruyor:
Niçin böyle saçmalıklardan bahsediyorsun ve onlar mini etek giyiyor olsa bile sen niçin onlara bakıyorsun?
Sonuçta Allah onu iyiyle kötüyü seçmede serbest bırakmışken biz kim oluyoruz?
Kitap, İran'ı cennet gibi göstermeye çalışmıyor tabiî ki. Orada da handikapları var insanların.
Ölümüne aşık oluyorlar; estetik yaptırıyorlar; arabesk hayranı insanlar bile var. Orada yaşayan Türk gelinler bile varmış kitaptan öğrendiğimize göre. Hem de bir hayli çokmuş sayıları.
İranlılar hala Ehl-i Beyt'e çok bağlılar. Hz. Hüseyin her şehadet yıldönümünde tekrar tekrar yas tutuyorlar.
Cihan Aktaş'ın Yakın Yabancısı'nı okudum. Artık orayı daha yakın hissediyorum, artık yabancı değil… Cihan Aktaş köprü vazifesini öyle güzel yapmış ki bu kitapta... Basılası değil; eli öpülesi bir köprü olmuş.
Cihan Aktaş'ı okuma şansımın olmuş olması mutlu ediyor beni; umutlandırıyor.
Okumak lazım!
Zeynep Pekuz yazdı