Peygamber Efendimizin (s.a.), “Ashabım gökteki yıldızlar gibidir, hangisine uyarsanız hidayete erersiniz.” buyurduğu rivayet olunur. Bu rivayet, Resulullah’ın (s.a.) sohbet halkasında yetişenlerden her birinin mürşid-i kâmil olduğunu, onların sohbetinde bulunup onlardan ilim tahsil edenlerin de elbette tahsil ettikleri bu ilmi hocaları gibi ihlasla işlenmiş amellerle süslemeleri kaydıyla, hidayete ulaşacağını beyan etmektedir.
Peygamber Efendimizin (s.a.) ashabıyla birlikte kurduğu ilk sohbet halkasının bereketi, medeniyetimizin gökkubbesini bir hidayet menbaına çevirmiştir. Bu bereketin feyzidir ki yüzyıllar boyunca ilim meclislerimize semavi bir maide olarak yağmış, Hakk’ın rahmetiyle âlimlerimizin eserlerini, bu karanlık dünya gecesini aydınlatan birer hidayet meşalesi haline getirmiştir. Köklü ve derin bir sohbet geleneğiyle yetişen âlimlerimizin eserleri, ashab-ı kiramın hidayet göğündeki mevkileri kadar parlak ve nurludur. Bu eserlerden hangi biri ile meşgul olsanız, sizi muhakkak Hakk’a ve hakikate ulaştıracaktır.
Bir zamanlar, bir grup arkadaşımızla beraber rahmetli Erdem Bayazıt’ı ziyarete gitmiş idik. Erdem Bayazıt’ın bizlere verdiği şu tavsiyeyi hâlâ bugün gibi hatırlıyorum: “Çocuklar mutlaka üstat Sezai Karakoç’un kitaplarını okuyun. Çünkü üstadın bir satırı bile hayat kurtarır.” Şüphesiz ki bu nasihat, düşünce geleneğimizi inşa eden bütün âlimlerimizin eserleri için geçerlidir. Niyazi Mısri Hazretleri’nin divanı da bu eserlerden biridir. Mısri Divanı’nda kayıtlı her bir ilahi, bu ilahilerde nazm edilmiş her bir beyit, üzerinde ciltlerce kitap yazılabilecek derinliğe sahiptir. Misal olmak üzere Niyazi Mısri Hazretleri’nin nazmettiği bir beyt-i şerife bakalım: “Dışın içe hayalatı, için dışa zuhuratı/ Birinden ol birine tuhfeler her bâr olur peyda”
Tasavvufta hayal dış âlemin bir yansıması olarak kabul edilmektedir
Seyyid Muhammed Nur’ül Arabi, bu beyti şerh ederken şöyle mana veriyor: Dışın içe hayalatı, için dışa zuhuratı vardır. Her an birinden diğerine hediyeler gelir. Dış âlemin iç âleme tecellisi hayal ve gaflettir. İç âlemin dış âleme tecellisi ise zuhurattır. Yani insandan zahir olan fiiller ve hallerdir. Zuhurat ya Celal tecellisidir ya da Cemal tecellisidir. “Ben kulumun zannı üzereyim.” hadis-i kudsisi cihetinden kişinin Hak Teala’ya zannı nasıl ise ondan zahir olan tecelliler de o renge boyanır. Lâedri bir beyitte şöyle deniyor: “Halkın istidadına vabeste âsâr-ı feyz
Ebr-i Nisan’dan sadef dürdâne, efi sem kapar”
Yani Feyz-i İlahi’nin eserleri halkın istidat olarak tabir olunan gizli dua ve talebine bağlıdır. Nisan yağmuru sedefe düştüğünde inci, yılana geldiğinde ise zehir olur. Feyz-i İlahi renksizdir, kendini alan bardağın rengine boyanır. Eğer sende ilahi iradeye tam bir teslimiyet varsa senden Celal tecellileri değil, Cemal tecellileri zuhur eder. İşte bu ilahi iradenin kadere dönüşmesidir.
Niyazi Mısri Hazretleri’nin bu beytinde dikkat çeken ilk husus şudur; modern psikolojide hayal insanın bilinçaltının ve iç âleminin bir yansıması olarak kabul edilirken, tasavvufta dış âlemin bir yansıması olarak kabul edilmektedir.
