Sinema tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Olabilir mi? Elbette olamaz. Fakat bir ifade etme biçimi olarak sinemayı değerlendirirsek asırlar öncesine ve insanlığın teknoloji ile bağlantısı nazarında çok eskilere gitmemiz gerekir. Genel kabul, sinemanın doğuşunu 1895 olarak gösterir. Dünyanın esas aldığı resmi tarihi budur. Zira ilk kez bir film gösterimi o tarihte yapılmış, Paris’te, Lumiere Kardeşler’in filmi izleyici ile buluşmuştur.
Sinema, teknolojiyle fazlasıyla iç içe bir sanat. Haliyle sinema tarihinin dönüm noktalarını da teknolojik gelişmelerle birlikte anmak durumundayız.
Lumiere Kardeşler, hem mucit hem müteşebbistiler. Ticarî olarak ciddi atılımları olmuştu. Sinemayı da bu bağlamda kullanmışlardı. Zaten sinemanın doğuşunda sanat unsuru dillendirilmiştir. İlk gösterimden 20 yıl sonra artık bir sanat dalının doğuşundan söz edilir.
Girişimci Fransız Lumiere Kardeşler, ABD’li Edison ile yarıştaydı. ABD ile Fransa’nın ekonomik, siyasî ve askerî olarak çekiştikleri gibi... O dönemler icatlar ve patentler, en ciddi mücadele alanının olduğu başlıklardandı. İlk hareketli görüntünün 1874’te MyBridge tarafından (Koşan At) kayda alınması sonrası Edison, bir kişinin hareketli görüntü izlemesini sağlayan “kinetoscope”ı icat etti. Sonrasında Lumiere Kardeşler, bunu salona taşıdı. Kaydedilen görüntüyü perdeye yansıtıp izleyici ile buluşturdular. Bunu sinemanın doğuşu sayabiliriz.
“İzleyici-perde-görüntü” üçlemesinin buluşması adına bu kabul edilebilir. Ancak sinema tarihinin 1800’lerden başlatılması ciddi bir haksızlık!
Resmi tarihin yazıldığı dönemlerden asırlar önce, takribi 1000 senesinde bir icat duyuldu. Müslüman bir âlim olan İbn Heysem, ‘karanlık oda’ diye bildiğimiz uygulamayı ilk kez hayata geçirdi. Yani bir görüntüyü perdeye düşürdü. Altını çiziyorum: 1000 senesi. İbn Heysem zaten optik biliminin babası kabul edilir. Ama yetmez. Sinemanın da babalarından biridir. 1800’lerde anlatılmaya başlanan tarihten çok önce, kameranın ve lensin tohumunu atan isimdir.
İşte bu açıdan sinema tarihini 1800’lere ve ABD ile Avrupa kıtasına sınırlamak en hafif tabiriyle haksızlık olur.
Dahası var...
Sinemada ‘storyboard’ denen bir çalışma vardır. Senaryonun kabataslak resimlenmesi, önemli sahnelerin ve çerçevelerin görsele dökülmesi diyebiliriz. 1900’lerde yapılan bir çalışma olan storyboard’un atası ise hiyerogliftir. M.Ö. 4000’li yıllara kadar uzanan hiyerogliflerin formu storyboard ile neredeyse aynı. Yani insanlar 6 bin sene evvel de benzer şekilde bir şeyleri ifade etme yoluna girmişlerdi. Bu açıdan bakınca, hiyerogliflerin de sinema tarihinde önemle bahsedilmesi gereken unsurlar olduğu görülüyor.
Bu kadar mı?
Elbette değil...
Bu hikâyeyi 35 bin yıl öncesine de götürebiliriz.
Avrupa’da 19. yüzyılın sonunda birçok mağara keşfedildi. Bu mağaraların en önemli özelliği, on binlerce yıl öncesinden hayat izleri barındırması ve duvarlarındaki resimlerdi. 35 bin yıl öncesinden kalan mağara resimleri... Bunun sinema ile alakası nedir, diye sorabilirsiniz? Şöyle: Fransa’daki mağaralardan birindeki resimlerin eksik ya da fazla çizilmiş gibi olduğu araştırmacıların dikkatini çeker. Bazıları umursamaz. Ancak Paleolitik araştırmacısı ve film yapımcısı Marc Azéema bu çizimlerin ışık kaynağı ile hareket ettiğini söyler. İspat edip edemediğinden emin değilim. Ancak güçlü bir iddia. Bu da ilk hareketli görüntünün35 bin yıl önce canlandırıldığını gösterir. Kaydedilmemiş olması, sinemanın doğumuna dair kayda değer bulunmasına mani olabilir. Ancak İbn Heysem ve hiyeroglif gibi kesinlikle sinema tarihinin dönüm noktaları arasında sayılmalıdır.
Görüldüğü üzere resmi tarih meselesi sadece siyasi olaylarla sınırlı değil. Kültürel meselelerde de aynı sorun mevcut.
Konu her ne olursa olsun bize anlatılanı olduğu gibi kabul etmemek, alternatiflerini araştırmak gerekir. Yoksa sinemacı bile olsak mihenk noktamızı ABD ya da Avrupa’ya dayarız.