"Hayatın Satır Araları & Modern Zamanlarda Kendini Bulmak" kitap özeti

Mahmud Erol Kılıç, sufi bir bakış açısıyla kaleme aldığı “Hayatın Satır Araları Modern Zamanlarda Kendini Bulmak” başlıklı kitabında hayatın muhtelif yönlerini ele alıyor. Tamamına Hap Kitap uygulamasından ulaşabileceğiniz kitabın özet ve ses kayıtlarına dair bilgilendirme içeriğini istifadelerinize sunuyoruz.

"Hayatın Satır Araları & Modern Zamanlarda Kendini Bulmak" kitap özeti

1961 yılında Fatih’te doğan Mahmud Erol Kılıç, İstanbul Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nden mezun olduktan sonra yurt dışında çeşitli inceleme ve araştırmalarda bulundu. Özellikle İslâm Tasavvufu alanında yoğunlaşan Kılıç, 1988’de İslâm Felsefesi Anabilim Dalı’nda “İslâm Kaynakları Işığında Hermes ve Hermetik Düşünce” başlıklı yüksek lisans tezini hazırladı. “Tasavvuf Anabilim Dalı”nın kuruluşunun ardından bu anabilim dalında yapılan ilk doktora tezi olan “İbni Arabi’de Varlık ve Mertebeleri” isimli çalışması ile doktor ünvanına layık görüldü.

Mahmud Erol Kılıç, içinde aşk ve muhabbet olan bir dinin yaşanması ve hayata geçirilmesi gerekliliğinden söz açtığı “Hayatın Satır Araları Modern Zamanlarda Kendini Bulmak” başlıklı bu eserinde; varlığın ve insanın bütünlüğünü birinci öncelik olarak kabul eden yeni bir anlayış çerçevesinde ayrıştırıcı değil birleştirici unsurlar üzerinde durulması mevzusunun altını çiziyor.

Varlığın her dem dönüştüğünü, her şeyin her an tazelenip yenilendiğini söyleyen Mahmud Erol Kılıç, insanın doğasında yaşadığı bu yenilenmeyi manevi anlamda da yaşamasının mümkün olduğunu paylaşıyor okuruyla.

Üretmekten ziyade tüketimin ön plana alındığı yaşam tarzının insan üzerindeki tahribatının dile getirildiği “Hayatın Satır Araları Modern Zamanlarda Kendini Bulmak” kitabında; modernizm gibi akımların sadece beş duyuya hitap eden ve kişiyi hapseden sınırlı bakış açılarına sahip olduğu ifade edilirken tasavvufun ise varlığın çok boyutlu hakikatine açtığı kapılardan insanı nasıl özgürlüğe ulaştırdığı sufi bir bakış açısıyla aktarılıyor.

Kitap özetinden bölümler:

Kendini Bulmak

İnsanın maddi ve ruhi olmak üzere iki tarihi vardır. Ruhi gelişim dikey, maddi gelişim ise yatay tarih olarak adlandırılır. Dikey tarih insanın manevi olgunlaşmasına işaret ederken yatay tarih ise doğum ve ölüm arasında geçen süreyi gösterir. İnsanın içinde gerçekleşen olgunlaşma, davranışlarına ve ortaya koyduğu eylemlerine de yansır. Bu sebeple ananevi anlayış, kişinin “içten” eğitimini esas alırken Rönesans ile başlatılan modern süreç ise insanın maddi yönünü merkeze alarak maneviyata gereken ehemmiyeti göstermemiştir.

Modern insan, maddi imkânlar ölçüsünde kendini güçlü hisseder çünkü ona “Sahip olduğun kadar varsın!” düşüncesi empoze edilir. Üretimden düştükleri ve bakıma muhtaç oldukları zaman da yaşlı bir nüfus olarak hayatın dışına itilirler.

İnsanın maddi ve manevi yönünü esas alan bir eğitimle dengeyi aramak ve bulmak durumundayız Tasavvuf geleneğinde ise bu eğitim mürşitlerin rehberliğinde gerçekleşir. Tasavvuf insana hakikatli bir bakış açısı hediye eder ve kişi aldığı bu eğitimle varlığın hakikatini ve bütünlüğünü görür. Öğretmen ananevi kültürümüzde insanın eğitiminde anne babadan hemen sonra gelen ve Hz. Ali’nin “Bana bir harf öğretenin kırk yıl kölesi olurum.” sözünden ışık alan bir kılavuzdur. Öğretmen, ebeveynden aldığı çocuğun elinden tutarak hayat yolculuğunda ona rehberlik eder.

Günümüzde öğrenci, öğretmen ve eğitim kavramları uzun bir süreci işaret etmekte ve eğitimden ziyade insana bir meslek kazandırmak hedeflenmektedir. Bugün yoksunluğu hissedilen en temel mesele, eğitimin mesleki kaygıyla sınırlanmasıdır. Çocuk üniversiteye girmek ile şartlandırılıyor ve eğitim bu gaye üzerine şekilleniyor. Liseden sonra üniversiteye giremeyen de hem eğitimden hem hayattan uzaklaşıyor. 

