Hopa-Hatay arasında hem deruna hem zahire uzanan yollar

Yolculuk kendine doğru olunca anlamlı hale geliyor. Bu yüzden büyük bir yazılı birikim var seyahat etmekle ilgili. İnsanın gizemli, derin taraflarına denk düşüyor yol ve yolculuk. Halil Arslan yazdı.

Hopa-Hatay arasında hem deruna hem zahire uzanan yollar

Tatil nedir? Dinlenmek tatil sayılır mı? Nasıl dinlenilir? Ya da akraba ziyareti tatil midir? Tatil için illa ekranlarda dikte edilen hareket tarzına uymak şart mıdır? Tatil olmazsa olmazımız mı? Müslümanın tatili olur mu? Ya da nasıl olmalıdır? Bu sorular şurada dursun. Yaz tatilindeki seyr ü seferimizi yazacağım birkaç cümleyle. Memlekete gitmek zaten başlı başına bir düş’ünüş duruş değil mi? Zaten benim vüsatımı aşar bu işin felsefesini yapmak.

Öyle tatil köylerine gitmek, otellerde kalıp vakit geçirmek şükür daha uzak hevesler olarak duruyor bizim için. Memlekete giderken otellerde kalıyoruz, öğretmenevlerini arıyoruz o ayrı. Sadece geceliyoruz, bir otelde kalıp tatil yapmak hâlâ sıcak gelmiyor. Belki de bir vakit sonra böyle olmayacak, belki birkaç gece konaklaması bizi alıştırıyordur; kendimizi uzak gördüğümüze yaklaşıyoruz belki an be an. Su ısınıyor yavaş yavaş ve biz alışıyoruz belki de haşlanmaya, kavrulmaya.

Memleket neresidir?

Memleketten uzak olunca memlekete gitmek vazgeçilmez gündemimiz oluyor haliyle. Memleket nire mi? Memleket annenin olduğu; babanın durduğu yerdir. Sokaklarında düştüğün, rahat bir adama dönüştüğün, değişiminin seni üzdüğü yerdir memleket. Yansan da, soğuktan donsan da kalbine sıcak gelen bigâne kalamadığın yerdir. Memleket sıcağıyla, kışın poyrazıyla, üzümü inciri ile yaylalarında yıldızı ile Hatay’dır.

Allah ömürlerini uzun etsin anne ve babam yaşıyor. Benim üç çocuğun ikisi memlekette doğmuştu, hele iki numara olan Muhammed mutlu mesut bir çocukluk geçirdi. Akşama kadar derelerde tepelerde oynadı, günde birkaç defa üst baş değiştirdiği oldu. Hal böyle olunca onların da bir memleket özlemi oluyor. Tamam, memlekete gidilecek ama bin kilometreden fazla yolun nasıl ve nerelerden gidilerek tüketileceği, nerelerde mola verileceği ve en az bir gün de olsa nerede geceleneceği tatilimizin, yazlarımızın en meraklı meselelerinden biri.

Son üç dört yıldır hemen her yaz başı şöyle bir plan yapılır evde: “Hopa’dan çıksak yola Karadeniz sahilini boydan boya kat etsek, İstanbul’da bir iki gün eğleşip oradan Trakya taraflarından Çanakkale’ye geçsek, Çanakkale’de en az bir gece kalsak şehitlikleri ziyaret etsek sonra oralara kadar gelmişken Antalya’ya insek hocamı ziyaret etsek, amcaoğullarına uğrasak.” Nedense hep gelecek yaza ertelenir bu planlar; en kısa mesafe neresiyse oradan memlekete gidilip gelinir. Bu yaz öyle olmadı. Belki hâlâ Çanakkale’ye inemedik ama Karadeniz ve İstanbul’a kadar olan kısmı başka vesilelerle birleştirerek gerçekleştirmiş olduk çok şükür. Temmuz başlarında İstanbul’da gerçekleşen on günlük akademik bir program vesilesiyle bu kez yolu uzatarak ve “bu yıl; o yıl” diyerek düştük yollara.

