Murat Bardakçı, yazdığı yazılar ve yaptığı programlarla popüler tarihi hayatımıza dâhil ederek önemli bir iş yapıyor. Onunla yapılan röportajlarda kendine dair konuşmayı sevmediği anlaşılıyordu. İnsan haliyle bu sıra dışı kimliği merak ediyordu. Çünkü o tarihe gazeteci gözüyle, geniş perspektiften bakan biriydi.
Tarih, kültür ve sanata dair merak ettiğim sorularla, Teşvikiye’de doğup büyüyen Bardakçı’nın Hüsrev Gerede Caddesi’ndeki evine doğru yola çıktım. Sanatı seven biri olduğuna dair düşüncem evin girişindeki objeleri gördüğümde bir kez daha pekişti. Girişin sağ tarafında kalın çerçeveli bir ayna ve duvara asılı tablolar vardı. İçeride geniş bir salona buyur edildim. Gözümü tavanda ve duvarlarda gezdirdiğimde ilk dikkatimi çeken duvara asılı hat levhaları ve odanın loşluğu oldu. Perdeler kapalıydı. Çünkü gün ışığı levhaların rengini solduruyordu. Bu sebeple oda abajurlarla aydınlatılmıştı. Bardakçı’nın evine baktığımda onun bir tarafının günümüzde, diğer tarafının geçmişte yaşadığını düşündüm. Duvardaki hat yazılarının kime ait olduğu sorduğumda bana, “Söylemem. ‘Bende şu var, bu var’ diyemem. Ayıptır” diyerek cevap vermedi. Kendine dair sorduğum sorulara ise benzer tepkiler verdi ve “Anlatmam, kimseyi ilgilendirmez” deyip yanıtsız bıraktı. O, kesinlikle aksi biri değildi. Sadece netti. Hatta bu duruş ona sempatik bir hava da katıyordu.
Sohbetimiz sırasında bize eşlik eden kedilerden bahsetmezsem olmaz. Bardakçı’nın gri renkteki kedilerinden erkek olanın adı Hüsrev. Dişi olanın ismi ise Elizabeth. Elizabeth ile Hüsrev’i birbirinden ayıran özellik Elizabeth’in Siyam cinsi olması. Kendiler isimleriyle hem Doğuyu hem de Batıyı temsil ediyor gibiydiler. Bu, Bardakçı’nın hayattaki duruşunu anlamak için iyi bir veri değil mi?
Tarihle ilgili ciddi araştırmalara başladığınızda kaç yaşındaydınız?
Hatırlamıyorum. Ben hep yazıyordum zaten. Çünkü böyle bir çevrede büyüdüm. Sonra baktım ki insanlara benim bunları bilmem tuhaf geliyor. Şimdilerde daha yoğun yazıyorum o kadar.
“Ben tarihçi değilim, gazeteciyim” diyorsunuz. Gazeteci bir tarihçinin yaptığı neyi yapmaz veya yapar?
Dışarıda tarih eğitimlerinde bizde olduğu gibi kuru tarih öğretilmiyor. İnsanlar sosyal bilimler, ekonomi, hukuk ve sosyoloji öğrenip, onun yanında tarih öğreniyorlar. Bizde de öyle olması lazım. Bunun aslında gazetecilikle bire bir ilgisi yok. Tarihe geniş perspektiften bakmakla ilgisi var.
En önemlisi de hevestir. Yaptığınız işi sevmelisiniz. Türkiye’de en büyük sorunlardan biri işin hevesle yapılmamasıdır. İnsanlar işlerini devlet memuru gibi vazife gereği yapıyor. Öyle şey olmaz. Hevesi olan kişi iyi iş çıkartır zaten.
Elinizde olup daha zamanı gelmediği için paylaşmadığınız tarihi belgeler var mı?
