Sayın Ahmet Dağ Hocam, öncelikle bizi kırmayıp davetimizi kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Bugün sizinle üzerine çokça vakit geçireceğimiz Transhümanizm meselesi ve bu mevzuyla bağlantılı olarak güncel ve toplumsal konular hakkında konuşmak istiyoruz. En temelde insan ve insanın kendisini tanımladığı anlamının ve yaşam şeklinin değişmesi ile ilgili olan bu konunun merkezinde yer alan parametrelerden birisi olarak teknoloji ve etkisindeki diğer temel alanlar üzerine yapacağımız bu röportaj umarım ki bu konuda meraklı herkes için faydalı olacaktır. Eserlerinizden hareketle felsefenin çeşitli alanları ile ilgilendiğinizi görüyoruz. Ancak son günlerde popüler olmaya başlayan ve sizin de ilgi alanıza giren bu konu oldukça ilginç ve farklı bir konu. Gündelik hayattan düşünsel dünyaya kadar her alanda etkisi olan bir durum diye düşünebiliriz. Daha sonraki sorularda daha detaylı konuşacağız ama öncelikli olarak sormak istediğim soru, sizin bu konuyu ele almadaki temel motivasyon kaynağınızın ne olduğudur?
Uzun yıllardır Batı Düşüncesi üzerine çalışıyorum. Batı düşüncesi; dinamizmi, yerinde durmayışı ve derinlikli fikri karakteri itibariyle beni cezbetmiş ve heyecanlandırmış bir düşünce tarzıdır. Bu düşünce tipi, bir nevi yerinde durmayan haylaz bir çocuk veya sürekli arayışlar içinde olmayan iflah olmayan bir gezgin gibidir. Batı düşüncesinin sorunlarını görmemi sağlayan ve bana eleştirel yaklaşmayı öğreten birçok filozof oldu. Bunlardan en önemlileri; Nietzsche, Heidegger ve Baudrillard’dır. Bu üç filozof; hem okunması zevkli hem de üzerinde çalışılmalar yapılırken heyecan meydana getiren filozof tipleridir. Nietzsche, hakikatin yitimi ile ilişkin krize, Heidegger ise tekniğin varoluşa ilişkin meydana getirdiği ve daha da derinleştirdiği krize dikkat çekerken Baudrillard, artık hakikatin kaybolduğunu yerini simülasyon ve taklitçelerin aldığını ifade ediyordu.
Malumunuz benim Yüksek Lisans tez çalışma konum “Baudrillard ve Simülasyon” bağlamında olan bir çalışmadır. Bu tez çalışması daha sonra “Ölümcül Şiddet§Baudrillard’ın Düşüncesi” adıyla kitap olarak yayımlandı. Baudrillard okumalarımda gördüm ki yerinde durmayan bir düşünce yapısına sahip Batı Düşüncesi, farklı serüvenlerin içerisine girebilecek bir kuvveyi barındırmaktadır. Doktora çalışmama (Hume) odaklı olduğum için 5 yıl (2011-2016) Batı düşüncesinin geldiği mevcut sürecin niteliğini anlamamı sağlayacak okumalardan uzak kalmıştım. Batı düşüncesi üzerine olan okuma ve yazı çalışmalarımda en önemli tespitlerimden biri Batı düşüncesinin Tanrı-Doğa-İnsan dengesini bir türlü inşa edemediğidir. Grek düşüncesinde Tanrı/lar merkezde olup Doğa, yalnızca müşahede edilen gözün nesnesidir ve bir vasıtadır. İnsan ise Tanrılar boyunduruğunda olan bir varlık olmuştur. Ortaçağ’da ise Tanrı, merkez hâline getirilmiş; doğa, lanetlenmiş bir mekan insan ise bu lanetlenmiş mekana sürülmüş veya atılmış bir insandır. Modern Felsefe’de ise Tanrı, insana ve doğaya yük olan tasfiye edilmesi gereken bir varlıktır. Doğa, üzerinde hâkim olunması gereken mekanik bir köle, insan ise her şeyin merkezinde olan antroposen bir varlıktır. Doktora tezinden dolayı izini sürmekten koptuğum Batı’nın ilerlemeci sürecinin nerede olduğu kafamda bir soru olarak belirmişti. Bu süreç artık neyse o. Ona dair bir doçentlik çalışması yapmak aklımda idi. Okumalarım neticesinde o yıllarda (2016) Türkiye’de hiç gündemde olmayan fakat Batı’da üzerinde binlerce çalışma olan bir konuyu çalışmak kolay değildi. Okumalarım neticesinde transhümanizm ve posthümanizm tartışmalarının yapıldığının hatta bu tartışmaların ötesinde bu duruma dair bilimsel ve uygulamalı çalışmaların yapıldığının bilgisini edindim. Batı’nın, bu tartışmalar veya pratikler içerisinde olması beni hiç şaşırtmadı. Çünkü ilerlemeci çizginin seyrinin geldiği uğraklardan birine uğramıştı o kadar. Ayrıca yeni şeyler çalışmak beni çok heyecanlandıran bir durum olmuştur.
