Günümüzde tartışılan pek çok konunun modern devirlere has olduğuna dair bir kanı mevcut. Modernizm veya popüler kültür o konuyu problematik haline getiriyor ve biz de ara ara alevlenen bu konuya dair çeşitli görüşlere maruz kalıyoruz. Halbuki bazı konular var ki kadim devirlerde bile merak ve tartışma konusu olmuş. Bunlardan biri; yaratılış. Literatürü taradığımızda insanın, âlemin, varlığın yaratılışına dair pre-modern devirlere ait azımsanmayacak bir eser sayısıyla karşılaşabiliriz. Bu eserlerden biri İnsan Yayınları’ndan çıkan Aziz Mahmud Hüdaî’nin “Âlemin Yaratılışı ve Hz. Muhammed’in Zuhuru” kitabı.
Aslında kitabın adı Hulâsatü’l Ahbâr fakat yayınevinin, editörün ya da genel yayın yönetmeninin marifeti ile kitabın adı değişmiş. Kitabın ismi, içeriğin Peygamber Efendimiz ve Hakikat-i Muhammediyye’yle ilgiliymiş olduğuna dair bir izlenim veriyor. Evet, kitabın bir kısmı Peygamber Efendimiz ile ilgili ama kitabın aslını kitabın orijinal ismi oluşturuyor. Adı üzerinde: Haberlerin-rivayetlerin özeti. Hangi amaçla olursa olsun kitabın isminin değiştirilmesini doğru bulmadım.
Ayrıca kitap bir “tasavvuf kitabı” da değil, tasavvuftan parçalar barındıran bir kitap. Önsözde İsmail Taşpınar kitabın kategorisine “historiesophie” diyerek farklı ve bence isabetli bir kategorizasyon yapıyor. Bu kitabın isim-içerik konusundaki durumunu Azizüddin Nesefî’nin “Tasavvufta İnsan Meselesi” kitabında da yaşamıştım. Kitap Dergâh Yayınları’ndan çıkmış olup “insan meselesi”ne gelene kadar kaç sayfa geçtiğini unutmuştum. O kitapta da muhteva âlemin yaratılışıyla ilgiliydi. Yayınevlerini bu konuda “aslına riayete” davet ediyorum.
Rivayetler toplumun hücrelerine kadar sirayet ediyor ve zamanla sebep unutuluyor
Âlemin Yaratılışı ve Hz. Muhammed’in (s.a.v) Zuhûru’nun ilk bölümünü oluşturan “Âlemin Yaratılışı” bâbında, meleklerin yaratılışıyla ilgili zayıf bir hadisten sonra bir rivayet aktarıyor Hazreti Hüdaî: “Rivayete göre Allah bir melek yarattı ve ona âlemin başlangıcından itibaren arşın etrafını Lâ İlahe İllallah diyerek dolaşmasını emretti. Melek de söyleyerek dolaşmaya başladı. Lâ İlahe İllallah harflerini söyleyerek nefesi kesilinceye kadar ilerledi. Başladığı yere gelip illallah dediğinde, âlem yokluğa gidiyordu. Çünkü bu âlem, başlangıcından sonuna kadar bir nefes gibidir.” Bu rivayetin doğruluğunu bilemeyiz, bu konuda Aziz Mahmud Hüdaî’ye güvenmeyebiliriz fakat buradaki metafor karşısında derin bir nefes almak gerek. Dünyanın göz açıp kapayıncaya kadar geçtiğini, ömrün kısalığını, koca âlemin bir nefeslik vaktinin olduğunu, zamanın göreceliğini, belki de Hakkı hakkıyla zikretmenin ancak âlemin ömrü kadar bir sürede mümkün olduğunu genel idrâk seviyesine göre hayli çarpıcı bir anlatımla hatırlıyoruz.
Hazreti Âdem ve Havva’nın yaratılışından bahsedilen ikinci bölümde ise tanıdık bir anlatıyla karşılaşıyoruz: “Ruh, Âdem’in ayaklarına ulaşınca çıkacak bir yer bulamadı, buruna döndü. Âdem aksırdı. ‘Elhamdülillah’ dedi. Hakk: ‘Yerhamükellah ey Âdem!’ buyurdu.” Kitabın sonundaki Tesbih, Zikir ve Dua bölümünde bu sefer farklı bir aksırma hikâyesi okuyoruz: “Hz. Âdem (a.s)’ın ruhu beynine ulaşınca, hapşırdı. Allah Teâlâ ilhâm etti ve Âdem (a.s.) “Elhamdülillah” dedi. Allah Teâlâ cevaben “Yerhamuke Rabbüke” dedi ve şöyle devam etti “Seni bunun için yarattım ey Âdem!”
Dipnota göre bunun benzerleri Muhammed Abdurraûf Münâvî’nin Feyzü’l-Kadir fî şerhi Câmii’s-Sağir isimli hadis eserinde mevcutmuş. Münavi ile Hüdaî kabaca 17. yüzyılın ilk çeyreğinde ölmüştür. Fakat Münavi’nin mezkur eseri 1258’de ölen İbn Alkâmi’nin eserini de barındırmaktaymış. Aynı şekilde bu aksırma hadisesi 13. yüzyılın son çeyreğinde ölen Hacı Bektaş-ı Velî’nin Makâlât’ında da mevcuttur: “Ondan sonra gövdesine can girdi. Âdem kalktı, oturdu, aksırdı ve dedi ki: ‘Elhamdülillah alâ külli hâl.’ … Âdem surete girmeden önce gerçekleşen hareket aksırmaktır. Önce dile gelen kelime budur. Sonra Kadir-i kün fekân’dan cevap geldi ki: ‘Yerhamuke Rabbuke Yâ Âdemî!’”
