İlk tahsil hayatım
Hafızlığım küçük yaşlarında babamdan bitirdim. Babamız bizi, dört erkek bir de kız kardeşimizi öyle karanlık bir devirde hafız yaptı ki gayreti takdire değer. Babam ve dedem Nakşi tarikatından Yanyalı İsmet Efendi'nin Erbaa'daki hulefâsından Bahrullah Efendi’ye müntesiplerdi. Dedem, müderrislerdendi.
Dedemin vefatı da ayrı bir hengâmedir, onunla ilgili de bir iki şey söyleyelim. Menemen Hadisesi sırasında Türkiye'nin neresinde meşayıhtan bir zât varsa hapse atılmıştır. Mürettep bir hadise olduğu için bütün din adamları tehdit edilmiştir. Ahh... Çok hazin hikayelerdir o tarafı. Babam da dedem de Menemen Hadisesi'nde suçlanan zâtları tanımadıkları, ilgileri olmadığı halde yine de altı ay hüküm giymişlerdi. Hâkimin sonradan ifade ettiğine göre, bu hüküm onların Çorum’daki İstiklal Mahkemesi'ne gitmelerine engel olmuş. Dedem o üzüntüyle hapisten çıktıktan üç ay sonra vefat etti.
Evimiz bir Kur'ân medresesiydi
Bizim evimiz tam bir Kurân medresesiydi. Babam teheccüde kalkmanın bereketiyle soğuk kış gecelerinde dahi bütün aile efradını kaldırır, hepimize şefkatle davranır, o teheccüdünü kılarken biz ab destlerimizi alırız, sonra ders başlardı. Yazları evimizin arkasındaki bahçede Kur'an okurduk. Ortalık aydınlanırken bizim de gönlümüz aydınlanırdı. Seher vakitlerinden güneş doğuncaya kadar bütün aile Kur'ân ile meşgul olurdu. Bir takım maddi sıkıntılar içinde yaşıyorduk fakat huzurluyduk.
Bütün kardeşlerimin hafız olmasında çok genç yaşta vefat eden annemizin emeği çok büyüktür. Bizler babamız tarafından verilen günlük ezberlerimizi önce annemize dinletirdik, dersimizi yapmadan rahmetli annemiz bize yemek vermeyi geciktirirdi.
Babam bize Kur'ân okuttuğu, öğrettiği için evimiz defaatle jandarma tarafından basıldı, babam karakola götürüldü. Elhamdülillah arak onlar geride kaldı.
Fatih Camii ile ilk tanışma
1943'te İstanbul'da Çarşambalı Ali Haydar Efendi'ye geldim. Kendisi çok maruf bir zât idi. O da o günlerde tekkesi takibatta oldugundan bizleri Fatih Camii Baş İmamı Ömer Efendi'ye gönderdi.
Onun himayesinde üç ay Fatih Camii'nde misafir olduk. Ömer Efendi Kelâmi Dergâhı müntesiplerindendi. Hatta 1944 veya 1945 senelerinde Sami (Ramazanoğlu) Efendi'yi onun evinde görmüştüm; zayıfça, vakur, güzel simalı, siyah sakallı bir zâttı. Adetleri üze i koltuğa hep diz üstü otururlardı. Ömer Efendi gayet celalli, Hz. Ömer (r.a.) meşrepli bir zât olmasına rağmen Sami Efendi'ye gayet müeddebane bir şekilde davranırdı. Hâlbuki Ömer Efendi oldukça yaşlı, Sami Efendi ona göre genç bir kimseydi.
İstanbul’da bizler Karagümrük'te Üçbaş Camii’nin medrese olanak yapılan yerlerinde kalırdık. Üç beş talebe Fatih Camii'nin üst katında o yıllarda gizli gizli İslami ilimle meşgul olurduk. Ali Haydar Efendi'nin evinde mutad olarak dersimiz olurdu. Ali Haydar Efendi ile Ömer Efendi’den başka Gümülcineli Mustafa Efendi, Muhaddis İbrahim Efendi gibi zâtlardan da ders okumaya devam ediyorduk. Fatih Camii'nde de evlerde de okuyorduk. Fakat hepsi gizlice oluyordu.
