Vefatından sonra toplanan 7 hikayesini barındıran tek hikaye kitabı ‘Baharın Özlemi’nde Erzurum için ‘Beyazkent’ ifadesini kullanıyor Ali Karaavcı. Belki tekdüze bir adlandırma gibi gelebilir bu, ama Erzurum’u tarif ederken ondan başka hiç kimse bu kadar yalın ve temiz bir ifade bulmayı da başaramadı. Yaşadığı kısa ömür içinde Erzurum’a beyaz bir ad verdi ve beyazın hakim olduğu bir günde 4 Aralık 1995’te Erzurum’un bağrına yattı Ali Karaavcı. O, Erzurum’u hep bir beyazlıkla andı ve Erzurum da onu hep o beyazlıkla karşıladı.

1942 yılında Erzurum’un Narman ilçesinde doğan Ali Karaavcı, okuyan, düşünen bir babanın, Nuri Karaavcı’nın oğlu. Babasını tanıyanlar, Ali Karaavcı’daki muhteşem tecessüsün bir baba mirası, belki dede mirası olduğunu söylemeden edemiyorlar.Bundan dolayı da, dünyaya karşı minnetsizlik içinde, hayatı geldiği gibi yaşayan, sürekli bir şeyler öğrenme ve öğrendikleriyle düşünerek bir tefekküre ulaşma çabasındaki bir babanın aynı minval üzere yaşayan güzel evladı olarak anmak gerekiyor Ali Karaavcı’yı.

Hacca yürüyerek gittiAli Karaavcı, Baharın Özlemi

Erzurum Lisesinden mezuniyetini takiben, bir süre İstanbul Üniversitesi, Edebiyat Fakültesi Arap-Fars Filolojisinde okuduktan sonra bu eğitimini yarıda bırakarak Erzurum’da Ziraat Fakültesinden mezun olmuş Ali Karaavcı. Kısa bir süre memuriyeti denemişse de, vazgeçerek babasının dükkanında çalışmaya, sevdiği kitapları okumaya ve resim yapmaya devam etmiş. Az yiyen, az uyuyan; konuşan herkesi ve özellikle bir hikmetle konuşan kimseleri çokça dinleyerek hemen hiç konuşmayan, tek eğlencesi satranç olan ve geceler boyu şehri gezerek düşünen bir adam oluvermiş böylece.

Şair Mehmet Emin Alper’e göre, şeksiz şüphesiz bir dost ve vazgeçilmez bir ağabeydir o. yakın dostlarından ve sağlığında emeği geçen o zamanın gençlerinden Muammer Cindilli’ye göre, yeri doldurulamayacak bir mütefekkir. Erdal Güzel’e göre, bilgisinden her daim faydalanılacak, dünya malında gözü olmayan ve Hacc farizasını yaya olarak yerine getiren son gerçek Hacı. Küçük kardeşi, değerli eğitimci ve neyzen Sancak Karaavcı’ya  göre ise, Kur’an okuyan, Kur’an’ı anlamaya çalışan ve bunun dışında başka hiçbir şey bilmeyen ve başka hiçbir şeyi de önemsemeyen bir adam.

Riyazat ehli bir felsefeci

Yakın dostu, Değerli Tarih Felsefecisi Şahin Uçar Hoca Nehir Yayınevinden çıkan Tarih Felsefesi Meseleleri isimli eserinde; ‘…Ali Baba bir garip filozoftur; amma, cins bir filozoftur. Ziraat mühendisi olduğu halde, mesleğini icra etmez. Akşama kadar Erzurum'da dolaşır, Hemşin'e, Hatem Usta'ya filan uğrar, sohbet eder. Akşamları oturur felsefe yapar, kitap yazar.

Bu arada kifaf-ı nefs eder: Üç beş zeytin, çeyrek ekmek hacet-i taam içün kafi ve vafidir. Hem, yemek yemek, uyumak da ne ola ki? Buncağızı her fani yapabilir, amma, herkes felsefe yapamaz, bazen, Kierkegaard'a benziyor üslubu, yine de bütün üslup kusurlarına rağmen, Ali tefekkür hayatında bir fenomendir. (...) Ve Ali, Türk fikir hayatında yeni ve mühim bir merhaleyi temsil etmektedir: İnsanımız düşünmeye başlamıştır. Kelimelerden başlayarak ve bütün aşina mefhumları yeni baştan muhakeme ederek; ve kendi şuurunu yeniden yaratarak, yani gerçek ma'nasında, düşünmeye başlamıştır. Şimdiye kadar yazıp çizen münevverlerimiz olmadı mı? Elbette oldu; amma onların hiç biri böyle bir tefekkür cesareti göstererek, kopyacılığı bir kenara bırakıp kıl-ü kaali terkedip, kendi başlarına düşünme ve felsefe yapma cesaretini gösterememişlerdi. Ali Karaavcı'nın kitaplarına bunun için dikkati çekmek istiyorum.’ der.

