“Bizlere tarife ne hâcet gülü
Ezelden olmuşuz onun bülbülü”
Yaratılan ilk insan ve ilk nebi Adem Aleyhisselâm’dan Hatemü’l Enbiya Peygamber Efendimiz’e kadar gelen bütün peygamberler insanları Hak yoluna davet ettiler. Peygamberler; kâinatın yaratıcısını, “Rahmeti gazabını geçmiş olan” Hakk Teâlâ’yı insanlara anlattılar. Kur’an-ı Kerim’de “Bilmiyorduk demiyesiniz” uyarısıyla birlikte, gönderilen her peygamber, Allah’ın yarattıklarına rahmetinin ve merhametinin sonucuydu. Fahr-i Kâinat Efendimiz, aleme teşrif eden son peygamberdi ve güzel ahlâkı tamamlamak için gelmişti.
“Ümmetimin velileri, Ben-i İsrail’in peygamberleri derecesindedir.” Buyuran Resul-ü Kibriya Efendimiz’den sonraki zamanlarda insanoğlu çizginin dışına çıktıkça, çağı hizaya çekip yanlışları düzeltecek bir hak adamı gönderir Yaradan. Lâkin binli yıllarda Allah erleri bir yıldız yağmuru gibi yağdı, Türkistan’a, Semerkant’a, Buhara’ya, Diyar-ı Rum’a… Yusuf Hemedâni ocağından öyle erler yetişti ki halifesi Pir-i Türkistan Hoca Ahmet Yesevî’nin gönül fırınında pişirip gönderdiği dervişler, yalnız Anadolu’yu değil Balkanları da mayaladılar. Hemedânî Hazretleri’nin dördüncü halifesi Abdülhâlık Gücdüvanî öğrendiklerini yorumlayarak Nakşıbendi yolunu kurdu. Ard arda yeni yorumlar yapıldı, yeni yollar çizildi. Abdü’l-Kadir Geylânî Hazretleri ile Kadirilik, Hacı Bektaş Veli ile Bektaşilik, Mevlâna Celâleddin Rumî ile Mevlevilik, İbnü’l-Arabî ile Ekberilik… Her birinin rengi, rayihası farklıydı. Bir çiçek bahçesi gibi uyum içindeydiler. Feyz, bereket ve muhabbet rüzgârıyla estiler alemin üzerinden. Her görevini tamamlayanın yerini taze yetişmiş bir gönül eri aldı. Maya her dem tazeydi. “Bizim zamanımız sahabe zamanı gibi oldu” sözüne sıkça rastlıyoruz, bir yazıda yahut bir beyitte. Çeşitlenip zenginleşti lâkin maya hep o maya idi. Türkler önce kendileri “bölük bölük” Allah’ın dinine girdiler. Nerede kılıç çekip nerede gönül kazanacaklarını biliyorlardı. Onun içindir ki gönüller yaparak ilerlediler. Geçtikleri yerlerde bölük bölük Müslüman olanlarla yollarına devam ettiler. Ve onlara yol gösterecek bir kutup yıldızı hep vardı gönül semalarında. Şüphesiz Allah, “Tevvabü’r-Rahim” idi.
Dağıldığımız ve uzaklaştığımız bir zamanda yeniden o latif rüzgâr esmeye başladı. Seher vaktinin ürperten, serin ve gül kokulu bad-ı saba’sını andıran feyz dolu nefesin adı bu kez “ABDÜRRAHİM REYHAN’dı.” Muhammedî maya ile âlemi tenvir eden, yetiştirdiği talebeleriyle yollar kurup gönüller kazanan Yusuf Hemedânî’ Hazretleri’nin halifesinin yolunu izlemişti. Bu Nakşıbendiye’nin bir kez daha âleme armağan ettiği tazelenmeydi.
Zamanların ahire kalmışında, 1930 yılında, Erzincan’da dünyaya gelir. Babası Seyyid Hoca Hüseyin Efendi, Saliha bir hanım olan annesi Tubi Hanım’dır. Dedesi, Pir-i Sami Hazretleri’nin halifesi, Şeyh Muhammed Beşir Hazretleri, ABDÜRRAHİM REYHAN HAZRETLERİ henüz iki yaşındayken vefat etmişti. Çocuk denecek yaşta kaybeder babasını. Ailenin geçimini sağlamak için işlerin başına geçer.