Ordu’ya Boztepe’den bakmak

Yolu dörder saatlik duraklara böldüm. Hopa’dan çıkıp Trabzon Akçaabat’ta o meşhur köftecilerde köftelerimizi yedikten sonra Ordu’ya geçtik. Ordu’da bir meslektaşıma uğrayacaktım. Ona gitmeden önce teleferikle Boztepe’ye çıkıp şehre Boztepe’den baktık. Şehri üstten izlemek ayrı bir bakış açısı kazandırdı mı bize bilmem ama Ölü Ozanlar Derneği filmindeki hoca öğrencilerini boşu boşuna sıraların üstüne çıkarıp sınıfa bir de sıra üstünden baktırmıyordu değil mi? Böylece biz de Ordu’yu teleferikten seyretmiş olduk.

Ordu’dan sonra sırada Samsun vardı. Samsun’da çarşıya, şehre hiç girmeden İlahiyat Fakültesi’ndeki bir hocamla görüşmek için üniversiteye doğru devam ettik. Hocamla Urfa’dan tanışıyoruz. Üzerimde emeği olan, hayatıma dokunan hocalardandır. Bilgi olarak öğrenilenlerden başka bazı insanların duygu olarak bıraktığı izler daha kıymetlidir. Buna insan telif etmek de denilebilir. İşte orada burada dururlar böyle insanlar ve varlıkları insana güç ve kıvanç verir. Lafı uzatmadan Urfa’dan tanıştığımız hocamla Samsun’da, Urfa’lı bir ustanın çalıştığı lokantada yemeklerimizi yiyip Sinop’a doğru devam ettik.

Sinop yolu çok güzel Trabzon ve Samsun trafiği gibi değil; ıssız denilebilecek kadar az araç bulunuyordu yolda. Hele Samsun’un Bafra, Gerze gibi ilçelerinin etrafının -yoldan olsa bile- seyrine doyum olmuyor. Her taraf yemyeşil, yer yer kümelenmiş ağaçlar, küçük tepeler, seyrek seyrek evler, evlerin etrafındaki çiçeklikler beni çok etkiledi. Bahsedilen yer Karadeniz olunca gözün bayram etmesi için yeşilin her tonuna, çeşidine rastlamak işten bile değil elbette. Hayat yavaş akıyor sanki oralarda. İnsan, “şu köyde yaşanılabilirmiş”, “şu köyde mutlaka mutlu insanlar yaşıyor olsa gerek”; “burada yaşlanılmaz, yaşlanılsa bile sağlıklı yaşlanılır” diye diye ilerliyor.

Keşke direksiyonun yönünü o köylere çevirecek kadar zamanı, cesareti de olsa insanın. Herhangi bir köyde ikindi namazına yetişmek… Bakkalından bir şeyler alıp bir iki bardak çay içmeye, meydanda bir iki saat dinlenmeye imkânı olsa. Ya da denk gelir belki -bir ikindi çayına- ‘selamun aleyküm’ deyip ortak olmak, nerden gelip nereye gittiğinden bahsedip çevreyi biraz daha tanıyacak sorular sorabilse insan; susuşlardan cevaplardan bazı şeylerin izini bulsa mesela. Oradan ayrılınca uzun uzun şerhler yapsa… Otoyoldan geçip gitmek bile iz bırakırken hayatın içine girmek daha da mutlu eder insanı diye düşünüyorum. Daha da zenginleşir insan.

Mutlu insanları şehri Sinop

Neyse, ileride ufukta farklı olduğunu, başka olduğunu belli eden Sinop durmakta işte. Sinop mutlu insanların şehriymiş coğrafi olarak durduğu yer bu fikri destekliyor gerçekten. Aracımızı hemen cezaevinin yanındaki boşluğa park edip Sinop’u tanımaya gezmeye başlıyoruz. Sinop denilince cezaevi ve Sebahattin Ali geliyor akla. Aldırma gönül aldırma! Cezaevi, yıllar öncesinden kalmış olsa bile yapının cesameti ağır bir yük gibi omuzlara çöküyor ve acaba insanların vakti nasıl geçti burada diye soruyorsunuz kendi kendinize. Girişteki dondurmacı, hediyelik eşya satıcıları olmasa insan bu ağırlık altında daha da ezilir. Sinop Kalesi ve cezaevini dolaştıktan sonra hafif yokuştan şehre doğru inince hemen Alaaddin Camii ile karşılaşıyorsunuz.