Sizi motive eden unsurlar ile birlikte, bu konuyu belki biraz açmak gerekiyor. Transhümanizm denildiği vakit ne anlamalıyız/düşünmeliyiz? Akademik anlamdaki çalışmalar ile birlikte, günlük hayatta yerini tayin etmek istesek ne söyleyebiliriz?
Tabii ki kavramın içeriği bakımından hümanizmle ilişkisi olan bir boyutu var. “Trans” geçiş anlamında olan bir kelime. “Transhuman”, Türkçe olarak “geçişsel insan” diyebileceğimiz bir karşılığı olan kelimedir. “Transhuman”, mevcut insandan posthuman’a geçiş sağlayan aracı varlık iken “posthuman” ise nihai varlıktır. Transhümanizm, hümanizmin yoğunlaştırılmış ve radikalleştirilmiş hâlidir. Hümanizm ilk safha iken transhümanizm ise hümanizmin ilerletilip posthümanizme geçişte aracı bir kavramdır. Trans-hümanizm; insanın bilişsel ve fiziksel olarak geliştirilebileceğini amaçlayan, bunu amaçlarken de bilim ve teknolojinin imkânlarından faydalanan bilimsel, kültürel ve insanın tahtını güçlendirme çabası amacında olması bakımından da ideolojik bir harekettir. Ayrıca transhümanizm ile posthümanizm kavramları birbirine çok karıştırılmaktadır. Transhümanistler, “posthuman” ve “posthümanizm” kavramını hedefledikleri bir sonraki aşamanın adları olarak kullanıyorlar. Bir de Ferrando ve Braidotti gibi isimlerin kullandığı posthümanizm kavramı var. Onlar bu kavramı, transhümanistlerin anladığı kavramdan çok farklı hatta transhümanizme karşıt bir kavram olarak kullanırlar. Çünkü transhümanizm insanın tahtını güçlendirmeye çalışırken Ferrando ve Braidotti gibi posthümanizm savunucuları hümanizmin tabiatın merkezine yerleştirdiği antroposen varlığı, merkezden yani tahttan indirmeye çalışır. Onlar, insanın tabiatta olan türlerden bir tür olduğunu ifade ederek özne merkezli evren tasavvurunu aşmaya çalışırlar. Transhümanizm, sadece mevcut insanın üzerinde bir dönüşüm değil insanın yaşadığı çevreyi de değiştirmeye çalışır. Hatta bununla yetinmeyip Yapay Zekâ uygulamaları veya bu uygulamalara sahip olan android ve cyborg gibi yeni varlık türleri inşa etmeye de çalışır. 19. ve 20. yüzyıl mekanik-teknolojik uygulamalara şahit olurken 21. yüzyıl Yapay Zekâ gibi uygulamaları olan sibernetik çalışmalara şahit olacak gibi görünüyor.
Burada/bu konunun ve konu ile ilgili çalışmaların özellikle Türkiye’deki durumunu da göz önüne alırsak nasıl bir değerlendirme yapabiliriz/seviyedeyiz? Genel itibarıyla, bu alanın bir uzmanı olarak neler söylemek istersiniz?