Ananevi kültürümüzde ise öğrencilik hayatından çok insanın hep öğrenci olduğu vurgulanır ve insanın bilmek ve keşfetmek üzere yaratıldığından bahsedilir. Bu düşünce tarzı ile insan kendini bilecek varlığı kavrayacak ve böylece hakikate uyanacaktır. İnsanın bütünlüğünü merkeze alan hayatın her yönünü eğitim yeri gören ve beşikten mezara kadar eğitimi esas alan böyle bir model günümüz dünyasında bize yol göstermelidir.

İnsanın Kendine Yolculuğu

Allah’ın ruh üflediği, biyolojiye sığmayan manevi bir varlıktır insan. Allah ruhları ve mahlûkları yarattıktan sonra “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye sordu. Cevap, mahlûkatın tüm katmanlarından geldi: “Şüphesiz öyle; başka bir şey mümkün mü?” Arifler bu cevaptan yola çıkarak insanın fıtraten Allah’a dönük olduğundan bahseder. Günümüz dünyasında da insanlığın yeniden Allah’a doğru bir yöneliş içinde olduğu görülüyor.

“Kendini bilen Rabbini bilir” sözü İslâm tarihinde mühim bir sözdür. Bu kıymetli tespit elimizden tutuyor ve bizi varlığın hakikatine ulaştırıyor. İnsan bilinmeden Allah bilinemez. Kur’an-ı Kerim’de, ”Ben insanı en mükemmel surette yarattım.” buyurulur. Mükemmel bir uyuma sahip olan bedene eşlik eden düşünme yeteneği ise insanı öne çıkarır. Arifler bu hususta da şöyle derler: “İnsan beden ve düşünme melekesiyle Allah’ın kemâl sıfatının tecellisidir. Ancak bu yönleriyle fanidir, fani olması hasebiyle de bu açıdan noksandır. Dolayısıyla insanın mükemmelliği daha çok ruhaniyetine dair bir hususiyettir. Mükemmel olan ruhaniyetin dışa yansımasının da mükemmel olması gerekir ki bu da karşımıza uyumlu ve oranlı bir beden olarak çıkar.” 

Yüce Allah, “Ben size şah damarınızdan daha yakınım” diyor. Şah damarı insanın temel damarı ve bu damar kesildiğinde insanın ölümü gerçekleşiyor. Allah bu damardan daha yakın ve şüphesiz bu, biyolojinin çok ötesinde hayati bir hakikati gösteriyor bize. İnsan Allah’ın ruhundan bir varlık. Arifler “Allah’ın ruhundan bir şeyler taşıdığımı düşününce ayaklarım yerden kesiliyor.” derler. Biz de bu ayetleri okuyor ama ne yazık ki aynı şeyi hissedemiyoruz. Arapçada “Her sözün yeri, her meydanın eri vardır.” diye bir deyim vardır. Yani her kalp ancak kendi derecesinde sözü kavrayıp anlayabilir.

Yaşadığımız dünya çok boyutlu ve gördüklerimizin çok ötesinde bir âlemi fısıldıyor bize; renklerin, seslerin tonları var. İnsan da varlıktan ayrı değil, sadece et ve kemikten oluşmuyor. Mevcut disiplinler insanı ve varlığı tek boyuta indirgerken İslâm tarihinin özünde yer alan tasavvuf; varlığı parçalayarak değil külli bir bütün olarak kabul edip insanı da ruhuna doğru bir yolculuğa çıkarıyor.

Kur’an-ı Kerim’de kimi hakikatlerin kavranması adına benzetmeler yapılarak yeryüzünden misaller verilir. Ayetler sadece görünen anlamlarından ibaret olmadığı için tasavvuf da sembol kullanarak yeni bir dil inşa eder ve bu dilin anlaşılması da özel bir çaba gerektirir. Tasavvufta halkın kabulleri dışında söylenmiş cümlelere ”şatahat” denir. Peygamber Efendimiz bir gün gözleri görmeyen birine şunu der: “Körler cennete giremez.” Gözleri görmeyen kişi bu söze çok üzülünce de: “Körler cennete giremez çünkü cennete girdiklerinde gözleri açılır.” diyerek cümlesini muhatabının anlayabileceği şekilde açar. Şatahat dediğimiz bu durum Kur’an-ı Kerim’in batıni yorumu olarak görülebilir. Tasavvuf, İslâmî ilimleri bir nevi tefsir ederek toplumla paylaşır.