Ben belge toplamıyorum. Koleksiyonculuk yaratıcılığı öldüren çok tehlikeli bir şeydir. Biriktirmeyi hastalık gibi görürüm. Koleksiyoner değilim. Olan arkadaşlarıma da “ne işe yarayacak?” diyorum. Hiçbir işe yaramaz. Sadece çok kıymetli bir parçaysa onun muhafazasını sağlar. O kadar.
Yeri gelmişken söyleyeyim; ben birinci sınıf belge kullanırım, ikinci sınıf değil. Biyografilerde de birinci derecede önemli kişileri yazmayı tercih ederim. Yazmak istediğim konuyla ilgili belgeyi arayıp bulurum, o belgeleri kullanırım. Ailelerden aldığım bana verilmiş olan belgeleri işleri bitince açılmaması kaydıyla arşivlere veriyorum. Sultan Vahdeddin’i yazdım. Onun evrakını bir devlet arşivine 50 sene açılmaması şartıyla verdim. Vahdettin’in ailesiyle özel yazışmaları vardı. Aile meseleleri kimseyi ilgilendirmez.
Yine iki yıl önce Hafız Hakkı Paşa’yı yayımladım. Evrakını Genelkurmay Arşivi’ne verdim. Onun yeri orasıydı.
Yazılarınızda kullandığınız belgelere bakınca evinizde odalar dolusu belgeniz var diye düşünmüştüm…
Yok. Bende o kadar belge yok. İşime yaramayacak belgeleri niye toplayayım? Deli miyim ben? Sadece yazacağım iki-üç kitabın belgeleri var o kadar. Belge üzerine çalışmak insanı yorar. Ancak zevk alıyorsanız çalışabilirsiniz. Saatlerce metin transkripsiyonu yapmanız gerekiyor. Belgeler arasında bağ kurmak; bunlar yorucu işler. “Şu konuda sende belge var mı?” diyene yayınlamadığım belgeyi zaten veremem. Arasın. Ben nasıl arıyorum. Tembel adamdan nefret ederim. Günde 16 saat çalışıyorum.
Nota arşivinizin olduğunu okumuştum.
Nota arşivim var. Onu da arkadaşlarla musiki icra ettiğimiz için tutuyordum. Çünkü bizde musiki eserleri çok değişmiştir. Mümkün olduğu kadar eğer varsa, besteci el yazısı merakım var, onları alırım. Doğrusu odur çünkü. Ama notaların çoğunu depoya kaldırdım. Beraber icra edecek pek kimse kalmadı çünkü.
Tarihî malzemeyi popülerleştirdiğinizi düşünüyor musunuz?
Evet. Türkiye’de tarih eskiden popülerdi. 50’li yıllara kadar her gazetede haftalık tarih yazıları çıkardı. Ama basında cehalet arttı. Yazan insanlar da öldü ve bu iş bitti.
90’larda popüler tarihi tekrar ben başlattım. Bu tevazu gösterilecek bir şey değildir. Tarihî içerikli televizyon programlarını da ben başlattım. Hepsi beni takip etmiştir. Çoğu kötü taklidim olmuştur. Bugün yapılan programların, yazılan yazıların hiçbiri benim kadar okunmadı, benim kadar izlenmedi.
Sizce neden?
Çünkü ben gazeteciyim. Konuyu iyi bildiğim için değil. Ekrana akademisyeni çıkartıp kuru kuru tarih anlattırırsanız kimse dinlemez. İlgi çekici bir yerden vermek zorundasınız. Onu yaptım ben.
Neden bıraktınız?
Sıkıldım. Çünkü ben keyif aldığım işi yaptım.
Tarih Nefret Demek Değil, Belge Ortaya Koymaktır
Son dönemde özellikle Cumhuriyet tarihi ile ilgili tartışmalar gündemde. Bu tartışmaları nasıl yorumluyorsunuz?
