'Huzursuzluk' kitap özeti

Zülfü Livaneli, “Huzursuzluk” isimli romanında sevda ile acının iç içe geçtiği Orta Doğu gerçeğini okuyucuyla buluşturuyor. Tamamına Hap Kitap uygulamasından ulaşabileceğiniz kitabın özet ve ses kayıtlarına dair bilgilendirme içeriğini istifadelerinize sunuyoruz.

'Huzursuzluk' kitap özeti

Romanları kırk dilde yayımlanan, eserlerinin birçoğu tiyatro ve sinemaya uyarlanan Zülfü Livaneli, “Huzursuzluk” eserinde okuyucuyu aşk ve acının iç içe geçtiği Ortadoğu gerçeğiyle buluşturuyor. Mardin’de başlayıp Amerika’da sona eren Hüseyin ve Ezidi kız Meleknaz’ın hayat hikâyesini merak eden bir gazetecinin Mardin’e yolculuğunu ve oradaki insanlık dramını tüm gerçekliğiyle ele alıyor.

Mülteci kamplarından sınırlara, özgürlüğe koşmak isteyen bu insanlar, başından geçen olayları öğrendiğinde kendilerine merhamet göstermek isteyenlere, “Merhamet, zulmün merhemi olmaz.” diyor. Roman, günümüzde hâlen devam etmekte olan mültecilik ve Orta Doğu krizine, yalnızca insan olmanın önemli olduğu bir pencereden bakıyor.

Her sabah olduğu gibi toplantıda haber seçerken karşılaştığı bir haber, Gazeteci İbrahim’in dikkatini çeker. Mardin’de beraber büyüdükleri çocukluk arkadaşı Hüseyin’in Amerika’da öldürüldüğü haberidir bu. Arkadaşının cenazesi için kadim şehir Mardin’e giden İbrahim, Hüseyin hakkında duydukları karşısında meraklanır ve onun Mardin’de başlayıp Amerika’da sona eren yaşamını araştırmaya koyulur. Mardinli Hüseyin gibi IŞİD zulmünden kaçan Meleknaz’ın ve diğerlerinin hikâyesi, İbrahim’i âdeta bir girdabın içine çeker.

Kitap özetinden bölümler:

Kızıl Yel

Hüseyin’in ailesiyle görüşmek ve Meleknaz ile diğer gençlerin hikâyesini öğrenmek için Mardin’e gittiğimde tıpkı çocukluğumdaki gibi kızıl bir toz içindeydi şehir. Suriye çöllerinden gelen kızıl yel boyardı hepimizi. Hüseyin’in gittiği gün de yine böyle kızıl bir günmüş, kardeşi Aysel’in söylediğine göre. Merakım giderek artıyordu. Neler olmuştu da Hüseyin, Mardin’de vurularak yaralandıktan iki ay sonra Amerika’da ölmüştü? Hüseyin’in annesi tülbent ile gözyaşlarını silerken kendi kendine şu sözleri tekrar edip durdu: “Beni alıp yeniden karnına koysan bile koruyamazsın anne!” Annesi ve kız kardeşi Aysel’den ayrılırken Hüseyin’in son sözleriymiş tekrar ettiği.

Cenazeyi Amerika’dan Mardin’e getiren abisinin anlattığına göre Hüseyin’in hastanede can verirken ağzından çıkan son sözler, “Ben yalnızca bir insandım.” olmuş. Birkaç kere aynı şeyleri tekrar edince Hint asıllı doktorun dikkatini çekmiş ve cep telefonuna kaydetmiş. Hırıltılı sesiyle “Ben yalnızca bir insandım.” diyormuş. Ölüm raporunda Hüseyin’in karın bölgesine ve böbreklerine aldığı bıçak darbeleri sonucunda öldüğü yazılıymış.

Mardin’e girdiğimden beri çocukluğum geri dönmüş gibiydi. Çelik çomak oynadığımız arsa, Hüseyin ve diğerleri... Mehmet, Raif, Fikret, Münir ve Tahir gözümün önündeydi. Oyunlar oynar, bilek güreşi yapardık. Hüseyin, bilek güreşi yapmaz, yenileceğini bilirdi. Farklıydı bizden, Peygamberimizden ve ölümden bahseder içimizde Kur’an’ı en güzel okuyan o olurdu. Öyle merhametliydi ki Ebrehe ordusunu taşlayan kuşların soyu olabileceğini düşünerek bizim gibi sapanla kuş bile vurmazdı.

