Allah Teâlâ buyurmuştur ki: “Bunda işin iç yüzüne bakabilen feraset sahipleri için birçok ayet vardır.” (Hicr Suresi, 75)
Ebu Said-i Hudri, Hz. Resulullah’ın (s.a.) şöyle buyurduğunu rivayet etmiştir: “Müminin ferasetinden sakının. Şüphesiz o yüce Allah’ın nuru ile bakar.”
Feraset, kalbe hücum eden ve orada bulunan zat şevleri yok eden bir hak düşüncedir. O kalbi hükmü altına alır. Feraset karşısında nefse ait bir düşünce ve ihtimal kalmaz (kalp kesin bir ilme sahip olur).
Feraset, kalpteki imanı kuvveti derecesinde olur. İmanı daha kuvvetli olan kimsenin feraseti de o nisbette keskin ve kesindir.
Ebu Said Harraz demiştir ki: “Kim feraset nuru ile bakarsa Hakk’ın nuru ile bakar. Onun ilminin kaynağı bir yanılma ve gaflet olmaksızın Hak’tandır. Bundan da öte feraset, Hakk’ın kulunun dili üzerinde cereyan eden hükmüdür.”
“Hakk’ın nuru ile bakar” ifadesi, Hak Teâlâ’nın kendisine tahsis ettiği bir nur ile bakar demektir.
Ebu’l-Hasan-ı Deylemi’nin şöyle dediği nakledilir: Antakya’ya insanların gizli surlarını haber verdiği siyahi bir adamı görmek için gittim Onu Lükam Dağı’ndan çıkana kadar bekledim. Adam geldi, yanında da satmak için getirdi bazı şeyler vardı. İki gündür açtım, hiçbir şey yememiştim. Kendisine, ‘Bunun fiyatı ne kadar? diye sordum. Bu şekilde ona elindeki şeylerden alacağım zannını vermek istedim. O ise bana, ‘Şurada otur, bunları sattığım zaman sana bir şeyler satın alacağın parayı veririz’ dedi. Onu bıraktım, bir başkasına gittim. Bununla ona, pazarlık yoluyla mal alacağım hissini vermeye çalışıyordum. Sonra tekrar kendisine döndüm ve: ‘Eğer bu malı satacaksan bana fiyatını söyle!’ dedim. Adam bana, ‘Sen iki gündür açsın, şurada otur, bunları sattığım zaman sana bir şeyler satın alacağın parayı veririz.’ dedi. Ben de oturdum. Elindeki şeyi satınca bana bir miktar para verdi ve yürüyüp gitti. Ben kendisini takip ettim. Biraz sonra bana dönerek: ‘Bir ihtiyacın olduğu zaman onu Allah Teâlâ’ya arz et. Eğer o şeyi elde etmede nefsine ait bir pay olursa yüce Allah’tan perdelenirsin.’ dedi.”
Kettani demiştir ki: “Feraset, yakînin keşfedilmesi ve gaybın gözle görülmesidir. Feraset makamı, imanın makamlarından yüksek bir makamdır.”
Şöyle anlatılır:
Allah kendilerine rahmet etsin, İmam Şâfîî ile İmam Muhammed b. Hasan Mescid Haram’da oturuyorlardı. İçeriye bir adam girdi. Muhammed b. Hasan, "Benim ferasetime göre şu adam marangozdur" dedi. Şafiî de, "Benim tesbitime göre o demircidir" dedi. Durumu adama sordular; adam, "Önceleri demirci idim, şimdi marangozluk yapıyorum" dedi.
Feraset sahibi, Allah Teâlâ’nın nuru ile bakar. Bu şöyle gerçekleşir: İlâhî nurların ışığı onun kalbinde parlar, o da bununla gizli manaları idrak eder, bilir. Bu nur, imana ait bir özelliktir. O nurdan en fazla pay sahibi olanlar, Rabbanilerdir (Yani her şeylerini Rabblerine veren ariflerdir). Allah Teâlâ ayette, “Rabbanîler (Rabbin dostu) olun”[1] buyurmuştur. Yani âlim, hikmet sahibi, bakışı ve ahlakı ile Hakk’ın ahlâkı ile ahlaklanmış kimseler olun. Onlar hep Hakk ile meşgul olup halka ait haberlerden, onlara nazar etmekten ve onlarla meşgul olmaktan uzaktırlar.”