Konuyla ilgili kısa bir araştırma yaptım ve çeşitli hadislere rastladım. Hadisler bu konuyu hikâye etmemekte, sadece Peygamber Efendimiz’in “aksırınca elhamdülillah deyin” tavsiyesine ve aksırmayla ilgili başka tavsiyelere yer vermektedir. Bu yüzden bu anlatının hadislere dayandığını söylesek bile, konu hakkındaki betimlemeler ve başlangıç olarak Hazreti Âdem’e gitmek hadislerden kaynaklı değil.
Bu anlatının sadece Anadolu’da değil Mısır’da olması da ilgi çekici bir durum. Ayrıca buradan şu sonucu da çıkarıyoruz: Aksırınca “Elhamdülillah” diyerek hem Hazreti Âdem’in sünnetini hem de Efendimiz tavsiyesini icra ediyoruz. Aksırdıktan sonra “Elhamdülillah” demeyi bize öğretenlerin çoğu –anne, baba, nine, dede- neden bunu yaptığımıza dair bir açıklama yapmadı. Muhtemelen “Sevaptır” deyip geçiştirmişlerdir. Benim daha sonraları en çok duyduğum açıklama, aksırınca vücut fonksiyonlarımız anlık olarak durduğu ve akabinde yaşamaya devam ettiğimiz için elhamdülillah dememiz olmuştu. Anlıyoruz ki rivayetler toplumun hücrelerine kadar sirayet ediyor ve zamanla sebep unutuluyor.
Hazreti Ali: İlk erkek Müslüman
Kitabın belirli yerlerinde Hüdaî Hazretleri’nin bilgi kaynaklarından birinin İncil olduğunu anlıyoruz. Hazreti Âdem ve Havva’nın yaratılışı bâbında evliliğe dair anlatımda bulunan Aziz Mahmud Hüdaî, Hazreti Davud’un ve Süleyman’ın yüzlerce karısının ve cariyesinin olduğunu aktarıyor. Bu rivayetin Ebu Ya’lâ’nın Müsned’inde mevcut olduğunu söylüyor. Fakat Ebu Ya’lâ da bu bilgileri belli ki İncil’den edinmiştir. Ayrıca Hazreti Şit’in Hazreti Âdem’in oğlu olduğunun söylenmesi de yine bu bilginin İncil’den edinilmiş olduğunu gösteriyor.
Aziz Mahmud Hüdaî’nin küçük gibi gözüken bir noktada, önemsiz gibi gözüken fakat pek mühim bir ifadeye başvurması gözümden kaçmadı. “Âlimler” Hazreti Ali’nin Müslüman oluşuna dair büyük bir yanlış yapar. “İlk çocuk Müslüman” diye garabet bir tanım uydurmuşlardır. Ya cehaletten ya da Hazreti Ali’yi silikleştirmek isteyen Muaviyeci anlayıştan kaynaklanan bir durum söz konusudur. Oysaki Aziz Mahmud Hüdaî Hazretleri yaşını da belirterek Hazreti Ali’yi ilk erkek Müslüman saymaktadır. Bugüne kadar bu konuda duyduğum ikinci, okuduğum ilk doğru tanımlama oldu.
Halk için yazılan bir kitap
Kitabın sonlarına doğru çok farklı konularda hadis rivayetleri görüyoruz. Diş ağrısı nasıl geçer’den gam kasavet nasıl uzaklaştırılır, hangi duayı okursak zengin oluruz’dan nasıl hafızamızı kuvvetlendiririz’e kadar pek çok konuda yol gösteriyor Hazret.
Kitapta yaratılıştan diş ağrısı gidermeye kadar çok çeşitli hadislerin bulunması, hadis kitaplarından İncil’e çok çeşitli kaynaklardan faydalanılması, Aziz Mahmud Hüdaî’nin hadislere dair “söz uzamasın diye isnad zincirlerini kaldırdım” cümlesi ve kitabın bir “hülasa” oluşu; bu kitabın apaçık şekilde halk için yazıldığını gösteriyor. Sufîler için Hazreti Muhammedsiz bir yaratılış anlatısı pek mümkün değildir. Belli ki Hüdaî Hazretleri bunca rivayetle birlikte Efendimiz’in doğumunu ve yaşamını bu yüzden kitaba eklemiş. Modern devirde televizyon ekranlarında yaratılışa ait tartışmalar nasıl halkın ilgisini çekiyorsa o gün de bu konular halkın ilgisini çekiyordu. Bu ilgiyi ve merakı teskin etmek adına da ilmî derinliği olmayan eserler ortaya çıkabiliyordu, müellifi Aziz Mahmud Hüdaî bile olsa. Hitap edeceği kitlenin idrakine uygun bir anlatı seçmek zorunda kalıyor müellif. İşte bu yüzden bu kitapta da pek çok rivayet, erken İslam devri müelliflerinin yazdıkları, İncil ve Tevrat ayetleri gerçekmişçesine, amiyane tabirle “kocakarı masalı” şeklinde özetlenip anlatılıyor. Kitaptan beklentiyi buna göre ayarlarsanız, keyifle okuyabilirsiniz.
Ömer Yüceller