"Hayatın sorularından, sorunlarından ve derslerin sıkıcılığından yeni sorulara kaçtım, edebiyata, söze sığındım. Kimi zaman kendi sorularıma cevap ararken ve hayata bir anlam bulma çabası içindeyken bu soruları çeşitli yazarlara sorduğumu fark ediyordum. Yani onlara soru sormak bir yandan da kendimi teselli etmekti benim için. Kendi cevaplarıma ulaşmak gibiydi." diyorsunuz kitabınızın önsözünde. Sorduğunuz sorular arasında kendinize bulduğunuz en güzel ve sizin deyiminizle "teselli edici" cevap neydi, kime aitti?
Son yıllarda yaptığım söyleşilerden bir şairin sözleri bu anlamda beni etkilemişti. Bu kitaptaki konuklarımız şairlerden oluşmadığı için yer almadı bu söyleşi. Ancak çıkacak ikinci ciltte nasipse yer alacak. O da şair Arif Ay’ın cümleleri. O cümleler de şöyleydi. Spot olarak aldığımız cümleler: “KELİMELERLE DANS ETMEK DEĞİLDİR BİZİM İŞİMİZ. HAKİKATİ DİLE GETİRMEKTİR.” Bu çok çarpıcı gelmişti bana. Teselliden çok teyakkuza vesile bir cümle gibiydi ama. Bu söyleşi yanılmıyorsam Hece Dergisi’nde yer aldı. Okumak isteyenler için de böyle bir not düşelim.
Mustafa Kutlu'nun röportaj vermekten çok hoşlanmadığı hâlde sizinle yüz yüze gerçekleştirdiği röportajdan sonra pek çok röportaj daha verdiğini söylüyorsunuz. Öncelikle bu yolu açtığınız için biz okurlar olarak teşekkür ederiz. Bu, ilk yüz yüze söyleşinizdi sanırım. Elektronik posta ile de söyleşileriniz oldu. Elektronik posta yoluyla yaptığınız söyleşilerle yüz yüze gerçekleştirdikleriniz arasında nasıl farklar var? Hangisi size daha iyi hissettiriyor?
Aslında bu konuda bir tek ben böyle düşünüyorum galiba ama daha önce denenmemiş bir şeyi başarmış da olabilirim. Yani bu yüzden de bu böyle gelişmiş olabilir. Mesela ben başka şehirlerdeki İstanbul dışındaki yani, dergilerle irtibat kurarken ve şehir dışında olan yazarlarla şairlerle söyleşi yaparken ve biraz da acemiliğin verdiği etkiyle hep sorularımı bu şekilde onlara ulaştırarak başladım. Ama ben sorulara öyle özeniyordum ki ben özendikçe yazar da bunu fark ediyor, onlar da özenirse ortaya çok iyi çalışmalar çıkıyordu. Tabii ki yüz yüze söyleşinin atmosferi de başka, ya da orda da ek sorular doğabilir vs. ama ben belki de bu alışmışlık sebebiyle karşı taraf da özendiği takdirde, üzerine düşündüğü takdirde güzel söyleşilerin ortaya çıkabileceğini düşünüyorum. Röportaj ve söyleşi arasındaki fark biraz da bu noktada ortaya çıkıyor. Yani benim gerçekleştirdiklerim yazılı olarak gerçekleştirdiklerim söyleşiydi. Şimdi mesela Litros Sanat Gazetesi’nde röportaja yaklaştırmaya çalıştığım söyleşiler yapıyorum. Bu noktada zorlandığım noktalar olabiliyor tabii. Çünkü hep soru sorup direkt cevabı almaya alışmışım yazılı söyleşide. Soruların soruları ya da muhabbetin muhabbeti doğurması biraz zor olabiliyor bu noktada. Daha doğrusu benim için alışılmadık.