Tarım ve bağ-bahçe işlerinden kalan zamanını okumak ve tefekkür etmekle geçirir. İçinde büyük bir dede hasreti varken, buna bir de baba özlemi eklenmiştir. Kendi ifadesiyle “büyümüş, her şeyi öğrenip tekrar küçülmüş” bir çocuktur o. Ders alır, eğitim görür ama dedesinin hasretiyle yanan yüreğini bir türlü kimseye teslim edemez. Zaman zaman dedesini görür düşte. Aradığı olgun, taze üzümler dedesinin bağının mahsulüdür. Yine bir gece düşte dedesi ona hitap eder; “Yavrum, bizi hayatta iken görmediğine niçin bu kadar üzülüyorsun? Bak, Dede Paşa hayatta. Onu görmüş olmanın bizi görmekten hiçbir farkı yoktur. Buna inan ve üzülmeyi bırak.” Bir gün Dede Paşa Hazretleri’nin bulundukları yere gelmek üzere olduğunu öğrenir. Büyük bir heyecan yaşar. İlk karşılaşmalarında yaşadığı heyecana dayanamaz ve bayılır. Yüreği dede hasretiyle yanarken, düşte işaret edilen Dede Paşa’yı beklerken, manevi olarak hazırlanır ve o gönle bir anda feyz dolar. Daha sonra kendisi bunu “insibag” olarak ifade eder. Bir anda olur her şey. Bir anda mürşidinin boyasına boyanır.
Sonra rüyalarla birlikte özel hâller yaşamaya başlar. Peygamber Efendimiz’ in (sav) nuruna gark olur. Bazen de kabristanları gezdirirler. Abdü’l-Kadir Geylanî, Şah Nakşıbendi ve Pir-i Sami Hazretlerinin kabr-i şeriflerini ziyaret ettirirler. Dede Paşa’nın terbiyesi ile terakki eder. Bütün manevi yolculuklar gibi zorludur yolculuğu. Fakat istidatı yüksektir, mesafeleri hızla alır. Mürşidi Dede Paşanın ayak izlerine basarak selamet sahiline çıkar. Nihayet ona” anlat” denilir.
Sohbetlerin muhtevası zengin, anlatımı sadeydi. Derininden gelen bir ilimle, ayetlerden, hadislerden bahsederdi. Kimi zaman da büyük dedesi Pir-i Sami Hazretleri’nin müritlerinden Salih Baba’nın şiirleriyle aşkı muhabbeti anlatırdı. Duruşundaki mahviyet, tevazu ve şefkat ile oluşturduğu cazibeye kapılan pervaneler etrafında toplanmaya başladı.
“Bizim tarikatımız sohbet tarikatıdır. Buraya muhabbetle, iyi niyetle sohbete geldiniz. Her bir insanın maddi manevî müşkülleri sohbette çözülür. Sohbette rahatlık vardır. Sohbette ferahlık vardır. Sohbet bir taraftan maddi sıkıntıları giderir. Bir taraftan da manevî dertleri yani Allah’a olan sevgisini, Allah’a olan inancını, Allah’a olan ihlâsını artırır. Biz Allah’a ne ile yaklaşacağız? İtaat, ibadet ve sevgi ile yaklaşacağız.” “Sohbet-i Cânân, evliyaullah’ın sohbetidir. O’nun sohbetine gelirsen, O’nun sohbetini dinleye dinleye cismin zubûrları erir. Bir balı ateşe koyarsanız onun mumu erir. Ateşi görünce, eriyen mum çıkınca, o zaman sâfi olur. Sohbette bizim kötü huylarımızı, kötü ahlakımızı gideriyor.”
Mürşid gerektir bildire, Hakk’ı sana hakke’l-yakîn
Mürşidi olmayanların bildikleri güman imiş
Her mürşide dil verme yolun sarpa uğratır
Mürşidi kâmil olanın gayet yolu asân imiş
Tecelli-i sûri: Yer cisimden başladığı zaman, yerde neler varsa onlardan görünürmüş. (Madenlerden) incide son bulurmuş. Çünkü inci, inci olarak yerden çıkıyor ve değişmiyor. İnciden bitkilere geçermiş. Bitkilerden görüne görüne, hurma ağacına… Hurma ağacı da bütün bitkilerden üstün. Hurma ağacından hayvanlara geçermiş. Hayvanatta da görüne görüne, atta nihayet bulurmuş. Hayvanların da en kıymetlisi at imiş. Attan insanlara geçer, insandan görünürmüş. Fakat en tehlikeli yer burası. İnsan da tecelli-i sûri görünürse kendisi ne oluyor? Bir vartaya düşüyor. Oradan geçemiyor. Geçemeyince ene (benlik) davasına düşüyor. Onun için mürşidsiz abidler, mürşidsiz âlimler helâk olmuşlar.”