Kendine tarihçiyim diyen birkaç kendini bilmez adam var. Şimdiye kadar orijinal tek bir belge yayımlamamışlardır. Onun bunun yazdığını makaslamışlardır veya daha önce çıkmış kitapları çok büyük buluş diye pazarlamışlardır. Son olaylarda da böyledir; Rıfat Bali’nin daha önce yayınladığı belgeyi büyük buluş gibi yeniden yayımlamışlardır. Yeni bir şey bulmaya kalktıkları vakit de Damat Ferit gibi bir adama torun uydurmuşlardır. Aileyi tanıyorum. Damat Ferit’in çocuğu yok. Buldukları otantik tek bir belge yoktur.
Tarih nefret demek değildir. Tarih belge ortaya koymaktır. Başkasının yazdığını alıp makaslayacaksınız, kendi ideolojiniz doğrultusunda evirip çevirip yazacaksınız. Sonra tarihçiyim diyeceksiniz. Bu yorum değil, hakarettir.
‘Zübeyde Hanım Gayet Mütedeyyin Bir Hanımdı’
Bu kutuplaşmanın sebebi nedir?
Nefret yüzünden. Dünyanın hiçbir yerinde bizdeki gibi her şeyi altüst eden bir “alternatif tarih” yoktur. Bizde böyle olunca tarih ideoloji haline geliyor. Yalan yayınlarla para kazanıyor, üstadlık taslıyorlar. Çünkü muhalif görüş her yerde para kazandırır.
Belgesiz tarih komiktir. Dedikodudan tarih olmaz. Zübeyde Hanım, gayet mütedeyyin bir hanımdı. Kadına neler söylediler. “Hafızlara şu kadar meyve dağıtılacak” diye vasiyeti var. Biri çıkar, Atatürk konusunda ortaya bir belge koyar, ben başımın üzerinde taşırım. Türk tarihinden Atatürk’ü silemezsiniz. Türk devleti bir tanedir. Osmanlı-Cumhuriyet diye ayrı değildir. Lozan Antlaşması’nda “Türkiye” diye yazar.
Atatürk konusu eleştiriye kapalı mı?
Değil. Beğenir veya beğenmezsiniz fakat hakaret edemezsiniz. Bu bütün devlet adamları için geçerli; Atatürk’ü Koruma Kanunu belgeli araştırmaya karşı konmuş bir şey değildir. Hakarete karşı konmuştur.
Kendimden örnek vereyim. Şahbaba kitabında o güne kadar anlatılanların tam tersi belgelere yer verdim. Hiçbir şey olmadı, çünkü hakaret yoktu, belge vardı. Düşünün, o kitabı 28 Şubat’ta çıkardım. Kitabı toplatıp beni içeri atmak isteyenler de çıkmış ama belge olduğu için yapamadılar.
Popüler tarih, uydurmak demek değildir. Popüler tarih, tarihî olayı anlaşılabilecek şekilde yazmak demektir.
Ulu Önder ve Ulu Hakan
Günümüzde Osmanlı’ya dair ilgi arttı. Tezhip, minyatür hat gibi sanatlarla, dizilerle, çekilen filmlerle, modada, dekorasyonda vs… Bu, tarih bilinci kazandırma konusunda doğru bir gidiş mi?
Bir kesim “Ulu Hakan Abdülhamid Han” derken diğer kesimden de hâlâ “Kızıl Sultan” diyenler var. Sultan Hamid’e asla hakaret edemezsiniz. Çünkü bu devletin hükümdarıdır. Ama eleştirileri değerlendirirsiniz. Sultan Hamid döneminde kaybettiğimiz toprak Türkiye’nin iki katıdır. Bu diziler bunları unutturuyor. Sultan Hamid üzerinden 50’lerden bu yana insanlar para kazanıyorlar. Para kazanma hevesi yüzünden olmayan bir tarih yazdılar. Bir kesimin gözünde Sultan Hamid’i semavi bir karakter olarak gösterdiler. Değildi. Normal bir insandı. Türkiye’nin zor döneminde tahta geçmiş bir hükümdardır. Öyle söylenildiği gibi 33 sene boyunca tek karış toprak kaybetmemiş değildir. Bu cehalet getiriyor.