Hüseyin’in büyümüş hâlini gözümün önüne getiremediğim için annesinden fotoğraf istediğimde geri vermem şartıyla bir albüm veriyor. Diğer kızın, Meleknaz’ın resmi de var mı, diye sorduğumda “Önce gözlerini oydum sonra da yaktım o şeytanın fotoğrafını, ruhu bile evimize giremesin diye her yere üzerlik ve marul astım.” diyor. O an anlıyorum, geldiğimden beri evin her yerinde gördüğüm şeylerin marul olduğunu. Neden orada olduklarını soruyorum ama küçükken bakmaya doyamadığım badem gözleriyle Aysel, sonra anlatacağını işaret ediyor. Daha sonra görüştüğümüzde o marul sayesinde Meleknaz denilen kızın şeytan olduğunu anladıklarını söylüyor. Gittikçe daha da meraklanıyorum burada neler olduğunu anlamak için. Hüseyin, Suriyeli bir mülteci olan Meleknaz ile sığınma kamplarında tanışmış. Öylesine kapılmış ki ona nişanlısından ayrılarak Meleknaz ile evlenmek için uğraşıyormuş. Bütün detaylarıyla anlatmasını istiyorum Aysel’den ama “Cenazeden sonra konuşuruz.” diyerek erteliyor. Sokaklarda geziyorum o akşam. Hüseyin’in macerasını bilen başka kimler olabileceğini, düşünüyorum. Çocukluk arkadaşlarımdan birilerini bulabilirim herhalde, diye geçiyor aklımdan. Biraz gezip otele gidiyorum.

Salim abisi getirdi, Amerika’dan cenazeyi. Annem, babam ve babaannem de bu mezarlıkta yattığı için sabah da mezarlığa gelip onları ziyaret ettim. Mezarlıkta, çocukluğumda olduğu gibi ağıtçı kadınlar var. Uzun boylu, bıyıklı bir adamın yanına sokularak, “Hâlâ ağıtçılar olduğunu bilmiyordum.” diyorum. Eski âdetleri yaşatanlar olduğunu söylüyor. “Dedem öldüğünde de vardı Mehmet” deyince dönüp yüzüme bakıyor ve tanıyor beni çocukluk arkadaşım Mehmet. Cenazede olduğumuz için sarılamıyor, sadece kollarımıza dokunuyoruz kimseye belli etmeden. Herkes toprak atarken Aysel, beline kadar uzanan saçından kestiği iki saç örgüsünü atıyor abisinin mezarına.

Kanlı Topraklar

Akşam Mehmet’le buluşup sohbet ediyoruz bunca yıldan sonra beni burada gördüğüne çok şaşırdığını söylüyor. Onlar burada babalarının ve dedelerinin hayatını sürdürürken ben ise çok uzaklaşmıştım. Arkadaşlarımızı bir bir anlatıyor. Raif ölmüş, Muharrem oto tamircisi olmuş. Hüseyin ise Mardin’de Sağlık Yüksek Okulu’nu bitirmiş. İnsanlara yardım etmeye meraklı olması, onu böyle bir bölüm okumaya itmiş olmalıydı. Uzun uzun anlatıyor Mehmet: Kendini hastalara ve fakir fukaraya yardım etmeye adadığını söylüyor. “Sınır Tanımayan Doktorlar” derneğine katılıp yardıma ihtiyacı olan hastalara koşmuş. Buralarda çok sayıda Suriyeli göçmen var ve zor şartlarda çadırlarda yaşamaya çalışıyorlar. Suriye’de olanlardan dolayı ölümden kaçmak için yollara düşmüş insanlar.

Çoğu IŞİD’den kaçsa da hükümetten ve El Nusra’dan kaçanların sayısı da az değil. On yaşından büyük erkekler öldürülmüş, kızlar ise tecavüz edilip satılmışlar. Küçük erkek çocuklarını da militan olarak yetiştiriyormuş, IŞİD. Yezidilerin kanı helalmiş onlara göre. Zulümden kaçabilenler Lalêş’e sığınmış. Kürtlerden çekindiği için oraya gelememiş, IŞİD. En çok Yezidilerin çektiklerinden etkilenmiş Hüseyin, bu sebeple o kamplara çok gider olmuş. Meleknaz’ı da orada tanımış. Nişanlısı Safiye’den ayrılacak kadar tutulmuş ona. Buna anlam veremeyenler, büyü olduğunu düşünmüşler. Bir de tecavüzden mi olmuş kim bilir, kör bir bebeği varmış Meleknaz’ın. Hüseyin tedavi ettirebilmek için çok uğraşmış ama bir sonuç alamamış. Kızı, bebeğiyle birlikte annesinin evine getirip “Gelinin olacak” deyince düşüp bayılmış annesi. Uysal Hüseyin’in, sert tavrının şeytan işi olduğuna inanmış ve seslerini çıkarmamışlar. Mehmet de konuşmuş Hüseyin’le, “Yapma, etme! Herkesi kurtarmaya gücün yetmez. Hepimiz yardımcı olalım bu kıza ama sen nişanlın Safiye’ye yazık etme.” dese de nafileymiş. Bilmediği şeyler olduğunu söyleyip gitmiş yanından. Bir daha da görmemiş. Daha sonra Aysel’den öğrenmişler kızın Yezidi olduğunu, nasıl anladıklarını. Evde misafir varken mutfakta sofra hazırlıyorlarmış. Aysel, salata için marul çıkarınca Meleknaz bağıra çağıra evden dışarı atmış kendisini. Herkes, ne olduğunu anlamaya çalışırken büyük amca gelmiş mutfağa, ne olduğunu sormuş. Salata yaptıklarını söylemiş Aysel. “Eyvahlar olsun bu kız Yezidi. Onlar için marula dokunmak, yemek, adını dahi anmak büyük günah.” demiş amca. Eski topraklar bilir böyle şeyleri, ancak Hüseyin’e kim ne anlattı ne öğüt verdiyse kâr etmemiş.