Bu tedrisat sekiz sene devam etti. Ali Haydar Efendi'nin teşvikiyle Mısır'a gidinceye kadar. Kendisi bir gün ilim tahsilimizin devamını ve Ezher'e gidip orada ilmî çalışmaları sürdürmemi istedi. Şifâ-i Şerif'in zevkini bana aşılayan insandır. Ondan Şerh-i Akaid ve usul-i fıkıh sahasında Mirat okudum. Meclisi dersten ibaretti. Her an istifade edilirdi, müstesna bir insandı.
Mısır günleri
Mısır'a gittiğimiz zaman Mustafa Sabri Efendi, Zahidü'l-Kevseri, İhsan Efendi hayattaydılar. Rabbimiz nasip etti, İstanbul'daki güzel bir muhitten Mısırdaki güzel bir muhite intikal ettirdi. Ezher'in lise sini okuduktan sonra Şeriat Fakültesi'ni bitirdim. Kadılık mastırının bir senesini okuduktan sonra Cemal Abdunnâsır'ın zulmüyle bırakmak zorunda kaldık. Gittiğimiz zaman Bağdat Oteli'nin 7-8. katları kral faruk bizlere tahsis etmişti. Abdülnasır gelince çıkartıldık.
Zahidü'l-Kevseri Hocamız'ın evine cuma günleri gider, kendi de ders okurdum. Vefatından 20 gün evvel bana icazet verdi i benim için Ezher diplomasından daha kıymetlidir. Çünkü Zahidü'l Kevseri Fatih silsile-i ilmiyesine müntesiptir. Düzcelidir ve Faili dersiamlarındandır. Mustafa Sabri Efendi'nin meclislerinden, derslerinden ve ilimlerinden de istifade ettik. Mısırda sekiz sene halim Yaşadığımız bir "ilim hicreti" idi. Bu müddet zarfında İstanbul’a hiç gelemedik. Çünkü gelseydik dönemeyecektik.
İlk gittiğimiz zaman oradaki Türk vakıflarının tahsis ettiği burslar ile ihtiyacımızı karşılıyorduk. Ecdadımızın hayır eli orada da imdadımıza yetişmişti. Sonra General Abdunnâsır bütün vakıfları kaldırdı bizlere çok cüz'î burslar bağladı, onunla da geçinme imkânı yoktu, Mısır’a hayır sahiplerinden bir şey gelmesi de çok uzun zaman alıyordu. O vakit böyle vakıflar, hayır kurumları ne yazık ki ülkemizde yok idi. Bir hayli sıkıntılar çekildi.
Oradaki unutmadığım tatlı hatıralarımızdan birisi de yokluk sebebiyle sık sık oruç tutmak mecburiyetinde kalışımızdır. Ama hamd-ü senalar olsun ki bir defa bile tahsilimi yanda bırakmayı düşünmedim. Allah Teâlâ bir azimet lütfetti. Kimi vakit gözümüz kararırdı, açlıktan... Bir avuç Türk talebeydik ama azmettik, biliyorduk bizim için memleketimizde dua edenler vardır. Tek bir düşüncem vardı, memleketimize dönmek, ilmi çalışmalarda hizmet etmek.
Türkiye'ye dönüş
Türkiye'ye döndükten altı gün sonra İsmail Ağa Camii'ndeki cuma namazının akabinde Ali Rıza Sağman Efendi yanıma geldi ve yanındaki şahsa "İşte aradığın genç budur, Ezher mezunudur” diyerek bizi anlattı. Meğer İmam Hatip Mektebi'nin banisi meşhur Celal Hoca imiş yanındaki, etrafına "Ben artık Medine'ye gitmek istiyorum, yerime birisini bulun." diyormuş. Bana "Yarın İmam Hatip Mektebi'ne gelebilir misin?" dediler. O zaman cumartesi günleri de tedrisat vardı. Gidince Celâl Hoca kendisine Hasan el Bennâ'nın damadı Said Ramazan Bey'den gelmiş bir mektup çıkardı ve okumamı istedi. Okuduk, sohbet edip ayrıldık. Ertesi gün Celâl Hoca'nın sınıflarını bize verdiler. Bu gönlüme büyük bir teselli oldu. 1960 İhtilali'ne kadar üç yıl muallimlik yaptık.