Öncelikle bu mesele hakkında Batı’da yazılmış olan metinlerin sayısal oranını gördüğümde çok şaşırmıştım. Kısa zamanda oldukça fazla çalışma yapılmıştı. Biz de o dönemde bir tane dahi akademik bir çalışma yazılmamış olması beni çok şaşırtmıştı. Çünkü ben, felsefeyi meslektaşlarımdan biraz farklı düşünüyordum. Meslektaşlarım, Kudemanın (Aristoteles, Descartes, Kant, Hegel, Foucault vs.) ne dediği üzerinde okumayı ve yazmayı düşünürken ben bunların önemli olduğu bilinciyle daha çok felsefenin çağın nelerine kaynaklık ettiğini ve çağda yaşananlara ne kadar şahit olduğuyla ilgilenmesinin gerekli olduğunu düşünmekteydim. Nitekim böylesi bir düşünüş transhümanizm odaklı ilk makale (2017) olan “Hümanizmin Radikalleşmesi Olarak Transhümanizm” makalesini ve sonrasında doçentlik çalışması olarak hazırladığım “Transhümanizm: İnsanın ve Dünya’nın Dönüşümü” adlı kitap çalışmasını meydana getirdi.
Dünyada bu alanda tüm disiplinler bağlamında birçok çalışma yapılmışken bizdeki çalışmalar oldukça az sayıda. Covid-19 salgını sürecinde hem dünyada hem ülkede gündeme gelen transhümanizm üzerine olan çalışmalar sayı olarak arttı. Fakat tüm disiplinleri kuşatan bu mesele üzerine farklı disiplinlerde yazılanlara bakıldığında ciddi bir yetersizlik ve ilgisizlik olduğunu söyleyebilirim. Oysa NBIC (biyoteknoloji, nanoteknoloji, enformasyon ve bilişsel) bilim ve teknolojilerin üzerinde yükselen bu süreçle doğal bilimler, temel bilimler, mühendislik ve tıp bilimlerinin daha çok ilgili olması gereksiz. Ne yazık ki meseleyle ilgilenenlerin çoğu, transhümanizme komplo teorileri çerçevesinden bakmayı tercih edenler. Oysa hususiyetle Avrupa ve Kuzey Amerika’da yapılan çalışmalara bakıldığında ciddi akademik ve entelektüel çevrelerin ilgilendiği ve çalıştığı bir mesele olduğu görülür.
Teknolojik devrim ve insan hayatının tamamını etkileyecek olan teknolojik dönüşümden bahsedecek olursak özellikle sanayileşme anlamında ülke olarak ne durumdayız? Teknolojik atılımların/gelişimlerin/yapılanmanın bizdeki farkındalığı ne durumdadır ve üretken bir durumda mıyız yoksa daha çok tüketen yapımızı koruyor muyuz?
İnsanlık, teknik/zanaat süreçten mekanik/fabrika sürecine geçince siyasi, iktisadi ve içtimai alanlarda ciddi değişimler meydana geldi. Ben artık insanlığın, mekanik süreci aştığını; sibernetik-nanoteknolojik (Robotik, Çipler ve Yapay Zekâ) bir sürecin içinde bulunduğunu düşünüyorum. Artık iri makineler inşa etmek kimsenin bir işine yaramayacak. Adına “Endüstri 4.0 veya 5.0” denilen bir süreçle karşı karşıyayız. Mekanik süreç insanlığın sert/hard bir süreciydi geride kaldı, insanlık şu an yumuşak/soft bir süreç içinde yaşamaktadır. İçinde robotik varlıkların çalıştığı “karanlık fabrikaların” varlığına şahit olunduğu bir sürecin içindeyiz. İnsansız fabrikalar, insansız araçlar ve daha ilerisi insanların azaltıldığı mekanlar veya şehirler… Tüm bunlara karşın bizde ise ilginç bir durum yaşanıyor. Üniversitelerin, akademisyenlerin, kamu veya özel enstitülerin bu sürecin farkındalığıyla karşılaştırıldığında devletin veya siyasal iktidarın bu sürecin daha çok farkında olduğunu ifade edebilirim. Nitekim hem YÖK’ün yeni açtığı enstitü, fakülte ve bölümlere hem de devletin/siyasal iktidarın 1 milyon yazılımcı projesine veya destek verdiği insansız araçlar yapma çalışmaları yapan Selçuk Bayraktar önderliğindeki BAYKAR’ın çalışmalarına bakıldığında hangisinin daha farkındalık içinde olduğu rahatlıkla görülebilir.