Mısri Hazretleri’ne göre insanın dış dünyada yani fizikî âlemde seyir ve temaşa ettiği bütün suretler; zaman ve mekân unsurları, ailesi, çevresi, hatta bizzat kendi sureti, zatının ve istidadının talebi olan fiilleri, hakkında vaki olan kaza ve kader hükümleri, tamamıyla kendi iç âleminin, manevi dünyasının zuhuratıdır. Bu anlayışı biz Hz. Mevlana’nın Mesnevi-i Şerif’inde de görüyoruz. Mesnevi-i Şerif’in dördüncü cildinin 1362 ila 1370. beyitlerinde Hz. Mevlana şöyle buyuruyor: “Sufi, ey hevasına kapılmış kişi dedi, Allah’ın eserleri gönüldür, gönüldedir. Dışarıdakiler o eserlerin eserleridir ancak. Bağlar, bahçeler, yeşillikler canın ta içindedir. Dışarıdakiler onların suya vuruşlarıdır ancak. Dışarıdaki bağ, bahçe, suya vurmuş akislerdir, suyun berraklığıyla oynar dururlar. Asıl bağlar, bahçeler, meyvalar gönüldedir, onların berraklığı şu balçığa aksetmiştir. Bu dünya o sevinç selvisinin aksedişi olmasaydı, Allah ona aldanma yurdu demezdi. Bu aldanış da şudur; o hayal, erlerin gönüllerinin, canlarının aksidir. Bütün aldananlar, burası cennet yurdudur zannına kapılıp şu aksi seyre gelmişler. Bağların, bahçelerin aslından kaçıyorlar da bir hayale kapılıp kalıyorlar. Bu gaflet uykusu sona erdi de uyandılar mı dosdoğru görürler ama o görüşün ne faydası var?”
Bu ifadelerden anlıyoruz ki dinî ve tasavvufî metinlerde ve hatta rüya âleminde, zikrolunan ya da seyir edilen fizikî âleme ait suretlerin manevi hallere işaret etmesi mecazen değil hakikatendir. İbrahim Suresi’nin 24-26. ayet-i kerimelerinde; “Görmedin mi, Allah sana nasıl bir mesel îrâd etmişdir. Güzel bir söz, kökü sabit ve sağlam ve dalları semâda olan bir ağaç gibidir. Ki o ağaç Rabbinin izniyle her zaman meyvasını verir durur. Allah insanlara böyle misâller getirir. Olur ki onlar çok iyi düşünüp ibret alırlar. Kötü bir kelimenin hali de gövdesi toprağın üstünden koparılmış kötü bir ağaç gibidir ki onun hiç bir sebatı, tutunma ve yerinde kalma kabiliyeti yoktur” buyurulmuştur.
Mısri Hazretleri’ne göre insan bu âlemde bir kısır döngü içindedir
Sufilere göre bu ayet-i kerimelerde işaret edilen kelime-i tayyibe, kelime-i tevhittir. Kelime-i tevhid, kökleri toprakta yani topraktan yaratılmış olan insanın hakikatinde olan bir ağaç gibidir. Bu ağaç dalları ve yapraklarıyla yani insanın kendisinden sadır olan ihlas, salih amel ve hasenatla, semaya yani Arş-ı Âlâ’ya, Zat-ı İlahi’ye ve Ahadiyet makamına uzanmaktadır. Burada ağaç, artık kelime-i tevhidin mecazı değil, hakiki manasının bir sureti olmuştur. Bu yüzden cennet ağaçlarla süslüdür ve bu âlemde sebepsiz yere ağaç kesilmesi hadis ve sünnetle men edilmiştir. Bu yüzden Musa (a.s.) tevhidin hakikatini ateş yanan bir ağaçtan işitmiş, Resulullah (s.a.) Efendimiz de Miraç’ta Cebrail’i Sidret’ül Münteha’da bırakıp bu sırlı ağacın ötesine geçmiş idi.
Keza aynı şekilde rüyada süt içmenin ilim tahsiline işaret etmesinde de mecazdan değil hakikatin bir suretinden söz edebiliriz. Çünkü Peygamber Efendimiz (s.a.), Hz. Ebu Bekir’in rüyada süt içmeyi ilim olarak tabir etmesini tasdik ettiği malumdur. Daha sonra Ebu Hureyre Hazretleri’ne bir miktarını kendisi içtikten sonra ikram ettiği süt de ilim olarak tahakkuk etmiş, Ebu Hureyre Hazretleri bu ikramın neticesinde kudretli bir hafıza ile en çok hadis rivayet eden sahabi olmuş idi. Hz. Mevlana bu noktada; “Sütün, balın güzelliği, gönlün onlara aksetmesinden husule gelmiştir. Her güzele güzellik gönülden verilir” buyurarak ilmin faydalı ve güzel olmasının, ancak o ilme sahip olacak şahsın gönlünde ihlas bulunması ile tahakkuk edeceğine işaret ediyor.