Selçukluların şehri fethettiğinde Alaaddin Keykubat zamanında inşa edilmiş cami ve külliye ecdat yadigârı tüm eserler gibi insanı sarıp sarmalayan cinsten. Dışarda akıp giden hayattan sıyrılmak için güzel bir durak: Avlusundaki ağaçlar, şadırvan, türbeler caminin kıble tarafına göre sağındaki hamam, solunda bulunan türbe, kuzey taraftaki medrese… Külliyenin yerleşimi ile ilgili kısa bir yazı bulunuyor cami avlusunda. Hamam, türbe ve medresenin konumlanışında bile bir letafet, zarafet olduğunu işaret eden bu yazı insanı mutlu ediyor ama bu mutluluk öyle uzun süren cinsten değil. Elbette o kalın duvarları dışarı çıkınca bambaşka akan bir hayat var. Şu insanı sarıp sarmalayan huzur mekânları nasıl oldu da hayatımızdan çıkıp gittiler. Onların yerine koyduğumuz hayata hiç dönüp bakmıyoruz bile. Yetişmemiz gereken ödevlerimiz, işlerimiz, bulunmamız gereken başka yerler durumlar bulunuyor çünkü.

Buradan kalacağımız yere geçiyoruz. Sabah kahvaltıdan sonra Sinop’un çevresinde gezilecek yerleri bir arkadaşımın mihmandarlığında geziyoruz. Akliman ve Hamsilos’a uğruyoruz. Arkadaşım rehberlik etmese bu kadar yaklaşmışken buraları görmeden ayrılacaktık. İnceburun’daki deniz fenerine ya gün batımında ya da gün doğumunda gitmek daha iyiymiş bu fikre de hak verip ayrılıyoruz Sinop’tan.

Hedefimiz Kastamonu

Sinop’tan geldiğimiz yönün ters istikametine doğru biraz ilerleyip Kastamonu’ya dönüyoruz. Dünyabizim’deki yazılarından sonra sosyal medyadan da tanışıklığımızın arttığı Cihad Meriç hocamla tanışmak bir çayını içmek arzumuz hocamın davetine rağmen ne yazık ki gerçekleşemiyor. Taşköprü’yü öylece geçip gidiyoruz. Demek ki daha vakti gelmemiş. Kastamonu’da yine bir arkadaşımın mihmandarlığıyla Şeyh Şaban-ı Veli hazretlerini ziyaret ediyoruz, Kırk Direkli Camii’ni de görüp Kastamonu’dan ayrılıyoruz.

Kastamonu için de aynı şeyler söylenebilir. Birbirinden çok da uzakta olmayan epey türbe, cami, külliye tarzı yerler bulunuyor. Hedefte hafta sonu olmadan İstanbul’a yetişmek olunca uğradığımız hemen her yerde aslında burada bir iki gece kalınabilirmiş diyoruz. Kastamonu da öyle, hem tarihi kültürel yapıları hem de coğrafyası mümbit bir yer. Çok iyi ağırlandığımız Kastamonu’da birkaç saat kaldıktan sonra Safranbolu’ya geçiyoruz. Safranbolu hem aile ziyareti hem de gezmek görmek için tercih ettiğimiz bir durak.

Safranbolu’nun turistik fistan giymiş dükkânları

Akşam vakti ulaştığımız Safranbolu’da İbrahim abiyle yıllardır biriken hasretle gözlerimizin yorgunluğu artık bizi esir alana kadar muhabbet ediyoruz. Yıllardır bir araya gelmesek bile konuşacak o kadar çok şey var ki. Bu çocuklar ne ara bu kadar büyüdü, daha dün gibi İbrahim abinin babasının fırınında tırnaklı pide yaptığı günler. Düğününde çeyizini biz taşımışız, hayal meyal hatırlıyorum. Üzerimizdeki tutukluk yarım saate yerini koyu bir muhabbete bırakıp aramızdan ayrılıyor. Aynı sokaklarda büyümek, aynı büyüklerin elini öpmek, benzer sıkıntılardan geçmek ortak noktaları arttırıyor. İbrahim abiyi kim bilir bir daha ne zaman görürüm. Yakınlık ve muhabbet, aynı dili konuşmak, aynı şeylere sevinmek ve üzülmek, tonu farklı olsa bile insanın başkalarına göstermediği ve kıymetli bir tarafıymış, bu ziyarette bunu bir defa daha anlamış oldum.

