Cümle kurmak zor mudur?
Efendim güzel cümleler okuyarak yetişmişseniz cümle kurmak kolaydır.
Cümle okumak için önceden cümlenin kurulmuş olması gerekli değil mi?
Şüphesiz ustalarla tanışmış olmanız gerekir.
İnsanoğlunun tarihte her zaman daha doğrusu çoğu zaman tam cümle kuramadığını tespit ediyoruz. İnsanların arasından seçilmiş olanlar yani peygamberler hepimizden farklı cümleler aktarırlar bize ve bunlar bize ait değil derler. Bu bağlamda cümlenin aslı ve kaynağı gerçek cümle ustası vahiy midir?
Biz cümle ustası dedik siz ise ustaların ustasına işi getirdiniz. Bendeniz biraz önce usta derken peygamberlerin çeşmesinden beslenenleri kastettim. Kuşkusuz ustaların dillerini çözen ve dilin kilidini i açan peygamberlerdir.
Peki vahiy ile buluşmayan veya ulaşmışsa da vahye kulak vermeyenlerin cümle kurması mümkün müdür?
Tabii ki mümkündür. Çünkü insan donanımlı ve müthiş yaratılmış bir varlıktır. Ancak vahiy ile buluşan insana oranla eksiklikleri olabilirse de kayda değer cümleler kurabilir. Ancak kurulan cümleleri en üst perdeye taşıyabilirler mi, performans gösterebilirler mi noktasında şüphelerimiz var.
Biz çocukluk dönemlerinde “cümle” kurmaya ve artık büyüklerimizle iletişim kurmaya başladığımızda artık “sorun” kalmadığını düşünürüz. Yani insanın artık cümle kurduğu varsayılır. Geriye güzel cümle kurma telaşı başlar. Oysa vahiy geldiğinde insana akletmediği, bilinçli olmadığı hatırlatılır ve vahiy kurduğu cümlelere benzer cümleler kurması için meydan okunur. Vahyin kurduğu cümlelerle insanın kurduğu cümleler arasında bir türlü iletişim kurulamamasının nedeni nedir; nerede kopuyor ipler?
Kopma tabiri bence pek uygun değil. Aslında kopmuyor. Bendenize göre aradaki perde sebebi ile oluşamıyor, aralardaki perde nedeni ile ulaşamıyor. Belki peygamberleri duyuyoruz, aynı lisanı kullanıyoruz; fakat iletişim kurulamıyor; sanki arada perdeler var. Yani insanla hakikat arasında bir takım engeller var. İster perde deyin, ister hastalık deyin, ister pas deyin isterseniz demir perde deyin. Var; insanla hakikat arasındaki engeller. Tasavvufta bu konu anlatılırken insani zaaflarımız ön plan çıkarılır. Kibrimiz, hasedimiz, şehvetimiz ön plana çıkarılır. Bunlar kara perdelerdir. Vahiyle yüzleşmenize mani oluyor. Sizin vahyin mesajınızı algılamanızı engelliyor. Nitekim Mevlânâ Mesnevi’nin ilk satırlarında perde yırtmaktan bahsediyor.
Yani tasavvuf bu bahsettiğiniz perdelerin aralanması, yırtılması hareketi midir?
Evet… bir nevi öyle. Kur’an-ı Kerim’de kalplerden bahsederken “Kalplerde hastalık var. Paslanma var. Kilitlenme var.” der. Aslında tasavvufi terbiye, kalp hastalıkları temizleme hareketidir. Nitekim bu temizlik sonrası vahyi daha iyi algılıyorsunuz. Vahyin sesi size geliyor.
Peki hocam Kur’an’ın kalpleri mühürlü, kulakları mühürlü derken kastı; çocukluğumuzdan itibaren gördüklerimiz, duyduklarımız zamanla bizde perspektif oluşturur ve beslendiğimiz bilgi kaynakları, kültürümüz, hakikatimizi görmemizi engelleyen perdeler haline gelebilir uyarısı anlamında mıdır?
Tabii... hepsi değil kuşkusuz. Biz anamızdan doğduğumuzda bu perdeler yoktur. Zamanla oluşur. Hayatla beraber oluşur. Bu aşamada da bir benzetme yapılır. Kalp tertemiz bir kalptir. Kalp temiz sayfa gibidir. Her hata, her günah bir kara nokta olarak kalpteki yerini alır. Zamanla düşen noktalar arttıkça kalp kapkara hale gelir. Hatta kalbin taşlaşmasından da bahsedilir. Göz yolu ile aldığımız yanlışlar, kulak yolu ile aldığımız yanlışlar, his ile aldığımız yanlışlar birikince kalbimizi ölü hale getiriyor.
