Bir göçün hikâyesi diye başlar Balkanlar'dan akın akın kopuşun ayak sesleri. Sessiz sedasız akan bir ırmak gibi çağıltısından korkanları ürkütmemek adına, usul usul. Varlığı ülkesine ağır gelmiş, soydaşıyla düşman olmuş halkın, başta din ve tarih bağıyla bağlandığı bir başka vatana göçme hikâyesidir Balkanlar'ın makûs talihi.
Siyasi hareketlilik, komünizmin bıçak sırtı uygulamaları, baskı, şiddet ve sonunda yılgınlık, göçün temel motoru olur daima bölgede. Göç kaçınılmaz, azınlık olmadığı halde vatanını terke mahkumiyet tek çıkış yolu olur. Genel manzaraya bakınca durum böyledir en azından. Büyüteçle yaklaşmadıkça bu resme, ayrıntıdaki hareketi, gölgeyi, çabayı farketmek zordur. Lakin denemek şarttır, aksi takdirde yarım anlamış, yarım görmüş oluruz göç hikâyesini.
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Anabilim Dalı öğretim üyesi Doç. Dr. Muhammed Aruçi, Makedonya üzerinden Balkanlar göçüne bahsi geçtiği şekilde yaklaşıp büyüteçi elinde tutan kişi olarak az bilineni bilinir kılmak adına aktardıklarıyla önemli bir isim. Göçün yaşanışına bizzat şahit olmuş, dönemin ülkedeki önemli din adamlarından olan babası Kemal Aruçi ve onun hocası olan Abdül-Fettah Efendi'nin yamacında bulunmuş bir isim ayrıca ve tarihin kitaplara geçmeyen gölgeli alanlarını gözler önüne serecek açıklamalara sahip. Özellikle göçe direnişin ve belki de bu sayede bugün Balkanlar'da yaşanan neşv-ü nemanın temelini oluşturacak yapının hikâyesi var dimağında.
Ülkeyi terk edip Türkiye'ye gitmenin şer'an caiz olmadığı fetvasını vermiş
Bölgeden göçün kısa tarihini verecek olursak Balkanlar'ın Osmanlı hâkimiyeti altına girmesi anlamına gelen 1459 Semendre'nin fethiyle devam eden süreç, yaklaşık beş yüz yıl sürer. Ta ki başarısızlıkla sonuçlanan 1683 Viyana Kuşatması sonrasında 1699'a kadar süren Osmanlı Avusturya Savaşlarıyla bu hâkimiyetin sarsılıp 1912 Balkan Harbi'nin de çıkış sebebi olarak gösterilecek Makedonya Meselesi çerçevesinde bölgenin Bükreş Antlaşması gereğince Sırbistan ve Yunanistan arasında paylaşılmasına kadar. Zira topakların bölünmesi sonrasında yaşanan mezalimin boyutları, tarih kitaplarında küçümsense de, Anap isimli Macar gazetesinin verilerine göre sadece Makedonya'da 60.000 Arnavut ve 40.000 Türk'ün katledilmesiyle anlaşılabilir. Dolayısıyla ilk önemli göç aralıksız Kasım 1912'den Aralık 1914'e kadar Osmanlı şehirlerine doğru gerçekleşmiş, bu tarihler esnasında yaşanan Sırplaştırma ve Osmanlı izlerini silme politikaları da göçü hızlandıran siyasi baskının ifadesi olmuş.
Yugoslavya Krallığının kuruluşuyla girilen yeni dönemle komünist Tito yönetiminin başa geçmesi, bölgede dengenin iyiden iyiye bozulması, 1935 senesinde asıl büyük göç hikâyesini başlatır. Tito yönetimi, aslında ülkeden çıkışı asla desteklememesine rağmen, Tek Parti dönemi Türkiye'sinde CHP yönetimi ile yaptığı sözde anlaşmayla, ülke içinde yaşanan zulmün dışarıya yansımaması şartıyla “serbest göç” adı altında Türkiye'ye geçişe izin verir. Bir göçün adı “serbest” ise, bu gönüllü bir geçişi ifade eder, yeni umutlara yelken açmayı. Lakin Makedonya hikâyesi kitaplara geçmemiş şekliyle tam anlamıyla zorunlu bir kaçıştır, hem de tüm etnik kimliklerini silmek, göç yolunda telef olmak pahasına da olsa. Zira hayati bir kaçış vardır, uzak anavatan olarak kabul edilen ülkeye.