Şöyle anlatılır:
Ebu’l-Kasım Tellal hasta idi. Kendisi manevi hali yüksek bir zattı. Nişabur’un ileri gelen şeyhlerindendi. Ebu’l-Hasan-ı Büşenci ile Hasan Haddad kendisini ziyarete geldiler. Yolda yarım dirheme meyve aldılar ve kendisine getirdiler. Yanına oturduklarında, Ebu’l-Kasım, “Sizdeki bu zulmet nedir?” diye onları uyardı. Onlar da hemen dışarı çıkıp “Biz ne yaptık acaba?” diye düşünmeye başladılar. Sonra “Biz herhalde meyvenin parası ödemedik.” diyerek gidip parayı ödediler ve Ebu’l-Kasım’ın yanına geri döndüler. Ebu’l-Kasım onlara bakınca “Bu ne şaşılacak bir şey! Bir insanın bu kadar hızlı bir şekilde zulmetten çıkması mümkün olur mu ki? Bana durumunuzu haber verin!” dedi. Onlar da kendisine olayı anlattılar. O zaman, “Evet, sizin her biriniz meyvenin parasını verir diye arkadaşına güvendi ve para ödenmedi. Meyveyi satan adam da sizden borcunu istemekten utandı, paranın peşine düşmedi. Bunun sebebi de bendim. İşte sizde gördüğüm zulmet bu idi.” dedi.
İşte bu tellal Ebu’l-Kasım, her gün çarşıya girer, tellallık yapar, günlük yiyeceğini karşılayacak parayı kazanınca hemen çarşıdan çıkar, ibadethanesine çekilip asıl işi olan ibadetlere ve kalbini kontrole yönelirdi.
Hallac- Mansûr demiştir ki: “Hak bir sırrı (kalbi, sevgisi ve nuru ile) istila ettiği zaman, onu sırlara sahip yapar. Artık bu kalp sahibi, sırları gözüyle görüp onlardan haber verir.”
Şöyle anlatılır:
Tövbe etmeden önce Zekeriyya-i Şahteni ile bir kadın arasında uygun olmayan bir durum olmuştu. Zekeriyya-i Şahteni tövbe edip Ebu Osman-ı Hiri’nin seçkin talebeleri arasına girdikten sonra bir gün şeyhin başucunda ayakta duruyordu. Bir ara, o kadının durumunu düşündü. Ebu Osman ona doğru başını kaldırarak “(Artık öyle şeyleri düşünmekten) utanmıyor musun?” dedi.
Üstadım Ebu Ali Dekkâk’a ulaşıp talebe olduğum ilk günlerde idi. Üstadım benim için Mutarriz Mescidi’nde bir ders halkası kurdu. Bir defasında Nesa’ya gitmek için kendisinden izin istedim. Bana gitmem için izin verdi. Bir gün kendisiyle ders verdiği yere doğru yürüyorduk. Aklımdan, “Keşke üstadım, ben yokken benim yerime iki gün ders meclisimde ders vermeyi üstlense!” diye geçirdim. Hazret bana dönerek: “Senin bulunmadığın günlerde yerine ders vermeyi üstleniyorum” dedi. Biraz yürüdüm, yine içimden, “Üstadım hastadır; benim yerime haftada iki gün ders vermek kendisine zor gelir, keşke bunu haftada bir güne indirse!” diye geçirdim. Hazret yine bana dönerek: “Eğer haftada iki gün ders verme imkânım olmazsa senin yerine bir gün ders veririm” dedi. Biraz yürüdüm, aklımdan üçüncü bir şey geçirdim. Üstadım bana dönüp onu da açıkça olduğu gibi haber verdi.
Ahmed b. Asim-ı Antâki demiştir ki: “Sıdk sahibi ariflerle oturduğunuzda, sıdk (doğruluk ve samimiyet) üzere oturun. Onlar kalp casuslarıdır, siz hiç farkında olmadan kalplerinize girerler ve çıkarlar (Ferasetle içinizdeki düşünceleri okurlar).”