İnsanlık “MAKİNE öldü yaşasın ÇİP/YZ” aşamasına geçti. Gerek yapay zekâ gerekse askeri teknolojide iyi durumda olduğumuzu söyleyebilirim. Ama Batı’da yapılan tıp bilim (nöro-biyoloji, moleküler bilim, biyo-teknoloji ve genetik bilim vs.) alanında çalışmalara bakıldığında çok iyi ve iç açıcı bir durumda olduğumuzu söyleyemeyiz. Felsefe ve Sosyal Bilimler’de ise bu meselelere ilişkin yazınlar ve çalışmalar çok yeterli değil. Üreticilik-tüketicilik bağlamına gelince bu sürece ilişkin birkaç kişinin veya kurumsal yapıların dışında bir “bilinç/farkındalık” durumunun olduğunu söyleyemeyiz. Bu tür teknolojik çalışmaların olması için “Kodlama” dersi tek başına yeterli değil. Çünkü bahsettiğim içinde yapay zekâ çalışmaları bulunan NBIC teknolojilerinde üretim meydana getirmek için temel, doğal ve insan bilimlerini kuşatacak inter-disipliner bir eğitim ve öğretim içeriği gereklidir.
Teknoloji ve üretim ilişkilerinden bahsettiğimiz zaman, ekonomi konusuna da ayrıca değinmek gerekiyor. Ekonomi hem sanayinin gelişmesinde önemli bir fonksiyona sahip hem de aslında o da değişen ve dönüşen bir yapıya büründü. Ekonomik ilişkileri okurken artık sadece maddi varlık olarak (geleneksel anlamda) paradan ziyade kripto paralar, sanal paralar gibi yeni dalga gelişmeleri/birçok şeyi düşünmek durumundayız. Bu yapısal dönüşüm bize neler anlatıyor ve aslında bizi neler bekliyor?
Batı düşüncesinin hâkim olduğu içinde bulunduğumuz uygarlık türü, son 4 asırdır kapitalizm odaklı seyretmektedir ve ilerlemektedir. 17. ve 18. yüzyılda ticari kapitalizm, 19. yüzyılda sanayileşmiş kapitalizm yaşandı, 21. yüzyılda ise sibernetik kapitalizm sürecine girmiş bulunmaktayız. Nitekim bu çağa, bu duruma atfen “Endüstri 4.0-5.0, Dijital, Sibernetik, Transhümanist” çağ adları verilmektedir. Sanayileşmenin (ticari ve sanayileşmiş) iki sürecinde pazarlama ve üretim esas olmuşken 3. süreçte bu iki süreci içine almasının yanında insana alternatif yeteneklere sahip olan aygıtlar olması ekonomik olan toplumsalı ve yaşantı biçimini farklı bir forma sokması gerçekliği ile karşı karşıyayız. Yine bu iki dönemde ve daha önceki dönemlerde “meta” olarak paranın varlığı söz konusuyken 3. süreçte söylemiş olduğunuz gibi dijital veya kripto paraların varlığı ticari hayatta yer alacak görünüyor. Şimdiye kadar devletlerin bu konuda karşıt bir direncinin var olması söz konusu. Bu karşıtlığın en büyük nedeni; bu yeni para türlerinin hukuki dayanaklarının oluşturulmamasıdır. Hukuk, kendini kapitalizme uyarlamakta en mahir alanlardan biri. Ben, bu uyarlamanın çok uzun tarihli olmayacağını ve devletlerin bu çekincelerinin zamanla ortadan kalkacağını düşünüyorum. Kredi kartının, devletler ve halklar bağlamında makbul olması nasıl söz konusu olduysa dijital veya kripto paraların da makbul olması aynı ölçüde söz konusu olacaktır. Nasıl ki kredi kartlarında olan güvenlik açığı giderilemediyse dijital veya kripto paralarda da güvenlik açığının kapatılması hiç de kolay olmayacak. Yeni para düzenlerine devletler ve halklar hazır değil fakat şirketler çok hazır ve arzulular. Çünkü onlar biliyor ki “cebinde parasını tutmayı” seven