Askerliği ikmal ettikten sonra bizi Ankara Evkaf Müdürlüğü'nde bir imtihana tabi tuttular. O vakitlerde birkaç saat içerisinde Evkaf Müdürlüğü'ne tayinimizi çıkarttılar. Fakat ben burada çalışma fikrinden dolayı müteessir olmaya başladım. O kadar ağırıma gidiyordu ki ağlıyordum. "Babam bize karanlık gecelerde Kur'an-ı Kerim okuttu, şu kadar senedir gurbetlerde tahsil yaptım ki hepsi dine hizmet etmem içindi. Şimdi bu mahzenlerde haramilere malzeme hazırlamak için mi çalışacağım?" şeklinde düşüncelerle muzdarip oluyordum.
Hac yolculuğu ile açılan kapılar
Aynı günlerde Hacı Bayram Camii'nde bir öğle namazında Mehmed Akif Aydın Bey'in babası hemşerimiz Bedreddin Beylerle karşılaştık. Bana "Biz hacca gidiyoruz, hadi seni de götürelim." dediler. Birden kararımı verdim hacca gidecektim, işimi de bırakacaktım. Muameleleri başlattık. Diyanet'teki arkadaşlar “Biz Müşavere Kuru orada 500 lira maaşla çalışıyoruz, sen 900 lira alacaksın." tarzındaki sözlerle beni vazgeçirmeye çalışıyorlardı. Bu minval üzere belki bir mücadele ettik. Sonunda içlerinden söze karışmayan birisi dedi ki arkadaşlar hac kapısı bir tanedir, rızk kapısı bin tanedir. Kardeşimiz gönlünü hacca hazırlamış, bırakınız." Bu söz bana o kadar tatlı geldi ki.
Evkaf 'taki işi öylece bırakıp yola çıktık. Yol boyunca, Medine-i Münevvere’de, Mekke-i Mükerreme’de, Arafat'ta hep dilinde şu dua vardı "Ya Rabbi, hükümet tasallutundan uzak, ulum-u şer'iyyeye hizmet etmek kapısını bana feth eyle." Elhamdülillah o hac başka oldu.
Bir ömür ilim yolunda
Döndükten hemen sonra İlim Yayma Cemiyeti'nin Yüksek İslâm Enstitüsü talebeleri için ilk defa açtıkları yaz kursunda Ahmed Davutoğlu Hoca'yla birlikte tedrise başladık. Sonra İlim Yayma Cemiyetinden İsmail Niyazi Bey (Numan Kurtulmuş'un babası) bana bu tedrisi devamlı yapmamı teklif etti. Ve o günden bugüne kadar ha yatım ilim tedrisi ile geçti elhamdülillah. Allah Teâlâ o yönden kapımızı açtı.
Fatih Medreseleri ulüm-i dîniyye merkeziydi. Fatih Sultan Mehmed'e kadar dayanan köklü bir geleneği vardı. Biz o derin âlimlerin, güzel insanların sonuncularına yetişebildik. Şimdi o hocalarımın vazifelerini uhdeme tayin edilmiş olarak görüyorum. Yalnız başına olsam da ilim halkasını kurup tedrise devam ediyorum. Tefsir, hadis, fıkıh, usul... Bu dört ders bizim ana derslerimiz. Hadiste Bulûğu'l Merâm'dan başlayıp Tac'ı, sonra da Kütüb-i Sitte'yi Arapça metinlerinden talebelerimle okumak suretiyle bitirdik. Şifâ-i Şerif'i bitirir tekrar başlarız; son seferlerde talebelerimiz takrir ediyor ben de onların yanında dersi dinliyorum elhamdülillah. Tefsirden, fıkıhtan şimdi isimlerini hatırlayamadığım nice kitaplar okumak nasip oldu. Allah'a sonsuz şükürler olsun.
(Bu yazı, bazı tasarruflarla Kitabın Ortası dergisinin Temmuz 2018 tarifli nüshasından iktibas edilmiştir.)
Ümmet insanı olmak
Kıymetli Gençler!
İlim yoluna çıkmış evlatlar!
Cenâb-ı Hakk'a ne kadar şükretsek azdır. Zira bizlere ilim kapısını açmıştır. Fakat şükür sadece dille yerine getirilecek bir vazife değildir. Bizlere düşen vazife; ilmin kemâline ermek için, bunun izzetini bulmak için, gelecek nesillerin peşimizden gelmek suretiyle manevi servetimizi devam ettirmeleri için bu yolda devam etmektir.
Resulullah Efendimiz (s.a.v) ne buyurmaktadır, dikkatle dinleyiniz ve inşallah hiç unutmayınız:
"insan öldüğünde amel defteri kapanır..." Öldükten sonra artık in sanın yapacağı bir iş kalmamıştır, dünyadan gitmiştir, amelleri bitmiştir.