Söz ile bulunmaz bir sâdık muhib
Derde düşmeyince aranmaz tabib
Her bir şukûfeye konmaz andelib
Mademki içinde gül olmayınca
Allah’ın veli kulları, derde düşenlerin, yarası olanların tabibidir. İçinde gül taşıyan o goncaya duyulan muhabbetin aslı, yaraya merhem olmasındandır.
“Meşayihe olan sevgi Allah’adır. Meşayihe olan inanç Resulullaha’dır. Meşayih sana noksanlığını bildirir. Noksanlığını bilirsen onu ikmal edersin. İkincisi senin kalbini temizler. Kalbin temizlenmezse, meselâ kirli bir tabağın içerisine ne koyarsan kirlenir. Kalbimize gelen masiva, dünya, Şuğul bizi yolumuzdan da geri koyuyor. Bizi rahatsız huzursuz da ediyor. Ancak bu dünyayı ve çeşitli düşünceleri kalpten silen ne oluyor? Meşayih sevgisi. Kalbi silinen ne olur? Kalbi açılır. İrşad sahibi seni şad eder.”
“Şöhrette afet vardır” der ve sakınır. Ama takdir böyledir, adı her yana yayılır. Etrafını derin bir muhabbetle sarar müritleri. Uzun yolları, mesafeleri aşarak O’na koşarlar. Hizmet etmek için yarışa girerler. Abdürrahim Reyhan Hazretleri, hayret veren bir enerji ile hepsini kucaklar. Tek tek ilgilenir. Muhabbet O’ndan ihvana, ihvandan O’na döner durur. Sohbetlerinde zikirden sıkça söz eder. Zikir; anmak, hiç unutmamak…
“Kabire ışık kazanmak amelle olur. Zikirle. Fikirle. İbadetle. Zikir denilince: Namaz kılmak zikirdir, Kur’an okumak zikirdir. Allah’ı bin bir ismi ile zikretmek zikirdir. Bizim için efdal olan kalbî zikir. Eğer bir insan Kur’an-ı Kerimin mânâsını bilmiyorsa, Kur’an-ı Kerimi de okumak bir zikir ama, Allah’ı kalbinden zikretmek daha efdal oluyor. Zikirlerin en efdali Lafza-yı Celâl’dir. Çünkü Cenab-ı Hak: “Kulum ben sana şah damarından yakınım” buyuruyor. Şah damarı nerede? Herkesin şah damarı kalbindedir. Bütün vücuda yayılmış olan 366 damarın başı. Birleşmiş olan yeri. Oradan yakınım diye buyuruyor Cenab-ı Hak. Allah bize bu kadar yakınsa, bizde bu unutkanlık niye? Bu gaflet niye? Niye unutuyoruz Allah’ı? Her şeyi düşünüyoruz da her şeyi kalbimize alıyoruz da Allah’ı neden kalbimize almıyoruz? Gaflet var bizde. O gafleti gidermek lâzım. İşinizde de gezerken, yerken, içerken, alırken verirken, tâ ki meşgul olduğumuz zamanlarda bile mümkün olduğu kadar Allah’ı unutmayalım. Kalple insan bir şey düşünürse, elinin işlemesine bir manisi olmaz. Yeterki insan bir âgâhlık, bir ayıklık elde etsin. Ayıklık nedir? “Eli kârda, gönlü yârda.” Zahirde çalışırken, insanlarla teşrik-i mesâide bulunurken, kalbi de Allah’ı unutmaz. İşte insanlarda maharet bu, marifet bu. Kemâlât bu. Kıymet bu.”
Söz ile kalbe doğmaz ledünni
Bütün âzâları dil olmayınca
“Bütün âzâların dil olmayınca, onun kalbinden ledünni ilmi doğmaz. Bütün âzâları yasaklardan korumaktır. Bütün âzâları Allah’a yöneltmek, Allah’a itaat ettirmektir. O zaman ne olur? Allah’ın inâyeti ile bir mürşidin himmeti ile ne olur? Âzâların zikir yapar. Bir de var ki, zahir şeriatta bu âzâları yasaklardan korumak. Elimiz, gözümüz, kulağımız, dilimiz vs. isyanın aleti bunlar. İtaatin de aleti bunlar. Bütün âzâlarını Allah’a yönelteceksin. Bütün âzâların zikir yapacak.”
Her sözü gönüllere şifaydı. Bazen sohbetle, bazen yolculukla, bazen de çalıştırarak öğretiyordu. Anlatanların ifadesiyle kendisi de çalışmayı sever ve hiçbir işten kaçınmaz. Hayatın her alanında örnek olur müridlerine…
“Bizim tarikimizde müridin hizmeti zayi olmaz. Mübarek Şeyh Efendimiz buyururdu ki: Müridin bir abdestinin hizmeti bile zâyi olmaz. Çok basit olan hizmet, çok ufak olan hizmet bile zâyi olmaz. Onun için buyurmuşlar: “Baba himmet, oğul hizmet.”