Ebu Cafer Haddad şöyle der: “Feraset, kalbe gelen ilk düşünce olup peşinden ona ters bir düşünce gelmez. Eğer kalbe gelen bir düşüncenin peşinden onun gibi aksi bir düşünce gelirse o feraset değil, sade bir düşünce ve nefsin sözüdür.”
Ebu Hafs-ı Nişâburi demiştir ki: “Hiç kimsenin feraset iddiasında bulunmasa uygun değildir. Herkes, başkasının ferasetinden çekinmelidir. Çünkü Hz. Peygamber (s.a.), ‘Müminin ferasetinden sakının’ buyurmuş, Ferasette bulunun’ dememiştir. Ferasetten sakınma durumunda olan kimsenin feraset iddiasında bulunması nasıl uygun olur?"
Yüce Allah’ın hizli hazineleri var
Ebu’l Abbas b. Mesnik şöyle anlatır: “Arkadaşlarımızdan bir şeyhi ziyaret için yanına girdim. Kendisini çok fakir ve muhtaç bir halde buldum. Kendi kendime, ‘Bu şeyh nereden yiyip içiyor acaba?’ diye düşündüm. Şeyh bana bakarak, ‘Ey Ebu’l Abbas! Böyle basit düşünceleri terk et. Şüphesiz Allah’ım çok gizli lütufları vardır’ dedi.”
O biliyor ya!
Zebidi’nin şöyle dediği anlatılır: “Bağdat’ta dervişlerden bir grup insanla bir mescidde bulunuyordum. Hep beraber ibadet ve taat ile meşgul oluyorduk. Günler geçti, bir rızk kapısı açılmadı. Sonunda ben, kendisinden bir şeyler istemek için Havvas’a gittim. Yanına vardığında daha ben bir şey söylemeden, ‘Halletmek için geldiğin hacetini Allah Teâlâ biliyor mu bilmiyor mu?’ diye sordu. Ben de: ‘Elbette biliyor’ dedim. O zaman bana, ‘Öyleyse sus ve ihtiyacını hiçbir mahluka açma!’ dedi. Ben de geri döndüm. Çok geçmeden bir rızık kapısı açıldı, günlük hacetimizden fazla rızık geldi.”
Bereketlenen rızık
Ebu’l Hüseyin-i Karafi yaşadığı şu olayı anlatmıştır: “Ebu’l Hayr Tinati’yi ziyarete gitmiştim. Kendisine veda edeceğim zaman beni mescidin kapısına kadar uğurladı ve bana, ‘Ey Ebu’l Hüseyin! Ben senin (Allah’a tevekkül ederek) yanında belirli bir rızık ve azık taşımadığını biliyorum. Fakat şu iki elmayı yanında götür’ dedi. Ben de onları alıp cebime koydum ve yola çıktım.
Üç gün bir yiyecek kapısı açılmadı. Ben de cebimdeki elmalardan birini çıkarıp yedim. Sonra ikincisini çıkarmak istedim; bir de baktım ki iki elma da cebimde duruyor! Ben onlardan birini yiyordum, onlar (Allah’ın izniyle bir keramet olarak tekrar iki elma oluyordu.
Bu durum Musul kalesinin kapısına kadar devam etti. Oraya varınca kendi kendime, ‘Bunlar benim tevekkül halimi bozarlar, çünkü onlar da artık belirli bir rızık durumuna geldiler.’ dedim. İkisini birden cebimden çıkardım, etrafa baktım, aba içine sarılmış bir fakir gördüm. Fakir, ‘Canım elma istiyor’ diyordu. Hemen elmaları ona verdim. Biraz ilerleyince içime, ‘Şeyh Ebu’l Hayr onları buna gönderdi düşüncesi doğdu. Yolda bir arkadaş grubu ile birlikteydim, onları bıraktım (duasını alayım ve kendisinden istifade edeyim diye) fakirin yanına geri döndüm; fakat onu bulamadım.”