halklar, sanal veya dijital olan paranın hesabını yapmayacaklar ve tüketimi artıracaklar. Çünkü halklar için cepte duran para daima “cep ısıtır”, sanal ve kripto paranın böyle bir özelliği yok. Fakat süreç içinde her geçen gün büyüyen-hususiyetle teknolojik- uzantılı şirketlerin hem halkları hem de devletleri ikna edeceklerini veya mecbur bırakacaklarını düşünüyorum. Toplumsal hayat, takastan veya trampadan paraya geçiş kadar farklılaşmazsa da öncekinden daha farklı bir biçime bürünecek ve farklı hayat biçimleri ile karşı karşıya kalacağız. YZ uygulamalarıyla, robotik-android varlıklara nasıl birlikte yaşamaya hazır olmamız gerekiyorsa aynı oranda bu tür yeni paralarla yaşamaya hazır olmamız gerekir diye düşünüyorum. Çünkü kripto veya dijital para, sibernetik çağın bir parçasıdır.
Eğitim mevzusu da ayrıca değinilmesi gereken bir sorun. Sorun diyorum çünkü bu konuda hâlâ tam anlamıyla bir sistem kurduğumuzu görmek çok da mümkün gözükmüyor. Fakat bir yandan da şunu görmekteyiz. Robotik kodlama, yazılım, yapay zekâ üzerine eğitimler hızlı bir şekilde artmakta ve yeni neslin/öğrenciler artık bu kavramlarla birlikte yetişmekte olduğu çok açık. Hem eğitim sistemini düşünerek hem de bu yeni eğitim alanlarını da göz önüne alarak bu çağa uygun bir durumda olduğumuzu söyleyebilir miyiz? (Çağa ayak uydurma konusunda neler söyleyebilirsiniz?) Ya da kısaca bir akademisyen olarak siz eğitimle ilgili nasıl bir yöne doğru gitmekte olduğumuza dair bir öngörü sunmanız mümkün mü ve belki hem öğrenciler hem eğitimciler anlamında bu konu ile bağlantılı olarak önerilerde bulunabilirsiniz?
Bu konuda eğitim planlamacılarından, siyasal iktidardan/devletten ve kamu ve özel kurumlardan çok farklı düşünüyorum. Çünkü Aristoteles’in dediğinin yani “tek çiçekle bahar gelmez” ifadesinin hâlâ geçerli olduğunu düşünüyorum. Hâlâ 100 küsur yıl Yusuf Akçura’nın “Ne tahsil ediyorsun?” sorusuna yönelik “Felsefe tahsil ediyorum” diye cevaplayan Mehmet İzzet''e verdiği “Bize filozof değil, demirci lâzım!” şeklinde verdiği cevap aşamasındayız. Demirciliği/meta-ürün eksenli üretimi esas olarak görüyoruz. “Felsefesiz” veya “düşünsüz” bir zeminde durarak yalnızca mühendislik veya sayısal zeminin güçlendirilmesiyle bilimlerde veya teknolojide başarılı olacağımızın (boş) zannı içindeyiz. Oysa Aristoteles, Farabi, İbn Sina, İbn Rüşd, Bacon, Descartes, Leibniz, Newton, Kant, Hegel, Heidegger gibi isimler olmaksızın bilim ve teknolojik sürecin niteliğini kavramak oldukça çok zordur. Hususiyetle kendi kültürel kodlarını kavramayan ve farkındalığını oluşturmayan bireylerin özgün bilim ve teknolojik çalışmalar yapması mümkün değildir. Milli ve kültürel yaklaşımını oluşturamayan bireyler ve milletlerin felsefileşmiş medeniyet kurması mümkün olmadığı gibi ortaya her ne felsefi, bilimsel ve teknolojik ürün koysa da imitasyon olmaktan öte geçmeyecektir. Ayrıca mevcut medeniyetin hoşnutsuzluklarının olduğu yeni bir medeniyet örneği gerektirdiği bir süreçte taklidin ardına takılmak doğru gelmiyor bana. Eğitim ve öğretime ilişkin tutumuzu ve bu mevzuya ilişkin her şeyi masaya yatırarak yeniden düşünmemiz gerekiyor.
