Demir yolu viyadüğünün altında masalsı bir yer, ömrünün son günlerini yaşayan babaları için bir araya gelen üç kardeş, ansızın ışıyan bir geçmiş. Fransız yönetmen Robert Guédiguian’in son filmi – La Villa- Deniz Kıyısındaki Ev’in hikâyesi, bu ana hatlardan oluşuyor.

Ölümü karşılamak için bir araya gelmek

Angele, Joseph ve Armand felçli babalarının son günlerinde babalarının yanında olmak için Marsilya yakınlarındaki villaya gelirler. Çok samimi sayılmayan ilişkilerindeki travmaların ortaya çıkması ile ortak bir geçmişten geldiklerini anımsayan karakterlerin içinde bulundukları mekânla temasları da böylece güçlenir.

Babalarının ne zaman öleceği ve kendilerine kalacak mirasın nasıl taksim edileceği gibi ‘modern insan’ yaklaşımlarına vurgu yapan detaylar filmin girişinde görünür olsa da, film ilerledikçe daha insani noktalar filmin merkezine yerleşiyor. Paris’te yeni bir hayat kuran, baba evine gelince burada kaybettiği kızının ölümü ile tekrar yüzleşen Angele, işinden kovulmuş ve bir zamanlar kendisine hayran olarak evlenen genç eşinden artık yüz bulamayan Joseph ve baba yadigârı restoranı işletmeye devam eden fakat kendi çevresinden başka müşterisi olmayan Armand. Üç kardeşin de üstesinden gelinmesi zor problemleri vardır. Bu durum işlerini zora soksa da üç kardeşi aynı zamanda birbirlerine yakınlaştırır. Zira üçü de tutunamamış karakterlerdir.

Estetik bir unsur olarak flashbackler

Karakterlerin tutunamamışlığı onları sürekli geçmişe götürür. Bu noktada filmin hem anlatısını oldukça güçlendiren hem de biçimsel bir estetik unsur olan flashbackler devreye girer.

Filmin akışının ve zamanının dışında araya giren sahneler anlık olarak bir yabancılaşma yaşatsa da hemen ardından gelen sahnede flashback olduğunun anlaşılması filme yönelik dikkati yeniliyor. Yönetmenin 1985 yapımı Ki lo sa filminden bir sahneyi de flashback olarak kullanması filmi bu anlamda güçlendiren bir diğer nokta. Flashbacklerin karakterlerin hikâyelerini güçlendirmenin yanında, filmin ruhuna katkı sunan unsurlar olarak kullanıldığının altını çizelim.

Çağırınca ses veren geçmiş

Geçmiş ve şimdinin sunduğu insani yaklaşımı karşılaştırmalı biçimde fakat anlatının doğal ritmine paralel olarak ortaya koyan film, uzun bir süre iyinin geçmişte kaldığı, umudun değil sadece olacak olanları beklemenin şimdinin eylemi olduğu vurgusunu taşıyor. Hatta algısı tamamen kapanmış babanın ölümünün gecikmesi, ölümü karşılamak için gelenlerin yavaş yavaş geri dönmelerine yol açıyor. Tam bu anda gelen üç davetsiz misafir filmin umut-umutsuzluk arasındaki salınımını umut lehine çeviriyor. Tüm karakterlerde bir yenilenme başlıyor. Yaşlılıkla yüzleşen, güzel olanın geçmişte kaldığının yasını tutan karakterler bir anda şimdinin güzelliğinin farkına varıyorlar. Çocukluklarında demiryolu viyadüğü altında yapmış oldukları bir yankı oyununu o yaşlarında yeniden deniyorlar. Sesleri aynı çocukluklarında olduğu gibi yankı buluyor. Geçmişleri de onlara ses veriyor artık. Ve bu öylesine güçlü bir ses ki her an ölümü beklenen, algıları tamamen kapalı babanın bile dönüp bakmasına yol açıyor.

Deniz Kıyısındaki Ev; geçmiş ve şimdinin hatırlayışlar, özleyişler ve hesaplaşmalarla bir araya getirildiği incelikli bir anlatı. İnsanın yaşarken kaçırdığı nokta, sadece kendi yaşamına odaklanıyor oluşu. Oysa geçmişi, yani güzel günleri geride bırakanların şimdinin başkalarının geçmişi olduğunu kavraması gerekiyor. Filmin tam olarak yaptığı bu bakış açısını görünür kılması. Ve bu bakışla hiç eskimeyen bir umudun ne kadar yakın olduğunu hissettirmesi. Umutsuzluk çağında umuda dair güzel bir hikâye görmek isteyenler arthouse salonlarında gösterimde olan filmi izleyebilir.

Serdar Arslan