Büyük bir olayın işareti
Ebu Abdullah-ı Râzi şöyle anlatmıştır: “İbn Rakki hasta olmuştu. Kendisine bir bardak içinde ilaç getirildi. İlacı eline aldı ve ‘Bugün memlekette bir olay oldu. Ne olduğunu bilmeden bir şey yiyip içmeyeceğim.’ dedi. Bu sözden birkaç gün sonra Karmatilerin o gün Mekke’ye girip büyük bir katliam yaptıkları haberi geldi.”
Ebu Osman-ı Mağribi demiştir ki: “Bu hikâye İbnu’l Katib’e anlatıldığında, ‘Bu çok hayret verici bir şey!’ dedi. Ben, ‘Bu öyle şaşılacak bir şey değildir’ dedim. O zaman Ebu Al b. Katib, ‘O halde söyle bakalım bugün Mekke’de haber nedir?’ diye sordu. Ben de ilahi bir ilim ve ferasetle), ‘Bugün Talhaogulları ile Hasanoğulları birbiriyle savaş yaptılar. Talhaoğullarının reisi, zenci bir adamdır, başında da kırmızı bir sarık vardır. Şu anda Mekke’nin üzerinde Harem bölgesini kaplayan bir bulut vardır.’ dedim.
Ebu Ali Mekke’ye bir mektup göndererek durumu sordu, gelen cevapta durum benim kendisine söylediğim gibiydi.”
Enes b. Malik’in (r.a.) şöyle dediği rivayet edilmiştir: “Hz. Osman’ın (r.a.) yaına gittim Yolda gözüme bir kadın ilişti, biraz onun güzelliği üzerinde düşündüm, sonra kalbimi topladım. Hz. Osman’ın yanına girince isim vermeden, ‘Sizden biri gözünde zina eserleri olduğu halde yanımıza geliyor.’ dedi. Ben kendisine, ‘Hz. Resulullah’tan (s.a.) sonra vahiy mi geliyor?’ diye sordum: Hz. Osman, ‘Hayır fakat bu, bir basiret (kalp gözüyle görme, ilahi bir delil ve doğru bir ferasettir.’ dedi.”
Kalbe dikkat!
Ebu Said Harraz demiştir ki: “Mescid-i Haram’a girdim Orada üzerinde iki hırka bulunan bir fakir gördüm. İnsanlardan bir şeyler istiyordu. İçimden, ‘Bu gibi kimseler insanlara yük oluyorlar.’ diye geçirdim. Fakir bana bakarak, ‘Biliniz ki Allah, içinizdeki düşünceleri bilmektedir, ondan sakının!’[2] ayetini okudu. Ben hemen içimden istiğfar ettim. Fakir, yüksek sesle, ‘O kullarından tövbelerini kabul edendir.’[3] ayetini okudu.”
Sıddıkların kalbi doğru söyler
İbrahim Havvas’ın şöyle dediği nakledilmiştir: “Bağdat’ta Medine Camii’nde bulunuyordum. Orada dervişlerden bir grup insan vardı. O sırada kibar görünümlü, hoş kokulu, saçları derli toplu, güzel yüzlü bir genç bize doğru geldi. Onu görünce yanımdaki arkadaşlara, Kalbime öyle geliyor ki şu genç Yahudidir dedim Hepsi sözümü yadırgadılar. Ben oradan çıktım, genç de çıktı. Sonra onların yanına geri dönerek, ‘Bu şeyh benim hakkımda ne söyledi?’ diye sordu. Onlar, doğruyu söylemekten çekindiler Genç ısrar edence, ‘Bu Yahudidir diyor’ dediler. Bunu duyan genç hemen yanıma geldi, ellerime kapandı ve Müslüman oldu. Kendisine bunun sebebini sorduklarında şöyle dedi: ‘Biz kitabımızda sıddık olan Hak dostlarının ferasetinin yanılmayacağını okuduk. Ben Müslümanları deneyeceğim.’ dedim ve bunun için sufileri düşündüm. Kendi kendime, ‘Eğer Müslümanların içinde bir sıddık varsa, o da bu sufilerin içinde olur, çünkü onlar yüce Allah’ın sözünü söylüyorlar’ dedim ve kıyafet değiştirerek size geldim. Bu şeyh ferasetiyle benim asıl durumumu bilince, onun bir sıddık olduğunu anladım.