Safranbolu. Çok güzel bir şehir, evler, sokaklar, tarihi ve turistik fistan giymiş dükkânlar… Turistik bir yer ama her şey oturmuş ve bir karar bulmuş sanki. Aslında kalabalıktan, turistik yerlerden, o yapışkan satıcılardan hazzetmem ama burada niyeyse beni rahatsız eden bir durum olmadı. Ya da alışıyorum belki de. Artık İstanbul’a yetişmemiz gerektiğinden kahvaltıdan sonra gezebildiğimiz kadarıyla Safranbolu’yu gezip yollara düşüyoruz yeniden.

Ve İstanbul durağı…

İstanbul’a ulaşınca ben KDO’nun (Klasik Düşünce Okulu) bir programına katıldım. Programdan iki yazı yazmıştım zaten. Programın bitişinden bir sonraki gün tekrar yola koyuluyoruz. Bu defa hedefte Ankara var. Ankara’da liseden bu yana tanıştığımız bir arkadaşa uğrayacak oradan da Konya’nın Beyşehir’ine gideceğiz. Akşam vardığımız Ankara’dan sabahleyin “İyi ettiniz gelmekle ama bu kadar kısa olmaz daha geniş vakitle bekleriz” ile uğurlanıyoruz. Önce Hacı Bayram Veli’ye sonra da Millet Camii’ne gidiyoruz. Başka yerlere uğramak kısmet olmuyor. Kızım Ankara için “Ankara demek, iki camii demekmiş” diyor, bence Ankara için güzel bir tanım. Bizim kız ironi de yapmış olabilir elbette.

Ankara’dan Konya Beyşehir’deki bir arkadaşı ziyaret etmek, hasret gidermek üzere yola çıkıyoruz. Bu gidişin en zor tarafı Konya’yı görmek ama Konya’ya uğrayamamak oldu sanırım. Konya’da daha evvel Mevlana, Üçler Mezarlığı gibi yerlere kısa da olsa uğramıştım. Üçler Mezarlığı başlı başına en az tam bir gün ‘dinlenecek’ bir yer, memleketin mayasında emeği olanların kabirlerini ziyaret etmek, hatıralarından nasipdar olmak için bir vesile olabilirdi. İşte buraları es geçip Beyşehir’e doğru yola revan oluyoruz. Memleketin her yeri başka bir güzel. Beyşehir yolu, Beyşehir’e yaklaştıkça bir yayla, bir yeşillik, bir güzellik sunuyor gözlere gönüllere. Geç de olsa ulaşıyoruz arkadaşın evine, biz uzun yıllar tanışıyor olsak da çoluk çocuk tanışıklık tazeliyor. Sabah yakınlarda gezilebilecek yerlerin neler olduğuyla ilgili arkadaşım “işte bir göl var, bir de eski bir cami var” diye söyleyerek özetliyor Beyşehir’i. Sabah arkadaşla beraber o bahsettiği “eski cami”ye gidiyoruz ilkin.

Beyşehir Eşrefoğlu Külliyesi

Eski bir camii dediği yer Eşrefoğlu Külliyesi ve camisi imiş. Arkadaşı şiddetle kınayarak, bu Anadolu’nun en eski ve mücessem ahşap camiini geziyoruz. Muhteşem bir yapı, her tarafa ecdadın incelikleri saçılmış ve bu güzellikler cömertçe kullanılmış. Caminin ortasındaki karlık, mihrabın muhteşem renkleri, minberin harikuladeliği mest ediyor bizi. Sanırım biraz sapa bir yerde olmasından dolayı ziyaretçiler yoğun değil ama mutlaka gelinmeyi gezilmeyi hak eden bir yer. Burada da eskiyle yeninin uyumsuzluğu, kopuşumuzu imliyor sanki. Nelerden vazgeçip çizgimizi ne kadar uzağa düşürdüğümüz buralarda daha da belirgin hale geliyor. Nelerden vaz geçip nelere razı olmuşuz, Allah akıbetimizi hayreylesin.