Ama uç kimse vardır ki müstesna: Birincisi, sadaka-i cariyesi bulunan kimsedir... Sadaka-i câriye nedir? Allah rızası için yapılmış Beşeriyete faydalı, hayırlı olan hangi şey varsa işte ona sadaka-i
İkincisi ilim ve irfan neşreden insandır..." Mesela hocaları nice fedakarlıklarla bizi okuttular, ama şimdi okuduklarımız amellerimizden istifade ediyorlar inşallah. Amellerimiz onların defteri ameline yazılmaktadır.
Üçüncüsü de salih evlat yetiştiren kimsedir. Evladının salih halinde o evladın yaptığı bütün güzel ameller aynı şekilde anne babanın siciline işliyor ve anne baba da kendileri bizzât hayatta yaptıkları amel gibi çocuklarının amellerinden istifade ediyor, memnun oluyorlar.
Bizler de ilim talebeleri olarak dünyadan ayrıldıktan sonra amel defterlerinin hasenât kısmı açık kalan kimselerden olacağız inşallah. Sizler daha gençsiniz, fakat bilin ki vakti geldiğinde arkanızdan çok insanlar gelecektir. Bunun için aman ha dikkat ediniz; siz ferd-i vahid değil, ümmet insanı olacaksınız. "Her kim İslâm'da güzel bir ir açarsa, kıyamet gününe kadar ona hem açtığı bu yolun sevabı hem de kendisinden sonra aynı yolda yürümeye devam edenlerin sevabı yazılır." hadis-i şerifini hiç unutmayacağız.
Sonra, başka bir şey daha: "Herhangi bir kimsenin hidayetine vesile olmak, hidayet kapısını bulmasına sebep olmak, dünya ve içindekilerden daha hayırlıdır" buyuruyor Peygamberimiz (s.a.v).
Bütün bu temennilerimizin gerçekleşebilmesi için evvela kendimize çekileceğiz. Kendimizi, kalbimizi Kur'an-ı Kerim ile nurlandıracağız. Evlerimizi Kur'an-ı Kerim'den mahrum bırakmayacağız. Nasıl ki Kur'an-ı Azîmüşşânın okunmadığı bir ev karanlıktır, haraptır; aynı şekilde kalbinde Kur'ân-ı Kerim olmayan kimsenin vücudu da haraptır. O Kur'an-ı Kerim ki; ruhtur ve nurdur. Ayet-i kerimede Cenab-ı Hak nasıl buyuruyor: "İşte biz, sana da (Habibim) böylece emrimizden bir ruh vahyettik." Ruh ne manada bu âyet-i kerimede? Kur'an-ı Kerim manasındadır. Düşünelim, ruhsuz olan bedenin hali nedir? En sevdiğimiz akrabamız vefat ettikten sonra, onun ruhu olmadığı için artık gözümüzde itibarı yok olur, onu defnederiz. Hemen götürürüz, defnederiz. Gözümüzün önünden uzaklara bırakır geliriz. Binaenaleyh bizim kalplerimizde de Kur'an-ı Kerim yoksa halimiz nice olur?
Kur'an'ın olmadığı kalpte -Allah muhafaza- iman da yok gibidir. İmansız Kur'an; Kur’an ‘sız iman olur mu? Kur'an-ı Kerim ruhtur, aynı zamanda nurdur. Nur ne demektir? Gözümüzün önünü görmesini sağlayan şey demektir. İnsana gideceği yeri gösteren şeydir. İşte insanın içinde Kur'an-ı Kerim varsa ona nereye gideceğini gösterir. İnsan ancak o nurla dünya huzurunu temin edebilir, cennet yolunu bulabilir. O sebeple Kur’an-ı Kerim'le irtibatımız daima kuvvetli olacak. Onu okumadan geçirdiğimiz günlerimizi ziyanda bileceğiz.