Söyleşilerinizin hepsinde ciddi bir derinlik var. Söyleşi yaptığınız yazarların neredeyse bütün kitaplarını okumuş, kendi edebî zevk ve birikim süzgecinizden geçirerek bir edebiyat sohbeti ortamı oluşturmuşsunuz. Sizi bu tür içerisinde ayrıcalıklı kılan ve ödül almanıza vesile olan şey söyleşilerinizdeki bu tutumunuz ve hassasiyetiniz olmuştur, diyebilir miyiz?
Ödül almama ne vesile olmuştur bilmiyorum. Ancak o sıralar biraz daha devamlıydım galiba. Yani birçok dergide iyi söyleşiler yapıyordum. Bunlar art arda gelince Butimar’da da iyi söyleşilerle birleşince o yıl ödül aldım. Dediğiniz gibi eserlere iyi biçimde nüfuz etmek gerçekten hem söyleşi yapana hem de söyleşi yapılan kişiye artı olarak dönen bir şey. Her zaman söylüyorum. Tüm kitapları okuduğum söyleşiler ya da yazarın eserlerine hayatına tam manasıyla nüfuz ettiğim söyleşiler gerçekten de başarı getiren söyleşiler oldu. Mesela unutmuyorum. İlk yaptığım ama cidden ses getiren söyleşilerden biriydi. Cevdet Karal’la Hece için söyleşi yapmıştım. Bu söyleşi için altı yedi ay uğraştım denebilir. Bu sayede ortaya çok sıkı ve ses getiren bir söyleşi çıktı.
Yaptığınız söyleşilerle anılan önemli bir isim oldunuz zamanla. Size kiminle söyleşi yapmayı en çok istediğiniz birkaç defa soruldu. Ben tam tersini sormak istiyorum. Edebiyata, hayata dair hangi yazar ya da şair size soru sorsun isterdiniz? Kiminle söyleşmektir hayaliniz?
Aslında böyle bir şey düşünmedim. Ama ben hep söyleşi yapan konumunda kaldığım için kimse benle söyleşi yapmıyor da olabilir. Böyle de düşünüyor insan bazen. Zaten bu görev bende gibi edebiyat aleminde. Tabii yine de iyi isimlerin benle söyleşi yapmasını arzu ederim. Ancak iyi isim ünlü isim ifadeleri bir yana senin sorduğun bu sorular benim için çok ama çok kıymetli. O yüzden beni yalnız bırakmadığın için çok teşekkür ediyorum. İyi ki varsın.
Öykülerinizde kendisiyle yüzleşen karakterler var. Bu karakterler bazen klasik bir doğu müziğinin tınısında bazen bir sahafın kapısında karşılıyor bizi. Öyküleriniz modernizm akımının izlerini de taşıyor. Sahaf, müzik gibi mekanlar, sanatlar da öykülerinizde birer kahramandır diyebilir miyiz?
Evet güzel bir çıkarım olabilir bu. Böyle düşünmemiştim. Taylar Güzel Kaval Çalar’a dair güzel bir çıkarım bu.
"Taylar Güzel Kaval Çalar" kitabınızda beni en çok etkileyen ve kurgusunu beğendiğim öykünüz "Sahaflarda Albümlerden Kendine Aile Kuran" oldu. Bu öyküyü yazmaya başladığınızda bir kısmını Üsküdar'da Mihrimah Sultan Camii’nin avlusunda okumuştunuz bana ve birkaç arkadaşımıza. Bir yazarın eserinin ilk hâline tanıklık etme heyecanı bambaşka. Bununla birlikte o gün sormadığım küçük bir soru zihnimde takılı kaldı Bu öykünün çıkış noktası nedir? Bir sahafta gördüğünüz hiç tanımadığınız siyah beyaz bir aile fotoğrafı mı?