Gerçek tarihi nereden öğreneceğiz?
Namuslu ve bilgili insanlar ideoloji olmadan yazacak, toplum da okuyacak. “Ulu Hakan Abdülhamid Han” yahut “Kızıl Sultan” sözleri bile o ifadelerin yer aldığı çalışmanın ciddi olmadığını gösterir. Şimdi de Ulu Önder’in karşısına Ulu Hakan çıktı. Çok yanlış bir şey. Tarihe nötr bakamıyoruz.
Bunun sebebi de toplumun uzun zamandır tarih konusunda yanlış yönlendirilmesi değil mi?
“Bilmesinler, siyasetten uzak dursunlar” fikri devletin politikasıydı. Bilhassa 12 Eylül’den sonra toplumun bilmemesi için uğraşıldı. Gençlik uzak dursun istediler ve böyle boş bir nesil yetişti. Şimdiki gençliğin annesi babası o şekilde yetiştiği için de cehalet devam ediyor. Bizler okumak yerine duyduğuna inanır bir toplum olduk. Bazı isimler kanalları gezip sadece uyduruyorlar. Bu isimlerin arasında profesörler de var. Adamın biri çıktı ekrana, Lozan Antlaşması’nın gizli maddeleri diye bir şey uydurdu. İnsanlar buna inandı. Milleti zehirlediler.
‘Sosyal Medya Tatminsizlik’
Bir de sosyal medya çıktı ortaya. Sosyal medya bir çöplük. Bizim için son derece zararlı. Benim hiçbir sosyal medya hesabım yok. Niye vakit ayırayım? Gazetede köşen var, televizyonda program yapıyorsun, bir de Twitter’da ne yaptığını yazıyorsun. Bu ne tatminsizliktir.
Evinizde pek çok hat eseri görüyorum. Bugün Osmanlı geleneği sanatta devam ediyor. Yeni çalışmaları nasıl buluyorsunuz?
Osmanlı geleneği bitti. Yeni yapılanların çoğu taklit. Musiki, edebiyat, hat, tezhip dediğimiz sanatlar Osmanlı sanatı değil, İstanbul sanatıdır. Türk musikisi dediğimiz aslında İstanbul musikisidir. Şehir kültürü bitince bu sanatlar da bitti.
‘Hattatların Çoğu Grafikerdir’
Nasıl yani, hat sanatı devam etmiyor mu?
Hat, icazet vasıtasıyla resmen devam ediyor. Bir iki sanatkâr arkadaşın dışında şimdiki hattatların çoğu grafikerdir. Ben eski hattatları tanıdım. Meselâ Ali Alpaslan ile çok yakındık. Son zamanlarda yapılan hatlar çok kötü. Ama sosyolojik ve ekonomik boyutları var bu meselenin. Geçmişten günümüze gelen ne musiki Osmanlı musikisi, ne de hat Osmanlı hattıdır. Tezhip ve hat’ta bugün yeni bir şey diye yapılanlar boyu büyütüp, çiçek eklemek. Ama mesela İran’da hat sanatı ileriye taşındı ve üç boyutlu yapılmaya başlandı. Hat sanatını heykel haline getiriyorlar. Bence çok güzel eserler ortaya koyuyorlar.
Dil Devrimi Toplumu Cahilleştirdi
Harf devriminden sonra kültür tarihimizle aramıza giren mesafeyi kapatabildik mi?
Kültürle aramıza mesafe koyan harf devrimi değil dil devrimidir. Çünkü Türkçeyi bozan, dil devrimidir. Biz dil devrimi üzerinde durmuyoruz. Bugün üniversite öğrencisine 1960’ların gazetesini verin anlamaz. Birkaç bin kelimelik bir dili iki üç yüz kelimeye düşürüyorsunuz. Bu, dil devriminin neticesidir. Harf devrimi yapıldığında Türkiye’deki okur-yazar oranını bilmiyoruz. Herkes bir rakam söylüyor ama doğru değil. İstatistik yok. Kitap tirajları ve okullar oranın yüksek olmadığını gösteriyor.