Ali Karaavcı akla gelince, onunla birlikte akla gelen bir çok isim daha var; bir zamanların tefekkür ocağı halindeki, Unesco ödüllü ‘Hemşin Pastanesi’, rahmetli ‘İsmail Gürcan Usta’, ‘Gömlekçi Hatem Usta’ ve Hemşin’in emektarı rahmetli ‘Nail Baba’ sözgelimi…

Erdem, Yargı, Tutku ve Niyaz

Ali Karaavcı, YargıBaşta da söylediğimiz  gibi Ali Karaavcı, sürekli olarak tefekkür eden, kendisine sorulan her soruya felsefenin, sanatın ama ille de Kur’an’ın bakış açısıyla cevap vermeye çalışan bir düşünür, yazar ve sanatkar kimliğine sahip. Ona göre tefekkürün ve sanatın özünde var olan ilahi sınırlar hariç hemen hiç sınırı olmamalı ve insan kendisine gösterilene ve gördüğüne aldırmadan sürekli biçimde gerçeği aramalı. Değil mi ki, bir masaya bir yerden bakan bir insan, masaya ait gerçeği sadece baktığı yerden ve baktığı kadarıyla görebilecektir. Oysa onun baktığı yerden başka yerlerden bakıldığında masaya ait sayısız gerçekliğin olduğu ortaya çıkacak ve insan değil dünyanın ve hayatın bir masanın bile sadece ve sadece gerçeğe dair küçük bir kısmını görebildiğini anlayacaktır. Bu nedenle de Ali Karavcı’ya göre, insan önce baktığı yeri seçmeli, sonra kendisini ve varlık sebebini iyice sorgulamalı ve bakış açısının ne idüğünü en önce kendisine sorarak buna bir cevap verebilmeli en sonunda da becerebilirse baktığı yere güzelce bakabilmelidir…

Onun kitaplarını okurken edindiğim şöyle bir dizge var; önce bir ‘Erdem’in sahibi olmalı insan,  zira ancak, böylesine erdem sahibi bir insan, ‘Yargı’larını düzenleyebilir. Ve yargılarını düzenleyebilen böylesi bir insanın bir de hakikate dair bir ‘Tutku’su olmalı. Ama yine de bu aşamaları geçerek gerçeğe ulaşmak pek kolay değildir, zira hakikat’e ulaşmak en sonunda bir ‘Niyaz’ işidir… Bu noktada durup düşünmek gerekmektedir. Çünkü sıhhatli bir ‘Niyaz’ın sahibi olmak için sarf edilmesi gereken çaba öyle kolayından bir çaba değildir ve özünde tepeden tırnağa kadar sorgulanmış bir erdem’i, bir yargı’yı ve bir tutku’yu barındırmalıdır öncelikle.

Yükseklerden seslenen bir huma kuşu

Sonuç olarak, kalabalıklar içerisinde çekemediği yalnızlığından kendi derununda keşfetmiş olduğu kendi 'Erdem'ine, kendi 'Tutku'larına, kendi 'Yargı'larına ve kendi 'Niyaz'ının şenliğine hicret etmeyi yeğlemiş bir ince adam Ali Karaavcı. Kelam'ın, Kalem'in, Söz'ün ve Yazı'nın karşısında diz çökmüş, boyun bükmüş  bir  adam. İlmek ilmek dokunmuş ve kendi içerisinde dolandıkça dolanıp bir çile yumağı olmuş… Tek öykü kitabı ‘Baharın Özlemi’ işte bu çileli hayatın bir dökümü gibi. Onun hikayelerini çokça anlatmak gerekmiyor, aslında anlatmak çok da kolay değil. Sadece şunu söylemek münkündür sanırım; Polonya'dan Bruno Schultz'un 'Krokodil Sokağı'nı, İtalya'dan Dino Buzzati'nin 'Tatar Çölü'nü, İran'dan Sadık Hidayet'in 'Kör Baykuş' ve 'Aylak Köpek'ini, Çekoslovakya'dan Franz Kafka'nın 'Dava' ve 'Şato' adlı romanlarını, bizden Oğuz Atay'ın 'Tutunamayanlar' ını andırıyor onun öyküleri… Eğer önü açılsa, eğer okunsa, eğer anlaşılsaymış ve eğer devam edebilseymiş, çilesine bulduğu bu özge anlatımıyla onlardan hiç de aşağı kalmayacak bir şöhret olurmuş hiç şüphesiz.

Ali Karaavcı, benim aklıma her geldiğinde bütün bu yazar ve düşünürlerle beraber bir de 'Cemil Meriç'le beraber geliyor. Ve kırgın bir şekilde kitaplarının sayfalarından gülümseyen bu iki 'Adam'a bakarak Türkiye’de ilim, fikir ve düşünce sahibi bir 'Adam' olmanın kaderi eşittir Cemil Meriç'in toplam hayatı ise Erzurum'da ilim, fikir ve düşünce sahibi bir 'Adam' olmanın kaderi de eşittir Ali Karaavcı'nın toplam hayatıdır diye düşünmeden edemiyorum.
 

Şahin Torun yazdı