Kur'an-ı Kerim'in hemen yanı başında da Rasulullah Efendimiz ‘in (s.a.v) hadis-i şerifleri gelecek tabi ki. Bu ikisi birbirinden ayrılmaz şeylerdir. İslam tarihi boyunca bütün ulemamız bunu böyle bilmiş ve öğretmişlerdir. Daha dün gibi aklımdadır. Mısır'a tahsile gittiğim yıllarda bir gün Ezher Camii’nden çıkıyordum. Yanımda da Mısır’ın büyük allamesinden Abdulvehhab Buhayri Hocamız vardı. Bana "Senin Riyazu's-Salihin’in var mı? diye sordu. Olmadığını söyleyince, hemen caminin yakınında bir iki basamak alt tarafta
Mektebetü's-Subeyh vardı, oraya girdik. Bana bir tane Riyâzu's-Sâlihin hediye etti. "Bunu masanın üzerine koyacaksın, hani her gün Kur'an-ı Kerîm okuyorsun ya -bu oku demektir tabi ki- sonrasında da bir miktar da bundan okuyacaksın." demişti. İlk sahifesine de oldukça tevazuâne birkaç satır yazmıştı, hatıra kabilinden. O kitabı hâlâ gözüm gibi saklarım. Talebelerimiz bilir. Hâlâ ders okuduğumuz masanın üzerinde Kur'ân-ı Kerîm'in yanında durur. Hocalarımızın bu tavırları bizler için misaldir. Ben de şimdi sizlere başka ne diye bilirim ki? Kur'an-ı Kerîm okuyacağız ve ehâdîs-i şerife okuyacağız.
Dikkat buyurunuz, çok güzel, kısa kısa bazı hadis-i şerifler var din onları güzelce seçip zihnimizde, ezberimizde, lisanımızda bulundurmalıyız. Bunlar bizim sermayemiz olacaktır. Bilmeyenlerin arasında bulunduğumuz zaman, bunları söylemeliyiz. İlim ehli kimse, boş sözlerle, mâlâyaniyle vakit geçirmez. Onların bulunduğu meclisler hep ilim meclisleri haline dönüşür. Biz de öyle olmaya çalışacağız. Güzelce, yerine göre en güzel sözleri söyleyeceğiz. Söylediğimiz takdirde, çevremizdekiler de bunları öğrenirler. Hem öğrendikleri bu bilgilerle amel ederlerse, biz de onların bu amellerinden öyle bir servet kazanırız ki, bunun, dünya servetleriyle kıyası mümkün değildir.
Anlatacağız. Önce biz yaşayacak, sonra da güzel bir üslûpla anlatacağız. Bakınız, maalesef insanlarımızın nicesi namaz kılmıyor. Namaz kılmayanlara, "Yapma kardeş, gözünü aç, bu fâni hayat biter. Senin ilk sualin namazla başlar." dememiz gerekir. Böyle derken biz de öyle güzel namaz kılacağız, kötülüklerden elimizden geldiğince uzak duracağız ki insanlar halimize tavrımıza bakarak bazı şeylerin farkına varacaklar. En önemli hususlardan biri olan haram-helal meselesine keza dikkat edeceğiz. Nice nice haberler vardır ki bunların yapılmasına vesile olanlar en büyük ahiret sermayesini elde etmiş olurlar. Bunlara dikkat edeceğiz. "Bunlar zâten bildiğimiz sözler canım, tekrar konuşmaya ne hacet var?" demeyeceğiz. Çünkü birbirimize nasihat etme mükellefiyetimiz vardır. Merhum Bekir Hâkî Efendi, "Kardeş öyle bir devirdeyiz ki Besmeleyi bilen onu öğretmeli" derdi. Maalesef cemiyetimiz bu hallerde.
Bunlar bizim asli vazifemizdir. Bir de ilim yoluna çıkan kimselerin, dinimizi daha güzel öğrenip öğretme derdinde olan kimselerin yapmaları gereken bir şey var: Arapça lisanını öğrenmek.
Arapça lisanına efendim, tüccarların ticaret lisanı gibi bakmayız biz. Bir talib-i ilme göre Arapça öyle bir lisan değildir. Ama maalesef bakınız İngilizce öğreniyorlar, yüzde doksan dokuz değil yüzde yüz öğreniyorlar, ticaret âleminden bir şeyler almak için ya da işte siya set âleminden birisi olmak için vs... Biz ise Arapçayı basit dünyalık metalar için değil, ahiret saadetini elde etmek için öğrenmeliyiz, diyoruz. Ama ne kadar çalışıp öğrenebiliyoruz? Ne diyor Rasûlullah Efendimiz (s.a.v): "Arap'ı seviniz, çünkü ben Arap'ım, Kur'an Arap çadır, ehl-i cennetin dili de Arapçadır." Evet, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) Arap'tır. Bugün Arap dediğimizde misal, Nusayrileri de Arap diye sevecek değiliz ya. Kur'an-ı Kerîme iman eden Araplar, benim din kardeşimdir, işte biz onları severiz, bir ikincisi efendim, Kelamullâh, Kur'ân-ı Azimüşşan Arapçadır. Ve cennet ehlinin dili Arapçadır. Ahirete gittiğimiz zaman Arapça konuşacağız.