Covid salgını sürecinde yaygınlaşan çevrimiçi eğitim aslında sosyal ortamımızın da nasıl bir anda teknolojik bir hüviyet kazanabileceğini bizlere gösterdi. Bu hızlı geçişte bilinçlilik düzeyi ise elbette tartışmaya açık. Salgın ile başlayan toplumsal dönüşüm hakkında birçok yazı kaleme aldınız ve bu konuya özellikle değindiğinizi görüyoruz. Salgın dönemindeki eğitim pratiğinin şekillendirilmeye çalışılması/dijital olana ayak uydurmaya çalışılması hakkında neler söylemek istersiniz?
Başından beri Covid-19 salgını bana hiç masum gelmedi. Virüsün kaynağı, yayılışı ve sürecin yönetilmesi ciddi sorular barındırıyor. Ciddi sorgulamalar gerektiren bir durum içindeyiz. Salgınların varlığı, insanlık tarihinde yaşanmış bir gerçeklik. Veba (Black Death) dahil hiçbir salgın bu kadar manipülatif bir tehdit ve yönlendirme olarak kullanılmadı. Bu süreç aslında adına enformasyon toplumunun hiç de denildiği gibi özgür olmadığını kontrol ve manipülasyona çok uygun bir toplum tipi olduğunu gösterdi. Enformasyon üzerinden ikna edilmesi çok zor olamayan kitlelerin online veya sanal eğitim konusunda ikna edilmesi de hiç zor olmadı. Hatta yüz yüze eğitimden maliyet, zahmet, mekân ve zaman bakımından daha ideal ve pratik olduğu söylenmeye başlandı. Oysa muhatap olunan insanın kendisi olmayıp insanın görüntüsü, çoğu zaman insan da ekranda görünmediği için camın kendisiydi. “Mavi Cam”’ın, yüz yüze buluşan insandan daha makbul görünmesi aslında insansız bir dünyaya yönelik bir idman olarak algılanabilir. “Mavi Cam” üzerinden bırakın eğitimin gerçekleşmesi öğretimin gerçekleşmesi bile mümkün değildir. Üniversitede ders veren hoca olarak bu süreçte cam’a mı insana mı konuştum bunu bile ayırt edemedim. Ayrıca nicelik öğretimin en önemli kıstası olan sınavların bile güvenlik ve geçerlilik bağlamında hiçbir anlamı kalmamıştır.
Yukarıda bahsettiğim imkanlar olarak görülen daha ekonomik ve pratik olması bakımından tercih nedeni olması söz konusu. Çünkü eğitim-öğretim, eğitim sürecinden öğretim sürecine oradan da malumatlaşma sürecine girmektedir. Cam ekran üzerinden gerçekleştirilen öğretimin makbul olmasının en büyük nedeni fast-food türü bir içeriğe sahip olmasıdır. Anlamın ve hakikatin yitirildiği bir süreçte öğretimin internet hızıyla eşitlenmesi doğal bir şeydir. Benim düşüncem bu konuda diretilip yüz yüze insan insana eğitim-öğretim sürecini gerçekleştirmede ısrarlı olunması gerektiğidir.
Dünya üzerindeki tüm sistemlerin dönüştüğü bir çağa tanıklık ediyoruz. Burada ekonomi, teknoloji, eğitim ve sosyal ilişkiler minvalinde bazı noktaları konuşmaya çalıştık. Ancak bu konuda, gördüğümüz kadarıyla teknoloji ve sanat alanında da önemli çalışmalar bulunuyor. Bu konuda neler söylemek istersiniz?