Harf devrimi gerekli miydi?
Bence ikisinin de öğretilmesi gerekiyordu. Hem eski hem de yeni yazı bilinmeliydi.
“Osmanlıca ile yeni Türk alfabesi bugün de bir arada okutulmalı” diyor musunuz?
Diyorum. Ama çözülmesi gereken sorunlar var. Cumhurbaşkanı okullara Osmanlıca dersinin koyulmasını istiyordu. Fakat önce hoca yetişmesi gerekiyor. Önce hocalar eğitim görecek, sonra öğrenciler eğitilecek.
Bugün öğretilen Osmanlıcanın niteliği ne seviyede?
Eski Türkçeyi öğrenebilirsiniz, fakat yazamazsınız. Çünkü eski Türkçe Batı dilleri gibidir, başka yazılır, başka okunur. Hatasız yazabilmeniz için alışmış olmanız gerekiyor ki artık zor.
Osmanlıca eğitim yaşı kaç olmalı bu durumda?
Hafızlık yaşı neyse odur. Beş yaşında bir çocuğa Latin harfi öğretmekle yirmi yaşında birine öğretmek arasında çok fark var. Birçok ülke çift yazı kullanır. Mesela Yunanlılar, İsrailliler veya Ruslar iki yazıyı da bilirler.
Eski Türkçenin kullanılmasını gericilik olarak gören bir kesim var…
Cehaletten. Bir kesim geçmişi yere göğe koyamayıp göklere çıkarırken, bir kesim de aynı şekilde üç dört sloganı söylüyor. Bunların hepsi tembellik ve cahilliktir.
Bu insanları geçmişleriyle barıştırmanın yolu nedir?
Dayatamazsınız. Hiçbir zaman kabul etmeyecekler. İdeolojiyi kılıf olarak kullanıyor. Araştırmak istemiyor. İsmet Paşa dışında bütün devlet adamları hep eski yazı yazdılar. Harf devrimi yapanlar dâhil. Laikliğin elden gideceğini düşünüyorlar. Yazıyla laikliğin ne ilgisi var. Başörtüsü ile laikliğin bir ilgisi yoktur. Şimdi de alkole bağlandı laiklik. İngiltere’deki içki yasağı bize gelsin, ben razıyım. Gençlik çok içiyor. Bu hiç iyi bir şey değil. İngiltere’de belli saatlerde, belli yaş gruplarında alkol yasak. Laiklik içkiyle değişmez. Laiklik sadece medeni kanunda değişiklikle kalkar. Birkaç maddeyi değiştirirsiniz, laiklik gider. Okumuyorlar, şablon halinde konuşuyorlar. İki taraf da bunu yapıyor. İnsan bilmediğinin düşmanıdır. Bu iki taraf için de geçerli. Türkiye ifrat-tefrit ülkesidir.
Osmanlıcayı hayatımıza yerleştirdikten sonra hayatımızda ne değişir?
Toplumun kültür bilgisi artar. Ayrı bir dünya açılır önünde, daha iyi düşünür ve hayattan daha fazla zevk alır. İnsanlar daha düzgün konuşur. Dilimizi bilmiyoruz. Bayramlarda ve kandillerde gönderilen telefon mesajlarına bakın, cami önündeki dilencinin Türkçesidir. Bunlar aslında bilgi eksiğini örtme çabalarıdır. Eski Türkçe dil olarak baktığınızda ciddi bir kültür dilidir. İmparatorluk dili de dilenci üslubuyla yazılmaz.
Vahdeddin’in Belgelerini Memurlar Saklamış
Bir yazınızda, Topkapı Sarayı’nın arşivinin 94 seneden bu yana bir türlü tasnif edilememesinin bizim için büyük bir “ayıp” olduğunu yazmıştınız. Bunun sebebi ideolojik mi?