Mısri Hazretleri’nin beytinde geçen “dışın içe hayalatı” ifadesi ise suretlerden ibaret olan dünyanın insanın kalbinde yer etmesidir. Bu suretlere kanıp manevi ve ruhani hakikati ihmal etmek, aynaya ya da suya akseden ışığa varlık atfedip o ışığın menbaı olan güneşi inkâr etmeye benzer. Ömrünü dünyanın peşinde heba edip suretlerin ardındaki hakikati anlamayanlar, gönüllerini bir hayalin aldanışına esir eder ve yollarını kaybederler.
Mısri Hazretleri’ne göre insan bu âlemde bir kısır döngü içindedir. Kendi hakikatini bilmeyen, Rabbini tanımayan, tevhidi idrak etmeyen insanın kalbi, için dışa zuhuratı vardır hükmünce, insanın dış âlemdeki hayatını gaflet ve dalalet örtüleri ile karartır. İnsan bu karanlıklar perdesinde, gölgeler ve suretler arasında hakikati kaybeder. Bu hale düşen insanın dış âlemdeki hayatı ve aldanışları, dışın içe hayalatı vardır hükmünce, insanın kalbini hayal ve vehim suretleri ile bir kat daha karartır. Böylece şüpheler ve aldanışlar misliyle artar. Bu artış neticesinde insanın dış âlemindeki ve iç âlemindeki perdeler, sürekli olarak birbirini besleyerek kuvvetlendirir. Karanlıklar gittikçe koyulaşır.
Bu kısır döngünün kesilmesi için değişimin ve mücadelenin öncelikle insanın iç âleminde başlaması gerekmektedir. Hazreti Peygamber (s.a.) bu sebeple insanın kendi iç mücadelesini cihad-ı ekber olarak tanımlayıp öncelemiştir. İnsan kendi nefis mücadelesini tamamlayıp nefsini nefs-i safiye haline getirir, kalbini büyük ve küçük putlardan temizleyip emin ve mukaddes bir beldeye dönüştürür ise bu kısır döngüyü kırabilir. O zaman “dışın içe hayalatı” olarak tabir olunan bedeni arzuların, vehim hayal ve vesveselerin, ruha, kalbe, ve akl-ı mead’a üstün gelerek özü tevhid olan hakikat-i insaniyeyi perdelemesi ve insanın dünyevi hayallere esir düşmesi sona erer. Mekke’nin fethinden sonra ilan edildiği üzere, bir daha kalp beldesinde putperestlik ve dünyevi suretlerin hâkimiyeti mümkün olmaz.
İnsan kendi iç âlemini hayal ve vehmin tahakkümünden kurtarınca, kalp beldesi tevhidin ve İlahi nurların mekânı haline gelir. Bu halin bir sonraki aşamasında artık “için dışa zuhuratı” olumlu manada değişir. İçin dışa zuhuratı, Allah’ın emri ve emaneti olan Ruh’un yani hakikat-i insaniyenin, nefse ve bedene hâkimiyet kurması, Feyz-i Rabbani ile o insandan Ahlak-ı Muhammedi üzere ef’al ve amellerin tahakkuk etmesi şeklinde gerçekleşir. Böylece Celal ve Mudil isimlerinin tecellileri, Cemal ve Hadi isimlerinin tecellilerine tebdil olur. Ashab-ı Kiramın, nübüvvetin varisi olan sadık ulemanın ve evliyaullahın hayatları, bu değişimin herkes için mümkün olduğunun delilidir.
Bütün bu mana ve değerlendirmeler, Niyazi Mısri Divanı’ndaki sadece bir beytin tefekkürüne dayanmaktadır. Mısri Divanının tamamı böyle hikmetli beyitlerle örülüdür. Mısri Divanı gibi sayısız eser, medeniyetimizin gök kubbesinde parıldamaktadır. Karanlığın hâkim olduğu çağımızda, nurani meşaleler gibi ışıldayan bu eserleri tetkik etmeye ve üzerlerinde tefekküre şiddetle ihtiyacımız var.
Yetkin İlker Jandar yazdı