Yine bu kadar kısa ziyaret mi olur serzenişleriyle bu defa Nevşehir’i hedefleyip ayrılıyoruz Beyşehir’den. Arkadaşa her ne kadar Eşrefoğlu Camii’ne karşı bigâneliğinden dolayı içten içe kızsam da kütüphanesinde okuduğu kitaplardan ayırdığı koca kitap yığınından “istediğini alabilirsin” deyip de gönlümü kazanmasıyla kızgınlığım biraz yumuşuyor.

Beyşehir Gölü’nün etrafında kocaman bir park var biraz oralarda oyalanıp, fotoğraf otomatında Eşrefoğlu Camii’ne karşı fotoğraflarımızı da çekilince Beyşehir’den ayrılıp Nevşehir’e doğru yola revan oluyoruz.

Planları değiştiren acı haber

Nevşehir’le ilgili planlarımız var. Ürgüp, Göreme ve Ihlara’yı görmek istiyoruz. Çocuklar peri bacalarını merak ediyor doğal olarak. İkindiye doğru Nevşehir’e ulaşıp öğretmenevine yerleşiyoruz. Buradan ufak tefek bir iki ihtiyaç için çarşıya çıkıp sonra yakın yerlerden en az bir yeri programdan çıkarmak istiyoruz. Tüm bu telaş ve koşturmaca içerisindeyken bir telefon tüm plan programı altüst ediyor. Yorgunluğumuzun da bastırmasıyla kollarımız yana düşüyor. Büyük halamı kaybettiğimizi ve yarın öğle namazından sonra defnedileceğini söylüyor telefondaki ses. Hemen yola çıkacak Nevşehir’den Hatay’a ulaşacak mecalim yok. Sabah namazına kadar dinlenip namazları kılıp erkenden yola çıkıyoruz.

Çeşminaz halamla ilgili hatıralar geliyor zihnime. Hanımla, halamla ilgili artık birer hatıra olan, söze başlarken “rahmetli” demeyi unutmamaya özen gösterdiğimiz günleri, anları konuşuyoruz. Ölüm hay huydan alıp hayatın tek gerçeğine çekiyor yine bizi. Bir yerlere yetişmek, farklı şeyler görme isteği bir anda yok oluyor. Yakınlarla, dostlarla olma ihtiyacından başka bir duygu kalmayınca bu defa cenaze namazına ulaşmak için kat ediyoruz yolları.

Yolculuktan geriye kalanlar

Yazıya başlarken tatilden, başka yerler görmekten dem vurarak başlamıştım. Bu gezimizle yola dair, arkadaşlığa dair, dostluğa dair düşüncelerimizi yeniden ele alıyorum. Yolculuk kendine doğru olunca anlamlı hale geliyor. Bu yüzden büyük bir yazılı birikim var seyahat etmekle ilgili. İnsanın gizemli, derin taraflarına denk düşüyor yol ve yolculuk. İşte tam da bu yüzden insan tanımanın başka bir yolu da onunla yolculuk yapmak olarak kabul ediliyor geleneğimizde.

İstanbul’da bir programı da bahane edip Hopa’dan önce İstanbul sonra Ankara, Beyşehir, Nevşehir ve Hatay’a kadar uzanan akraba ve dost ziyaretleriyle molalar verdiğimiz gezimiz böyle geçti işte. Gezilecek görülecek harika yerler var memleketimizde. Fakat biraz daha sindire sindire olsa... Gerçekten istediğin yerde durup eğleşebilsen, zaman kısıtlı olmasa, kalacak yer konusu daha erişilebilir olsa diye düşünürken Dünyabizim’den tanıdığımı söylediğim Cihad Meriç hocamın önerileri geliyor aklıma.

Yola, yolculuğa, yolda olanlara selam olsun.

Halil Arslan

YORUM EKLE