İdeolojik değil. Çok öncelerde ilgisizlikti. Sonra personel yokluğundan yapılmadı. Kullanılmayan belgeler zamanla fetiş hale geliyor. Şimdi tasnif edilmeye başlandı. Topkapı Sarayı arşivinin Osmanlı Arşivleri’ne gitmesi gerekiyor.
İlber Ortaylı karşı çıkmıştı…
Kim karşı çıkarsa çıksın gitmeli. Bizde arşivde çalışmayanlar arşiv kahramanıdır. Haftanın iki-üç günü arşive gidiyorum. Kimin gidip gitmediği arşivde bellidir. Dakikasına kadar hangi belgeyi aldığınız yazılıdır. Bugün Ermeni meselesinde arşivler kapalı diye yaygara yapanların hiçbiri arşive gitmemiştir. Müracaatları bile yok. Gitseler de okuyamazlar. Fakat arşivler kapalı demek kolay.
Başka bir yazınızda da “Kraldan çok kralcı olan arşiv yöneticileri var. Bazı belgeleri çıkarttırmadılar” dediniz. Belgeleri neden çıkarmadılar, korkudan mı?
Saklamışlar. Bazıları yeni ortaya çıktı. Ben Şahbaba kitabını yazarken Vahdeddin ve Atatürk hakkında hiçbir şey bulamadım. Yirmi yıl önce oranın eski çalışan görevlilerinden biri, “Arama, bulamazsın. Bazı arkadaşlar bu belgeleri sakladı” dedi. Arşiv Kağıthane’ye taşınırken ortaya çıktı. Tehcirle ilgili bazı defterler de işgüzarlık yüzünden saklandı, devletin talimatıyla değil.
Atatürk’ün Samsun’a Gidişi ve Arşivler...
Nasıl yani, memurlar kendi inisiyatiflerini mi kullanıyor?
Evet. Çalışan memur bürokratik korku ve devleti koruma isteği yüzünden saklıyor. Atatürk’ün Samsun’a gidişiyle ilgili bütün yazışmaları daha geçen gün buldum. Arşivde her belge araştırmacıya verilmez. Bu, dünyanın hiçbir yerinde yoktur. Buna bir şey demem, çünkü devletin güvenliği ve prestiji içindir. Fakat bu, hükümetin kararıyla yapılır. Kendi inisiyatifini kullanıp devletimize zarar verir deyip saklamak, tarihe yapılmış en büyük kötülüktür.
Cehaletten Sarhoş Bir Haldeyiz
Son beş yıldır mülteciler aramızda. Biz daha kendi özümüzü kavrayamazken bir Arap furyası ile karşılaştık. Giydiğimiz kıyafetlerden dinlediğimiz müziğe kadar bizi etkiledi. Arapça yazılı sokak tabelalarıyla sıkça karşılaşır olduk. Bu etkileşim nereye doğru gidiyor?
Türkiye mülteciye alışık bir ülkedir. 17. yüzyıldan itibaren böyledir. 1. Dünya Savaşı’nda İstanbul’a gelen Beyaz Ruslar vardır. İstanbul’un eğlence kültürünü değiştiren onlardır. Taverna gibi müzik türleriyle biz onlar yüzünden tanıştık. Arapça tabelalar beni rahatsız etmiyor. Çünkü bu insanlar bizim dilimizi bilmiyorlar. Zaten keyiflerinden de gelmiyorlar. İnsaniyet gösteriyorsunuz, alıyorsunuz. Kendi yazısını da kullanıyor.
Sayın Cumhurbaşkanı son zamanlarda yaptığı konuşmalarda kültür ve eğitim konusunda istenilen ölçüde ilerleme olmadığının altını çiziyor. Ortada teşhis var. Tedavi için temelde ne gerekiyor?