Vahiy cümle kuruyorsa; biz duydukça perdeler aralanıyorsa; peki yazarlarımızda, şairlerimizde var ve onlar da cümle kuruyor. Cümlelerden kurulu bir dünyamız var yani. Peki hangi cümle perde aralar? Hangi cümleler perde olur? Nasıl ayırt edeceğiz bunu? Hakikate hangi cümleler bizi ulaştırır? Cümleler arasında hangi cümle “cümle kapısı”dır?
Şimdi her şeyden önce bizim gönlümüz açık olmalı. Vahiy ile ortak frekansta olmalı; değilse vahyin cümlelerini bile duysanız, okusanız o sizi hakikate ulaştırmaz. Kalp temiz kalmalı ve ona yönelmeli. Değilse vahiy bile sizin için cümle kapısı olmaz.
Peki vahyin cümlesini ilk duyan, anlamı kalbe düşen Peygamberlerimiz perdeleri araladığında bizi nasıl bir dünyaya-hayata tanık ettiriyorlar? Peygamberler bize perde geren bu dünyadan başka bir dünyaya-hayata mı tanık ettiriyorlar? Örneğin bu bağlamda “dünya ahiretin tarlasıdır” cümlesi ekseninde peygamberliğin dünya-ahiret dengesi kurduğu; dolayısıyla bizatihi dünyanın kendisi bir perde değildir yaklaşımı da var. Biz vahyin dünyaya ilişkin cümlelerini nasıl algılayacağız?
Aslında dünyayı perde haline getiren cümleler kuran zihniyetler var. Dünyevileşme diye tercüme edilen zamanımızdaki “seküler” anlayış hakikatle buluşmamızı engelleyen perdeler germektedir. Değilse dünya ahiretin tarlasıdır ifadesi perde geren değil; aksine hakikate ulaşmamız için bir perde aralamadır. Evet dünya, evet iş! Ancak her işi bir ibadet, bir zikir olarak yapmak gerekir. O zaman dünya ahiretin tarlası olur. Salih amel dediğimiz de budur zaten.
Şimdi dünya bir tarla ise; ne İslam ne de onun yorumu tasavvuf bile tarlayı bırak, mağaraya gel demiyorsa; o zaman bu tarladan sanayi, teknoloji, bilgi devşiren bir modern dünyadayız. Peki biz tarlada ne ekiyoruz ne biçiyoruz hocam?
Şimdi öncelikle insanlık bugün tarlada yanlış şeyler ekiyor ve doğal olarak kötü şeyler devşiriyor. Bunu baştan tespit etmek gerekmektedir. Bugünün insanlığı üstüne vazife olmayan şeylerle uğraşıyor ve bununla övünüyor. Bugün tarladan yedirilen, içirilen değerlere baktığınızda utanılacak durumdayız. Nitekim Kur’an dünyadan bahsederken “Dünyadan nasibini unutma!” der ama hep “Dikkat!” çeker; “Dünya oyundur, tutkudur, şehvettir.” ve “Dikkat dünya kaygan bir zemindir!” der ve ahireti hatırlatır.
Yazarlar, şairler, siyasetçiler, liderler dünya tarlasının mühendisi edasıyla reçeteler sunuyorlar. Peygamberler özelde Peygamberimiz de hayatlarında dünya tarlasında bulundular ve ektikleri, biçtikleri oldu. Bazı İslam düşmanları özellikle Peygamberimizi kılıç peygamberi olarak sunma gayretindeler; bazı İslam yorumlarında tarladan uzak hayat süren hep inzivada, mağarada yaşayan bir peygamber tasviri var; günümüzde de çağın her talebine karşılık veren, cevap veren her işi yapmış bir peygamber tanımı yapılma gayretleri de var. Şimdi kafalar ve gönüller karışıyor. Nasıl bir peygambere sahibiyiz, hangi cümleler bizim Peygamberimize aittir? Kimlerin peygamberliğe dair kurdukları cümleler sahihtir?
