Uçak İstanbul’dan havalandı ve bir daha yeryüzüne inmedi. Bir başka galaksideyiz. Belki de cennetin eşiği ama dünya değil katiyen. Burada her şey aşikâr bir determinizmle oluşuyor. Tesadüf yok, milyonlarca, milyarlarca tevafuk var. Her yerden hayatınızla ilgili en önemli sorularınızın ipuçları, şifreler fışkırıyor. Gelen cevaba göre kâh içinizde açan güllerle cennette kanat çırpıyorsunuz kâh betonlaşan gönlünüzle cehenneme değil, onun bile dışına düşüyorsunuz. Cehennem bir çözümdür. Burası çözümsüzlükler gayyası, düşünüyorsunuz. Düşünüyorsunuz ve biliyorsunuz ki bu dibi gelmeyen kuyunun en dibinde dua legoları ile asırlardan beri diktiğiniz Babil Kulesi, bir kelebeğin kanadıyla meğer çoktan yıkılmış.
İslamiyet çalışkan ve ciddi insanların dini. Gündelik hayatta şeytana hiç yer yok. Hristiyanlık yavaş. Papa, haftada bir gün, Vatikan penceresinden görünüp müminlere el sallıyor. İslamiyet onun yanında ne kadar hızlı Avrupalı ne yapsın, mecburen kiliseden dışarı koşuyor ve sekülerleşiyor.
Mikat Camii, Batı operetlerinde taklide çalışılan gerçek bir 1001 gece dekoru idi. Hurma ağaçları ve ziggurat benzeri minaresi ile.
“Bir ben vardır bende, benden içeri.” Ben gitmeden ruhumun bir kısmı oraya kanatlanmıştı, döndükten sonra da bir kısmı hiç gelmedi. Kâbe, dev bir mıknatıs. Ben İstanbul’da, onun cezbesiyle titreyen bir demir tozu.
Kâbe tavafı: Varken yok oluyorsunuz, yok iken var oluyorsunuz. Dünyaya niye geldiğinizi, niye geldiğimizi anlıyorsunuz. Kâbe’ye bakarken sinir uçlarımın kaynak yerleri sızlıyor. Yörük değirmenlerde Dede Efendi dönüyor, dedelerim dönüyor, hiçbir hatamı affetmiyorum, hiçbir sevabımı göz ardı etmiyorum. Ümmet-i icabet olma şerefini ipek kadifeden bir kaftan gibi omuzlarımda taşıyorum. Vakur Türklerle beraber dönüyor, dönüyorum. Ben hep burada değil miydim, tavaftan ne zaman ayrıldım, ayrıldım mı? Hacer Annem burada değil miydi şimdi? Küçük İsmail neden ağlıyordu? Allah’ın sevgilisi, Haceru’l Esved’in köşesindeydi şimdi. Ben neredeydim? Hatırlamıyorum; dönüyorum, dönüyorum...
1400 sene beni ben yapan bütün cüzlere dağıldıktan sonra kâinatın her tarafından, senin için, sana çağrılarak, bir kere daha senin için, sana geldik, sana geldim ya Resulullah!
Hiç kimse birbirine benzemiyor, herkes birbirine benziyor. Bir nur denizine girip çıkmış herkes, bütün çehrelerde hep aynı aydınlık.
Bir rüyadayım yahut başka her şey rüyada idi, şimdi gerçek hayattayım.
Kâbe, bir insan kadar, hatta bir insandan daha güzel. Dev bir kara elmasın yerden göğe düşen yıldırımlar gibi ışıklarını yolladığı masmavi bir gökte, ezelden beri oradaymış gibi yerli yerinde duran avuç içi kadar beyaz bulutlar.
Haceru’l Esved’i selamlayarak bu sahneden biz de geçiyoruz. Avuç içlerimde onun elektriği. Avuç içlerimde semadaki bulutlar gibi parça parça bölünmeler, parça parça toparlanmalar. Ne oluyor? O mu beni çekiyor, ben mi onu çekiyorum?
Burada tesadüfe yer yok. Burada her şeyin bir anlamı var. Burada herkes pembe inciden bir çehreye sahip. Hiç kimse birbirine benzemiyor, herkes birbirine benziyor. Bir nur denizine girip çıkmış herkes, bütün çehrelerde hep aynı aydınlık.