Tasavvufun Batı dillerindeki karşılığı olan “mistisizm”i doğru bulmayanlar, bunun yerine “inisiyasyon”u kullanmayı tercih etmektedir. İnisiyasyon” bir şeyi başlatmak” demektir. Abdülkadir Geylani, “Nihayetimiz bidayetimizde gizlidir.” der. Yani sonumuz başlangıcımızda bellidir ve nasıl başlamışsak öyle biteriz. Bir potansiyel olarak yaratılan insandan insanı-ı kâmil çıkartma usulü diye adlandırabileceğimiz tasavvuf da başlangıca yani aslımıza uzanan bir yolculuktur.

Kâğıda Yazıl(a)mayandır, Aşk

Aşk; sarmaktan, sarmaşığın fiilinden üretilmiş Arapça bir kelimedir. Sarmaşığın, sardığı ağacı kurutması gibi maşuk da aşığı öyle bir kuşatır ki âşık kuruyup solar. Aşk, İslâm metafiziğinde kâinatın yaratılışındaki sırra karşılık gelir. Allah, “Ben gizli bir hazine idim bilinmeyi diledim.” buyurur. Allah’ın kâinatı yaratması; varlığın ilk sebebinin aşk olduğunu ifade eder. Şeyh Galib, Yunus Emre, Fuzuli ve Mevlânâ gibi İslâm edebiyatının zirve isimleri yaratılışta ilk sebep olan bu aşktan bahsederler.

Aşk kimi zaman Leyla ile Mecnun hikâyesinde olduğu gibi yüce bir meyli hak etmeyen yanlış bir hedefe yönelebilir. Yıllarca bir faninin peşinden gidilir ve ona varıldığında kalptekine karşılık gelmeyen bir şey olduğu görülür. “Meğer aradığım sen değilmişsin” denir ve böylece Leyla’dan Mevla’ya uzanan bir yola girilir.

Ölümlü, fani şeylerin aşka karşılık gelmediği hakikati, Hz. İbrahim kıssası üzerinden de okunabilir: Hz. İbrahim gece yıldızlara baktı ve sabah olup da yıldızlar kaybolunca şöyle dedi: Ben sönüp giden, batan şeyleri sevmem.” Sufi müfessirler bu ayetin tefsirinde, “Kayıp giden, sönen şeylere âşık olunamaz.” derler. Bilgeler ise “İnsan sevdikçe bilir.” der. Mecnun Leyla’da neyi sevmiştir? Mecnun “güzel”i yani “Cemal”i sevmiştir. Mecnun Leyla’yı, Leyla Mecnun’u sevdikçe sevdiğinin hakikatine vasıl olmuşlardır.

Büyük şair Abdürrahim Karakoç, “Aşk kâğıda yazılmıyor.” diyerek aşkı ne güzel dile getirmiş: Aşk, tariflere sığmayan, dile getirilemeyen, varlığın yaratılışını belirleyen muazzam sır. İnsan ancak aşk ile hakikatine yol alabilirken önünde duran hedeflerin kendisini mi yoksa işaret ettiği manayı mı sevecek; mecazı mı ilâhi olanı mı tercih edecek? Yenişehirli Avni bu hususta şöyle diyor: “Bizim bu dünyada devletten bir makam mansıp veya bir rütbe istemeye geldiğimizi sanmayın. Biz bu âleme bir yârin, bir sevgilinin hasretinden dolayı ah edip inlemeye geldik!”

Aşk; bazen şiirle bazen yazıyla anlatır kendini. Dil çoğu zaman aşkın derinliğini kaldıramadığı için tasavvuf şiirinde sembolizm ön plana çıkar. Modern aşk şiirleri, Leyla ile Mecnun eksenindeyken tasavvuf şiiri kul ile Rabbi arasındadır. Hz Peygamber, “Beni Rabbim edeplendirdi.” diyor. Edebiyat da edep ile birlikte anıldığına göre şiirin de bir edebi olmalıdır.

Müzisyen notalar üzerinden beste yaparken yazar hikâyesini yazarken ressam fırçası ile renkleri konuştururken bir deneyimden geçiyor ve biz bu deneyimi “ilham” olarak adlandırıyoruz. İlham; insanın aslı ile ilgili bir “hâl”dir ve bunun müzikle, şiirle ve sanatın diğer dallarıyla da çok yakın bir ilgisi vardır. Sanat; beş duyuyla sınırlı beden âleminden ziyade insanın hakiki özüne, ruhuna  hitap eden muazzam bir dünyanın kapılarını açmaktadır.

Yaratılışımız bir aşk hikâyesidir ve Allah’ın yarattığı her şeyde bir ölçü, denge, iç musiki ve güzellik vardır; Allah Celil ve Cemil’dir. Cemil isminin mazhariyetine vasıl olan sanatçı ve bu sanatçının eserine muhatap olan gönül dünyası da güzelden güzele aşk ile seyrüsefer yapacaktır.

Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını indirebilirsiniz.

YORUM EKLE

banner36