Şimdi Peygamber Efendimiz “Ben güzel ahlâkı tamamlamak için gönderildim” buyurmuşlardır. Bu esaslı bir cümledir ve cümle kapısı hükmünde bir delildir. Bu güzel ahlâkla tanışırsanız vahyi anlarsınız. Güzel ahlâk edinmek için ise Peygamberi örnek almak zorundayız. Allah’a ulaşmak için cümle kapısı kâinatın efendisi. Oradan girilecek vahyin dünyasına. Onun için Peygamberimizi tanımak zorundayız. Peygamber bizi besleyecek güce sahiptir. Perdeleri aralatacak metotları O’ndan alacağız. O’ndan yüz çevirirsek eğer önce ana kapı, cümle kapısı yüzümüze kapanacaktır daha sonrada bütün kapılar kapanacaktır. Bugün insanlığın yüzüne vahiy kapısı kapanmışsa bunun nedeni kapitalist, seküler zihniyet nedeni iledir. Bu yanlış zihniyetin peygamberle bile buluşması zordur.
Onun için mi Peygamberimize küstahça sözler sarf edilebiliyor; karikatürler çizilebiliyor?
Bu zihniyetin sadece Hz. Muhammed ile değil peygamberlikle ve vahiy ile de sorunu var. Ancak Müslüman dünya da içler acısı bir durum içinde bu dünya tarlasında. Tarladan şöhret, mal-mülk devşirmekle meşgul olanların sayısı çoğunlukta. Bu arada Peygamberimize atfen bir söz vardır. Efendimiz “Ben ilmin şehriyim, Ali’de kapısıdır.” Dolayısıyla ustaların ustası peygambere ulaşmak için de söz-cümle ustalarına ihtiyaç vardır.
Son soru hocam. Bu dünya tarlasında sanat, kültür, ekonomi, siyaset adına neden artık Müslüman dünya çok az cümle kurmakta, kurulan cümleler kırık olabilmekte ve hatta en akıllı âlim, entelektüelimiz bile devrik cümle kuruyor. Neden? Oysa kapımız da var şehrimiz de. Nedir bu pür melâl halimiz?
M. Akif, Safahat’ında bunu uzun uzun anlatıyor. Kapitalist, seküler zihniyet bizleri de çözmüş. Yeniden cümlelerin şahı olan kitaba dönmek lazım. Sadece meal dağıtarak, okuyarak olmaz. Şuurla, bilinçle, tefekkürle yönelmek lazım. Her zaman bu konuda aklıma Muhammed Esed gelir. Bir gün eşiyle çarşıya çıkar ve gözlemlerden sonra evine döner. Düşünür. İnsanların yorgun yüzleri, koşuşturmaları gidip gelir hayalinden. Sonra Kur’an’ı açıp okumaya başladığında şok olur. Okuduğu Tekasür Suresidir. Nitekim Esed ilk ayeti (İngilizce çevirisini nasıl yaptı bilmiyorum ama Türkçesini çok beğeniyorum.) okuduğunda “hakikati” fark eder; çünkü cümle müthiştir: Bizim klasik mealde “Çokluk sizi oyaladı durdu” diye tercüme edilen ilk ayeti Esed “bir aç gözlülük saplantısı içindesiniz” şeklinde tercüme eder. Zaten ayeti de böyle anladığı için vahyin hakikatine ulaşır. Tam fotoğrafımız işte bu. Müslümanlar olarak bizler de açgözlülük saplantısına düştük. Doğal olarak cümle kurmak mümkün değil. Cümlelerin şahı ile buluşmak da zorlaşıyor. Cümlelerin şahını sıradan bir söz, metin gibi algılıyor ve okuyoruz. Vahiy ile diyaloğumuz da kurulamıyor. Kâinatın Efendisi ile ilişkimiz de kendiliğinden sığlaşıyor. Kendimize soralım: Gönül dünyamızda her şeyimizle Kâinatın Efendisi’ne kilitlendik mi? Bütün genlerimizle ve hücrelerimizle salat ve selam okuyor muyuz? Salatu selam deyip geçemeyiz. Allah salat ve selam okuduğunu söylüyor. Her Cuma hutbesinde duyarız: Allah ve Melekleri ona salat ve selam eder. Kâinatın Efendisi ile böyle bir bağ kurmak gerekir. Allah’ın “Allah’ı seviyorsanız Peygambere tabi olun” dediği şey de bu olsa gerek. Kutlu doğumlar istiyorsak eğer Kâinatın Efendisi ile gönül bağımızı güçlendirmeliyiz.
Teşekkür ederiz hocam. Kutlu sözlere düştüğünüz gönülden cümleler için.
Biz teşekkür ederiz. Cümlelerin şahından birkaç damla gönül dünyamıza bırakmaya vesile olduğunuz için.
Röportaj: S. Servet Hocaoğulları
Kültür dergisi, Sayı:3