Mehmet’in babası, Fuat Amca’yı hatırlıyor ve görmek istiyorum onu. Çocukluğumuzdaki gibi onlarda kalmamı teklif ediyor ama ben oteli tercih ediyorum. Ertesi gün öğlen buluşmak üzere ayrılıyoruz. Evlerini ve çocukluğumuzun Mardin’ini düşünüyorum yürürken. Fuat Amca çok iyi karşılıyor beni. Televizyonda yaptığım bir haberde görmüş beni. Mardin’de bir düğünü basıp kırk dört kişiyi öldürdükleri haberiydi yaptığım. “Bizim buralardan kan hiç eksilmez, hele namus meselesi olunca silahtan başka bir şey bilmezler.” diyerek birkaç tane köy cinayetinden bahsediyor. Anlattıkça anlatıyor... “Buralardan giderek iyi yaptın. Bela hiç eksik olmaz bizim topraklardan. IŞİD de bir bela, kanlı bela. Hüseyin’i de onlar vurdu. Her şeyi anlatayım sana. O kızı, şeytana tapan Yezidileri anlatayım. Daha doğrusu Ezidileri. Bende Arapça kitap çok ama Mehmet gibi sen de okuyamazsın.” diyor. Yezidilerin günde üç defa güneşe dönüp dua ettiklerini söylüyor. Bizim buradaki Deyrülzafaran’ın altındaki dört bin yıllık Güneş Tapınağı’na giderlermiş. İnançlarında Tanrı yani “Ezd” ve yedi melek varmış. Cennetten kovulunca şeytan sandıkları Melek Tavus’u pişman olup affedilince baş melek kabul ederek kutsal saymışlar. Tavus kuşu şeklinde, hem iyi hem kötüdür baş melek. İyi insandır Ezidiler ama şeytana taptıkları sanılarak çok zulüm görürler. “İnsanlık ağacının kırılmış dalıyız.” derler kendilerine. IŞİD gelince daha da zulüm gördüler. Kaçabilenler kendileri için kutsal olan Şengal Dağı’na kaçıp oradan Türkiye’ye gelmişler. Meleknaz da gelenlerden biriymiş. Hüseyin’e “Hiçbir dine göre evlenmenize imkân yok, IŞİD onu da seni de yaşatmaz” dediyseler de dinletememişler. Meleknaz, marulu gördüğünden beri ortada yokmuş ama Hüseyin onu aramaktan vazgeçmemiş.

Güneş Tapınağı

Hüseyin’in Meleknaz’ı nasıl bulduğunu Aysel’e soruyorum. Onu aradığını duyan IŞİD’çi bir grup, yolunu kesip tehdit etmiş Hüseyin’i. Kendileri de arıyormuş Meleknaz’ı ve evlenirlerse gördükleri yerde ikisini de öldüreceklermiş. Hüseyin ise onlardan önce Güneş Tapınağı’nda bulmuş kızı. Bunları öğrendiğimde manastırın yolunu tutup Süryani rahibi Gabriel’den oraya girmek için izin alıyorum. Dört bin yıllık mahzen gibi bir yerde olmak ürpertiyor beni. Meleknaz’dan izler arıyorum sanki. Buradayken neler düşündüğünü anlamaya çalışıyorum. Ezidiler hakkında pek bir şey bilmezdim. Sadece üniversitedeyken Müslüman bir erkek ve Ezidi kızla ilgili bir izlediğim bir oyundan Ezidilerin etrafına bir daire çizilirse oradan çıkamayacaklarını öğrenmiştim. Bu yapıdaki mistik hava başımı döndürüyor. Maddi dünyadan kopuyorum sanki her ne kadar böyle şeylere inanmasam da. Yere oturuyorum sırtımı duvara yaslayarak. Meleknaz’ı düşünüyorum. Duvarın dibinde bir şey değiyor elime, bir mendil. Üzerine kadın kokusu sinmiş, gözyaşlarından ıslanmış bir mendil. Uyduruyorum belki de bunları ama mendilin köşesine işlenmiş Melek Tavus’u görünce Meleknaz ve Melek Tavus birleşiyor kafamda. “İnsanlık ağacının kırılmış dalı olan bir kadın ağlıyor.” diye düşünerek ağlamak istiyorum ama şehre çöken masal havasına kaptırma kendini İbrahim, diyorum.