İnsanın eşyayla kurmuş olduğu ilişki ve onu dönüştürme çabası (teknik-mekanik) yaşayışını ve estetik anlayışını değiştirmiştir. İnsanın, hayatın ve çağın yeniden tanımlandığı sürece bağlı olarak sanatın da hem tanım hem de mahiyet olarak değişmesi mümkündür. Nitekim bu farklılık, antik, modern ve postmodern süreçte kendini göstermiştir. Sanayileşme, teknolojikleşme sürecinde sanat anlayışı farklı olduğu gibi sibernetik süreçte de farklı olacaktır.
Sanatta gerçeklik, medya ve bilgisayar modelleri aracılığıyla estetikleştirilerek hiper-gerçek hâline getirilmiştir. Makine-insan bileşimi teknolojik uygulama süreciyken insanın bedeni üzerinde teknolojik uzantılar meydana getirmek bio-art sanatını meydana getirmiştir. Transhümanist sanatta; sanat ürünü ve performansı, teknoloji ve biyolojiyle birleşmiştir. Teknolojinin hem üretim aracı olarak kullanılması hem de sanata eklemlenmesi sanatı geleneksel konumundan çıkarabilir.
Son olarak yaşadığımız çağı anlama ve anlamlandırma noktasında, hem bireysel hem de toplumsal olarak yapmamız gerekenler nelerdir? Bu konudaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
İnsanlık tarihinde bazen Tanrı’dan bazen Doğa’dan vazgeçilme süreçleri yaşanmıştır. 21. yüzyılda ise mevcut insandan vazgeçilme sorunuyla karşı karşıya kalacak gibi görünüyoruz. Benim nazarımda 20. yüzyılda insanlık tüm olumsuz durumlara rağmen insan kalabilme mücadelesi vermiş ve bu mücadeleyi öyle ya da böyle ayakta tutmayı başarabilmiştir. 21. yüzyılda insanın tasfiyesini doğuracak olan bilimsel uygulamalar ve tartışmalarla karşı karşıya kalacağız. YZ, android, cyborg vs. yapay varlık türleri gibi insanın yerini alabilecek varlıklar inşa ederek yeni bir varlık türü geliştirilmesi, bu tasfiyenin kısmi bir göstergesidir. Cinsiyet farklılığının ortadan kaldırılma çabası bile başlı başına böylesi tasfiye hareketinin söylemleştirilmesidir. Bana göre insan kalabilmenin en önemli unsurlarından biri ailedir. Yine insan, hakikatten kopmamalıdır. Alain De Botton’un dediği gibi “…Böyle bir çağda bütün dürüst insanların yapacağı; hakikate sıkı sıkıya bağlı kalmaktır.”
Röportaj boyunca bizim sorularımızı sabırla cevapladığınız için teşekkür ederiz. Sizlere sonraki çalışmalarınızda başarılar diler, başka mevzularda da her zaman fikirlerinizi dinlemek ve sizinle muhabbet etmek isteriz. Sağlıcakla kalın.
Ben teşekkür ediyorum.
Söyleşi: Nuh Muaz Kapan
Ahmet Dağ Hakkında
Doç. Dr. Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Felsefe Tarihi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi. Türk-İslam Düşüncesi, Batı Felsefesi, modernite-post-modernite, transhümanizm, posthümanizm, yapay zekâ gibi konu ve alanlar üzerinde felsefi çalışmalar yapmaktadır. Çalışmalarını hümanizm, transhümanizm, post-hümanizm gibi felsefi akımları üzerinde yoğunlaştırmaktadır. “Ölümcül Şiddet & Baudrillard’ın Düşüncesi”, “Çağdaş İngiliz Yahudi Medeniyetinin Oluşumunda David Hume” ve “Transhümanizm: İnsanın ve Dünyanın Dönüşümü” adlı kitapları yayımlanmıştır. Yayımlanmış kitap bölümlerinin ve bilimsel yayımlarının yanı sıra; Yolcu, Ayraç, Dil ve Edebiyat, Umran, Kamuda Sosyal Politika, Sözşehri gibi çeşitli dergilerde yayımlanmış yazı ve makaleleri bulunmaktadır.