Tedavisi yok. Çünkü çok geç. Sadece Ak Parti için değil, 1950 sonrası Türkiye’deki hükümetlerin programında kültür ağırlıklı hiçbir şey yoktur. Sadece ideolojik laflar vardır. Fakat şikâyet her zaman vardı. Siyasi partiler militan gruplar bile yetiştirdiler ama kültürle ilgili bir şey ortaya koyamadılar. Akıllarına bile gelmedi. Şimdi bile başlansa önceki nesil kayıp bir nesil olur. Toparlanması çok zor. Ucuz arabesk, aranjman dinleyerek kültür geri gelmez. Biz millet olarak okumayı pek sevmeyiz.
Türkiye’de Cumhuriyet döneminde ve daha önce de kültürlü bir kesim vardı. Bu kesim kendi içine kapanmıştı. Bugün sayıları azalmakla beraber yine var. Tamamen kapanmış vaziyetteler. Çünkü kendilerine muhatap bulamıyorlar.
Türk Müziği Eğitimi 1926’da Yasaklandı
Peki, Cumhuriyet’ten bu yana kültürel iktidar nasıl biçimlendi?
Çöktü. Çünkü kültür ideolojilere kurban edildi. Mesela musiki yasağı çok önemlidir. Türk müziğinin eğitimi 1926 yılında yasaklanmıştır. Eğitim yasağı 50 sene sürdü. Sonra da Kahire radyosuyla birlikte arabesk müziği girdi. Zaten okumayı sevmeyen, kültüre meraklı olmayan bir millettik, daha kötüsü oldu. Her devlet kültürel veya ekonomik bakımdan çökebilir. Fakat bir imparatorluk kültürünün bu derece seviyesiz hale geldiği hiçbir dönem olmamıştır.
Fransız İhtilali’nde “akıl kültü” diye bir akım vardı. Kiliseler dönüştürülüp akıl tapınakları yapıldı. Bizde yazının kaldırılması gibi heykeller kaldırıldı. Cumhuriyet döneminin kültür politikalarının temeli “akıl kültü” akımıdır. Atatürk’ün o tarihlerde Le Temps gazetesine demeci vardır. “İlhamımızı oradan alıyoruz” diyor. Fransızlar hatalarından döndüler. Biz hâlâ devam ediyoruz.
Ama Cumhuriyet tarihçileri çalışmıyorlar. Cehaletten sarhoş bir haldeyiz. Önemli olan görgüdür. Öyle yetişmiş olması gerekir. Bu sonradan öğrenilmez. Kültür empoze edilmez. İçinde doğulur. Dışarıdan aldıklarınız sırıtır. Halk kültürü kalite düşmesiyle birlikte devam ediyor. Fakat klasik kültürden bahsediyorsanız o İstanbul’a mahsustur. O da çok azaldı.
‘Bizde Burjuva Yok’
Geçmişten günümüze gelen Kadir Has, Sabancı, Koç gibi köklü aileler var. Son 15 yılda toplumun farklı kesimlerinden zenginler oluşmaya başladı. Kültür alanında neden köklü aileler artık çıkmıyor?
Kültür aktarıcılığı yapan aile Koçlardır. İstanbul’daki Koçlar üçüncü nesildir. Onlar Ankara’da çok eski bir ailedir. Kültürlü bir ailedir. Hepsinin müzesi var. Ömer Bey’in, Suna Hanım’ın, Rahmi Bey’in, Sevgi Hanım’ın müzeleri vardır. Bunu Türkiye’de tek yapan güçlü aile Koçlardır.
Bizde köklü burjuva pek yok. Sonradan zengin olanlar ancak para sahibi sosyete olarak kalırlar.
“Kültür İdeolojilere Mahkum Edildi”, Kitabın Ortası dergisi, Temmuz 2017 sayı 4.
Röportaj: Kübra Sönmezışık
Fotoğraflar: Saygın Serdaroğlu
Ne aksi adam, röportaji Bardakci'nin sesinden okudum, oldukca sert bir tavri var.