Abdürrahim Reyhan Efendimiz’in eserleri yetiştirdiği insanlar olmuş. Birbirinden kıymetli bu insanlar, kimi satırlara yazıyor, kimi sadırlara. Bize onu görmek nasip olmadı. O halde görenlere kulak verelim.
Merhum Erdem Bayazıt Ağabey şöyle anlatıyorlar:
“1978’de Abdürrahim Reyhan Efendi’den ders aldım. Mübarek âşık meşrep idi.” “Kâmil-mükemmil” irşad makamına aşk yoluyla erişenlerdendi. Toprak gibi mütevazi idi. Şefkati, merhameti, Cenab-ı Allah’ın bütün yaratıklarını tutacak boyuttaydı. Gayreti durmadan akan nehirler gibiydi. Cömertliği gökyüzünde dolaşan bulutlar, yeryüzünde dalgalanan okyanuslar gibiydi. Tebessüm ettiğinde çevresinde güller açardı, sanki yeryüzünde bir bahar iklimi yürürlüğe girerdi. Celallendiğinde arslanların bile yüreği rüzgâra uğramış yapraklar gibi titrerdi. Benim güzel Efendim, kalbimdeki meselelere sormadan cevap verenim, müşküllerimi halledenim, musibetlere uğradığımda yüküme omuz verenim, dara düştüğümde imdadıma yetişenim, darıldığında sitemli bakanım, sevindiğinde yüzünde güller açanım. Sen gittin bize ağlamak kaldı. Son ziyaretim sırasında mini mini bir çocuk yanımıza gelip dergâh-ı saadetinizi kastederek “Bu ev sizin mi?” diye sormuştu, siz de “Hayır bu ev sizi hepinizin. Benim evim toprağın altında.” Demiştiniz. Yüreğimin üstüne kurşun gibi oturan o işaretten sonra ancak musalla taşında görebildim. Ey şimdi toprağın altını tutan, himmetini oradan da esirgeme toprağın üstünde gün dolduran bağlılarına.”
Rasim Özdenören Ağabey’in bir hatırası şöyle:
“Fehmi Kuyumcu Ağabey’in anlattığı bir olay var. Efendim hastalanmış, grip olmuş, ağır da geçiriyormuş. Şehirlerarası otobüsle kendisini ziyaretine giderken ‘Efendi’min yükü azalsın, Efendim’in yükünü bana verin.’ Diye içimden böyle bir dua ettim. Biraz sonra hastalandım. Hastalandım ama nasıl bir hastalık.”diyor. Bu perişan halde menzile ulaşınca Fehmi Ağabeyimize, ‘Üstesinden gelemeyeceğiniz emanetleri almayın’ demiş.”
“Eğer âşık isen yâre
Sakın aldanma ağyâre
Düş İbrahim gibi nâre
O gülşende yanar olmaz.”
“Sende âşıkım diyorsan eğer İbrahim aleyhisselam gibi aşık ol. O’nun kadar Allah’ı sev. Allah’tan başka sevgi olmasın gönlünde. Çünkü o sevgiler perde oluyor. Allah sevgisini kesiyor senden.”
“Gör âşıkı ol mâhı şakkeyledi parmağı
Teşneleri kandırdı parmakları ırmağı
Aşıkları yandırdı gül veçhiyle yanağı
Sen seni aşık sanma bir beyhude ah ile
Var etti özün anlar ol nuru ilâh ile”
“Âşık odur ki: doğmayan ayı doğdurdu. İki parça etti. Önünde Kâbe’yi tavaf ettirdi. Yedi defa Peygamber Efendimiz’in Peygamberliğini tasdik etti. Çıktı gitti. Susuzluktan bütün ümmet helâk oluyordu. Çeşmeleri parmaklarından aktırdı. Ordusunu, ümmetini kandırdı. Âşık budur.”
Gül kokulu Peygamber Efendimiz’e, O’nun yolunu bayrak yarışı gibi elden ele günümüze kadar taşıyanlara, Abdürrahim Reyhan Efendimiz’e selâm olsun. Allah bizi de yollarından ayırmasın. İsmi şerifi geçenlerin ruhları şâd, himmetleri hâzır ola…
Nursema Maraşî
Ağaçlar kalem deryalar mürekkep olsa bir okadar daha olsa Abdurrahim efendimi anlatamam amlatılmazki
Gelmemiş misli birdahi
Uçtu gül uçtu bülbül ister ağla ister gül
Saygılarımla