Manastırda Süryani rahibi Gabriel ile görüşüyorum. Beni gazeteden tanıdığını ve şehrimizden böyle başarılı biri çıktığı için mutluluk duyduğunu söylüyor. Ardından anlatmaya başlıyor. Bina yapılırken harcına safran karıştırıldığı için safran sarısı renginde olmuş bu bina. Hristiyanlığın en eski inancı; Süryani manastırının bir Pagan tapınağının üzerine yapılması oldukça ilginç geliyor. Güneş Tapınağı, üzerine manastır yapıldığında çok eski ve anlamını kaybetmiş bir hâldeymiş. Kapılardaki yazıların anlamını söylüyor Rahip Gabriel, Aramice ,“Allah’ın inayeti üzerlerine olsun.” yazıyor. Onların da “Allah” demelerine şaşıyorum. Yaratıcının isimlerinden Allah, Eli, Eloi, İlah. Hepsinin aynı olduğunu ve Manastırda İncil’in dili olan Aramice konuştuklarını ama kalbinde inancı olan herkesi, yaratıcının kulu olarak gördüklerini söylüyor.

“Yezidilerin farkı ise yaratıcının bu isimlerinden hiçbirini kullanmıyor olmaları.” diyor. Onlar tanrıya değil, Melek Tavus’a inanıyor bu nedenle Hristiyanlık, İslâm ve Yahudiliğe göre de sapkın olarak görülüyorlarmış. Tarih boyunca çokça zulüm görmelerine rağmen inançlarından vazgeçmemişler.

“Meleknaz, Yezidi kız. Arkadaşlarımızdan biri buldu onu tapınakta. Aç ve susuz olduğu belliydi, sürekli ağlıyordu. Kim olduğunu anlamaya çalıştık, Arapça ve Kürtçe konuşunca anladı bizi ve adının Meleknaz olduğunu söyledi.” diyor Rahip Gabriel. Meleknaz’ı yanlarına alarak Hüseyin gelip bulana kadar doyurup misafir etmişler. Zayıf gibi gözükse de güçlü bir kız olduğu belliymiş. Hüseyin geldiğinde kızın başından geçenleri anlatmış, Rahip Gabriel bu işe karışmamasını söylemesine rağmen dinlememiş, Hüseyin. Meleknaz’ı alıp gitmiş.

Yeniden şehre dönüyorum. Aysel, ısrarlarıma dayanamayıp ertesi gün beni Hüseyin’in eski nişanlısı Safiye’ye götürüyor. Eski Mardin taş binalarında ailesiyle birlikte yaşıyor Safiye. Üzüntüden çok terk edilmiş olmanın öfkesi var yüzünde. Hüseyin’i suçluyor; nankör olduğunu, onu ve ailesini küçük düşürdüğünü söylüyor. Peş peşe sıralıyor sitemlerini, beddualarını. Aysel onu yatıştırmaya çalıştığında Safiye, birden kontrolünü kaybediyor, “Ben, onu sevmiştim. Hem çok öfkeliyim ona hem de öldüğünü kabullenemiyorum. Beddualarım mı aldı onu bizden?” diye ağlamaya başlıyor.

Sonuç

Zülfü Livaneli, “Huzursuzluk” isimli romanında sevda ile acının iç içe geçtiği Orta Doğu gerçeğini okuyucuyla buluşturuyor. Mardin’de başlayıp Amerika’da sona eren Hüseyin ve Ezidi kız Meleknaz’ın hayat hikâyesini merak eden bir gazetecinin Mardin’e yolculuğunu ve oradaki insanlık dramını tüm gerçekliğiyle ele alıyor.

Mülteci kamplarından sınırlara, özgürlüğe koşmak isteyen bu insanlar, başından geçen olayları öğrendiğinde kendilerine merhamet göstermek isteyenlere, “Merhamet, zulmün merhemi olmaz.” diyor. Roman, günümüzde hâlen devam etmekte olan mültecilik ve Orta Doğu krizine, yalnızca insan olmanın önemli olduğu bir pencereden bakıyor.


Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını ücretsiz indirebilirsiniz.

YORUM EKLE