İşte tam da bu noktada Doç. Dr. Muhammed Aruçi ile, İstanbul Üniversitesi Sosyoloji Bölümü Uygulamalı Sosyoloji Anabilim Dalı Göç Sosyolojisi Mülakat çalışması için yaptığımız söyleşide anlattıkları, vatanı terk etmeme direnç ve inancının resmini çizer. Babası Kemal Aruçi'nin hocası olan Fettah Efendi için “ikinci bir Yahya Kemal” benzetmesi yapar ve şairliği çok kuvvetli olan bu din adamının göçü engellemek için göze aldıklarından bahseder. Ülkede yaşanan ızdıraplı döneme direnemeyen Arnavut ve Türk gruplarına hitaben verdiği bir fetvada, ülkeyi terk edip Türkiye'ye gitmenin şer'an caiz olmadığı hatta göç edenin kâfir olacağını ilan eder. O'na göre Türkiye, dönemin CHP yönetiminin din karşıtı uygulamaları sebebiyle, asıl vatanları olan Makedonya'nın komünist rejim baskısı altında olmasına rağmen vatanı terki mümkün kılacak şartlara sahip değildir. Hilafetin ilgası, kılık-kıyafet ve yazı inkılaplarının da gerçekleşmesiyle, Osmanlı'dan tam anlamıyla kopmuş bir ülke manzarasıyla yeni Cumhuriyet, Fettah efendi için vatana tercih edilememiştir.
“Fatih hazretleri bu toprakları bize emanet etti”
Elbette verilen bu fetva sonrasında etrafındaki ciddi bir grup, planladıkları göçü durdururlar ve bu anlamda hep birlikte çalışarak vatan bildikleri ve Fatih'in emaneti olarak kabul ettikleri Makedonya topraklarını terk etmezler. Hem Aruçi hem Fettah Efendi, bu davranışları sebebiyle ağır şekilde cezalandırılır. Muhammed Aruçi'nin anlattığına göre babası 2 yıl yattığı hapiste çok ağır şartlarda kalmış ve 39 kiloya düştüğünde bırakılmış, Fettah Efendi ise 7 yıl mahkûm edilmiştir. Yine de davalarından vazgeçmemiş, aslen Arnavut olan bu iki önemli isim, bölgedeki Müslüman unsurun tamamının göç edip toprakların düşmana terk edilmesine razı olamamıştır. Bu ısrarın asla ırkçı sebepleri olmadığını bastıra bastıra vurgulayan Aruçi, İslam'ın Balkanlar'da yok olmasından duydukları büyük endişe ile hareket eden babası ve hocasının gidenlere veryansın edişini anlatırken, “Fatih hazretleri bu toprakları bize emanet etti. Yarın ahirette 'bu vatanı size vermek için ne şehitler feda ettik, nasıl orayı terkedersiniz?' diye sorsa, biz nasıl cevap veririz?” sözlerini özellikle hatırlattı.
![]() |
(+) |
Belki de dışarıdan bakınca, bir din adamının serdettiği sözler olması bakımından, ilan ettiği fetvası ilginç görünmekte, lakin o gün gösterilen özverinin, bugün Balkan ve özellikle Makedonya topraklarında yaşanan tekrardan yeşermenin tohumlarını korumakta ne kadar mühim olduğunu bize göstermektedir. Ülkede tutulmaya çalışılan Müslüman unsurun, yaşanan zorlu koşullara rağmen vatana sahip çıkmak gibi önemli bir görevi yüklendiklerini itiraf etmeyi de bize zorunlu kılmaktadır.
Mezar taşını “Bir gün ben ölürsem, kabrim dilerim sine-i yaranda kazılsın, her dertliye hem dem, bir merd-i vatandı diye kalplerde yazılsın” diyerek kendisi kaleme alan bu ince ruhlu hoca, İslam’a hizmetini böylece tamamlamış, bugüne dair attığı tohumların yeşerişini görmeyi de bizlere miras bırakmıştır. Dolayısıyla göç etmek zorunluluğuyla karşı karşıya kalıp, mecburi bir kaçışı gerçekleştirerek bir başka zorluğa göğüs gerip mirasa sahip çıkanların yanında, Abdulfettah Efendi gibi tohumu toprağında yeşersin diye koruyanların varlığını da unutmamak gerekir. Nihayetinde bu iki grup birbirlerine küsmedi, darılmadı. Bize de muhafaza etmekte başarılı olamadığımız Balkanlar hikâyesine sahip çıktıkları için her iki gruba da minnet duymak düştü.
Büşra Tosun Durmuş “minnetle” yad etti