Bu genç daha sonra sufilerin ileri gelenlerinden biri oldu.”
Gafil kalplere ağlayınız
Muhammed b. Davud şöyle anlatır: “Ebu Muhammed-i Ceriri’nin yanında bulunuyordum. Bir ara, ‘İçinizde Allah Teâlâ’nın memlekette yeni bir olay yaratacağı zaman onu ortaya çıkarmadan kendisine haber verdiği bir kimse var mı?’ diye sordu. Biz, ‘Hayır’ dedik. Bunun üzerine Ceriri, ‘Allah Teâlâ’dan bir şey elde edememiş (gafil) kalplere ağlayınız.’ dedi.”
Selamı niçin almadı?
Şöyle anlatılır: Fergani her sene hacca gider ve giderken Nişabur’a uğrardı. Ancak orada Ebu Osman-ı Hiri’nin yanına gitmezdi. Kendisi şöyle anlatır:
‘Bir defasında Ebu Osman-ı Hiri’nin yanına gittim, kendisine selam verdim, selamımı almadı. Kendi kendime, ‘Bir Müslüman yanıma geliyor, selam veriyor, o ise verilen selam almıyor’ diye düşündüm. O zaman Ebu Osman: ‘Bu gibileri annesini terk ediyor, ona iyilik ve hizmette bulunmuyor, kalkmış hacca gidiyor’ dedi. Bunu duyunca hemen Fergan’a geri döndum, vefat edene kadar anneme hizmetle meşgul oldum. Sonra Ebu Osman’ın ziyaretine gittim. Yanına girince beni karşıladı ve yanına oturttu. Fergani, sürekli Ebu Osman’ın yanında kaldı, ondan bineğinin bakım işini kendisine vermesini istedi, o da bu görevi ona verdi. Ebu Osman vefat edene kadar bu işi yaptı.
Ölü kalbin dirilmesi
Ariflerden biri, Allah Teâlâ’nın, “Ölü iken dirilttiğimiz kimse gibi midir?”[4] ayeti hakkında şöyle demiştir: “Yani o, zihni ölü bir kimseydi. Allah Teâlâ onu feraset nuruyla diriltti. Ona özel tecelli ve müşahede nuru verdi. Bu kimse, gafillerin arasında gaflet içinde yürüyen kimse gibi olmaz.”
Denilmiştir ki: Feraset sahih ve sağlam olunca sahibi müşahede makamına yükselir.
Müminin feraseti
Cüneydi Bağdadi’nin şöyle dediği nakledilmiştir:
“Mürşidim Seri-i Sakatî bana, ‘Çık insanlara konuş vaaz ve nasihat et’ derdi. Kalbim de insanlara vaaz etmeyi büyük bir iş görüp çekiniyordum. Bu konuda ehliyetli olmadığım düşünerek nefsimi kınıyordum. Bir gece rüyamda Hz. Peygamberi (s.a.) gördüm. O gece de cuma gecesiydi. Bana, ‘İnsanlara konuş, vaaz et’ buyurdu. Rüyadan uyandım. Sabahı beklemeden hemen mürşidim Seri-i Sakatî’nin evine geldim, kapısını çaldım. Kapıyı açtı, ben kendisine daha bir şey söylemeden, ‘Sana rüyanda insanlara konuş denene kadar bizim sözümüzü tasdik etmedin’ dedi.”
Bundan sonra Cüneyd ertesi gün camide insanlara vaaz vermek için oturdu. Cüneyd insanlara vaaz ediyormuş diye etrafa yayıldı. Bir gün bir Hristiyan genç, kıyafetini değiştirerek Cüneyd’in meclisine geldi, başucunda durarak, ‘Ey şeyh! Hz. Resulullah’ın, ‘Müminin ferasetinden sakının. Şüphesiz o yüce Allah’ın nuru ile bakar sözünün manası nedir?’ diye sordu. Cüneyd başımı önüne eğdi, biraz düşündü, sonra başını kaldırarak, ‘Müslüman ol; İslâm’a girme vaktin geldi’ dedi. Genç de (bu feraset ve keramet karşısında gerçeği görüp) Müslüman oldu.”