Kâbe dünyada Allah ile Habibinin aşkını pompalayan dev bir kalp. İnsanlar Basra’dan, Lahor’dan ya da Buhara’dan, kalbe giden ana damarların içindeki alyuvarlar gibi, bir aşk ırmağına dalmış, buralara kadar gelmişler. Kalp (Kâbe) ciğere (Medine) pompalıyor onları, temizleniyor, aklanıp paklanıyor, nur’un alâ nur olup, yine bir başka ana damarın akışına kendini bırakıp uzak diyarlara dönüyorlar.
Gelmeden önce kendimi Mekke ve Medine’nin manyetik alanına girip titreyen bir demir tozu gibi hissetmiştim. Şimdi bu benzetme bana ne kadar fiziki geliyor. Az önceki teşbihi ise fazla kimyevi buluyorum. Burada insan varlık aşamalarının fiziki, kimyevi, biyolojik hatta beşeri merhalelerini hızla geçiyor ve melekleşiyor. Hayır bu da yanlış. Meleklerden daha musaffa hale geliyor, bedeni yok olmakla kalmıyor, psikolojik zarı da deliniyor. Zamansız ve mekânsızsınız artık; ne doğdunuz ne öleceksiniz. Varsınız, vardınız, var olarak kalacaksınız. Beden ölünce, kendini meydana getiren unsurların içinde yok olacak. Bu yok oluş öyle değil, bu bir eriyiş, bir kimliksizleşerek kimlikleniş, bu bir tabahhur ederek şah damarına kavuşma. Ah...
Ne işi var bu kadar farklı ırktan, farklı yerden, farklı tarihten insanın burada? Onları o heterojenliklerinden alıp homojenliktebirleştirecek olan bu mekânda? Bu yok olarak var oluş ne Hristiyanlıkta var ne Yahudilikte. Hangi Musevi, şu anda Ravza-yı Mutahhara’dan geri geri çekilirken, elinde bitiştirdiği ayakkabıları, üstünde uzun beyaz entarisi, başında taylesanlı sarığı ile Kubbe-yi Hadra’yı selamlayan beyaz seyrek sakallı zencinin Peygamberine gösterdiği muhabbeti, İshak’a (a.s.) gösterebilir? Bana öyle geliyor ki, eski İbrani Peygamberleri de beşeriyetin idrakinde lâyık oldukları saygı tahtına, İslâmiyet cihanşümulleştikten sonra ve ancak o zaman bihakkın oturacaklar.
Duayı ben etmiyorum, O ettiriyor. Ben neredeyse geri kaldım. Dualar önümde koşuyor.
Derimin içinde hiç organım yok gibi; ne damar ne sinir ne kemik ne et. Yoğunlaşmış kesif bir ruh, tıka basa doldurulmuş içime. Kan dolu bir vazo gibiyim yahut başımı biraz eğsem içimden kan boşanacak. Allah’ın rağbetini kaybetmek korkusu. Zaman denen sahte yelpaze onu bize gösterecek. Bu yüzden sahte de olsa, kulum, zamana ihtiyacım var.
Ruhla beden, zeytinyağı ile su gibi ayrılıyor birbirinden. Beden merkebini dinlendirmek gerekiyor. Ruhum, onu sırtlayıp taşımaktan yoruluyor bazen.
Kâbe ile aramızda birkaç bina var. Cenab-ı Hakk ile aramızdaki madde engeli gibi. Hemen arkasında mutlak hakikat var, ama biz onu idrak etmemek için araya maddeyi sokup gerekli tedbirleri almışız.
Kâbe, hikâyemizin kendisi ile başlayacağı ve kendisi ile biteceği bir kara delik. Onun yanında kendimi fevkalade kendim olarak buldum. Sanki bundan önce hiç yaşamadım, sanki bundan sonra hiç yaşamayacağım. Buradayım, benim ve başka hiçbir şey olmağa ihtiyacım yok. Kâbe’de hacılarla beraber, sadece kul olmak, kullarla kul olmanın lezzetini tatmak, aralarında yok olurken var olduğunu fark etmek. Kâbe’de bizi aynı kolyeye dizili inciler gibi birbirimize yakın yapan ortak imanımız: Gönül dilimiz. Kimse konuşmuyor ama herkes anlaşıyor.
Hacca giderken değişen, dış dünyamda kat ettiğim kilometrelerden çok, iç dünyamda attığım dev adımlar; hac, içimdeki cehennemden, içimdeki cennete yaptığım sefer. O günden beri, o cennetten hiç dışarı çıkmadım galiba.
Ümit Meriç
Keşkül / Sûfi Gelenek ve Hayat dergisi