Bu öykünün çıkış noktası aslında parçalanmış bir ailedir. Daha doğru ifade etmek gerekirse bu öyküm aslında içindeki bazı ifadeler sebebiyle bir şiir olarak yazılmıştı. Ben daha sonra öykü formuna çevirdim. Ama içindeki dizeler seçilebilir mi bilmiyorum. Hikayenin ortasında siyah beyaz bir aile fotoğrafı var da denebilir tabii. Bu da uygun bir yorum. Yani renkli bir fotoğraf değil, siyah beyaz. Yani bütün bir fotoğraf değil parçalanmış bir fotoğraf. Karakter belki de tamamlanmayı arıyor. Ancak puzzle’ın parçası ailede tamamlanmadığı için hep eksik kalıyor.
“Hikayesi anlatılmamış insan gerçek anlatıcısını bulamamış demektir.” diyor Necip Tosun yaptığınız söyleşide. “Mutlu Ol Portuga” adlı öykünüzde anlatıcıya müdahale eden bir karakter çıkıyor karşımıza. Anlatıcıdan sözü alıp kendini anlatmak isteyen bu karakterin korkusu nedendir? Gerçek anlatıcı bazen sadece kendimiz miyiz sizce?
Ben öykülerimde bu müdahaleyi bazen yapıyorum. Ve bunu seviyorum. Aslında sanırım kitaptaki öykülerden birinde şöyle demiştim: İçimde irili ufaklı sevgi canavarları var, diye. Aslında bu canavarlardan herhangi biri, her seferinde mikrofonu eline almak istiyor, konuşmak, anlatmak istiyor, denebilir. Ama ben henüz hiçbir şeyi anlatmış varsaymıyorum kendimi. Bu iki kitaba rağmen.
Ayşegül Genç'le yaptığınız söyleşinin giriş yazısında "Zaman geçtikçe bu söyleşilerle en çok da şunu fark ediyorum: Gizli bir kültür işçisi olduğumu" diyorsunuz. Tam olarak nedir kültür işçiliği? Ben bu cümlenizi okuduğumda söyle düşündüm: İyi bir konuşmacı için iyi bir dinleyici lazım. Aynı zamanda iyi bir konuşmaya dahil olmak için de konuşmacıyı konuşturabilecek, derdimize derman olacak sözleri duyurabilecek sorular lazım. Sizin söyleşi yaptığınız isimlerin sözlerinin güzelliği kadar bu sözleri söyleyen sorularınız güzelliği ve bir değeri var. İyi soru sormak mıdır kültür işçiliği?
Orada kastetmek istediğim aslında şuydu. Yani hep bir emek neticesinde bunların gerçekleştiği. Tabii ki çabaları kutsamak değil. Ama hor görmek hiç değil. Mesela Kutlu meselesinden bahsetmiştik konuşmanın başında. Kitapta, ikinci kitapta yani, hep bunu anımsatan başyazılar var. Hangi şartlarda, o söyleşilerin hangi emeklerle gerçekleştiği. Burada bazen siz o gizli kültür işçiliğini sürdürürken, yaptığınız çok büyük müdahalelerde adınız bile geçmiş olmayabilir vakt- i zamanında. Ama o editöryal müdahaleyi siz yaptınız. Mesela yine söyleşilerden bir tanesi hakkında örnek vereceğim. Sorduğum sorulardan birinin cevabını söyleşi yaptığım kişi söyleşiye eklemeyip bu konuşmayı Cumhurbaşkanlığı Kültür Sanat Ödülleri’nde yaptığı konuşmada okumuş. Alınmak babında demiyorum elbette. Ama gizli kültür işçiliği galiba biraz da böyle bir şey benim nazarımda. Ayşegül Genç için de aynısı söylenebilir. Bir keresinde Türk Dili’nde kendisiyle gerçekleştirdiğim söyleşinin spotundaki bir ifadeyi yeni yayınlanmış bir kitabının arka kapak yazısında da okumuştum. Ama bunlar mutlu edici şeyler benim için. İşte bunların hepsi gizli kültür işçiliğini anımsatıyor bana.
Konuşan: Betül Ünlü