Bunların yanında Allah Teâlâ ne buyuruyor: "Göklerin ve yerin yaratılması, dillerinizin ve renklerinizin farklı olması da O'nun ayetlerindendir. Hakikat, bunlarda ilim ehli için elbette ibretler vardır. İnsanların renklerinin, dillerinin farklı olması mühim değil. Hepimiz Âdem’in (a.s) nesliyiz, Âdem (as) soyundan geliyoruz. Rasulullah Efendimiz (s.a.v), "Hepiniz Âdemdensiniz, Âdem ise topraktandır. Arap olanın Arap olmayana, beyazın siyaha üstünlüğü yoktur. Kim mü'min ve muttaki olursa onlar makbuldür, muteberdir. Onlar, Allah nezdinde muteber sayılır." buyuruyor hadis-i şeriflerinde. Öyleyse kavmiyetçiliğe vs. lüzum yok. Biz Arap lisanını Kelâmullâh için, Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) için öğreneceğiz. Evvela oradan başlayacağız. Rasûlullah Efendimiz'e muhabbetimiz için öğreneceğiz.
Dikkat, burası bizim en mühim sermayemdir ki Rasûlullah Efendimiz'e muhabbet, dinimizin emridir. Rasûlullah Efendimiz'i sevmek imanımızın en mühim noktalarından birisidir. Çünkü bir insan tabii olarak evvela kendisini seveni sever, değil mi? Çevremizdekileri de neredeyse bize olan muhabbetlerine göre severiz. İşte Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bizi o kadar seviyor ki hatta ve hatta Kur'ân-ı Kerim'inde ne buyuruyor Cenab-ı Hak: "O peygamber, mü'minlere öz nefislerinden evlâdır..." Mü'min olan kimseleri Rasûlullah (s.a.v) seviyor. Bizi bizden daha fazla seviyor. Bizim kendimizi sevdiğimizden daha fazla Rasûlullah Efendimiz (s.a.v) bizi seviyor. Ondan dolayıdır ki bizim hayrımıza, faydamıza olan şeyleri bize tebliğ ediyor, ikaz ediyor, beyan ediyor. Böyle olunca da Rasûlullah Efendimiz'i sevmek bizim imanımızın icabı oluyor. İmanımız bununla tamam olur. Onunla temel bulur.
Rasûlullah Efendimiz'in sevgisi, evvela O'nun yolunu takip etmekle tahakkuk eder. Allah Teâlâ ne buyuruyor: "De ki: "Eğer Allah'ı seviyorsanız bana uyun ki Allah da sizi sevsin... Rasûlullah Efendimiz (s.a.v), Allah Teâlâ'nın emriyle bunu, bu emri bize tebliğ ediyor. Bunu Allah Teâlâ emretti O'na da onun için söylüyor. Ne diyor: "Ey insanlar! Sizi yaratan Rabbinizi seviyorsanız bana tabi olacaksınız." Tabi olursak ne oluyor: "Cenâb-ı Hak da bizi muhakkak seviyor, sevecek. Allahın sevgisinin şartı, Rasûlullah Efendimiz'in yolunu takip etmemiz, Onun amellerini yapmamızdır. Rasulullah Efendimiz'in amelleri nedir? Rasulullah Efendimiz'in amellerinin hepsinin ismi için "sünnet" tabirini kullanıyoruz. Sünnet ne demektir? Rasûlullah Efendimiz'in akvali / sözleridir. İkinci sırada Rasulullah Efendimiz'in (s.a.v) yaptıkları, amelleri; üçüncü sırada ise Rasûlullah Efendimiz'in tasvip ettiği, yanında yapılıp da reddetmediği, tasviple karşıladığı ameller gelir. Bu üç hususun hepsine birden sünnet denmiştir. Biz bu sünnetleri yaptığımız takdirde Rasulullah Efendimiz'e (s.a.v) ittibâ etmiş oluyoruz. Bu ittibâmız ağırlığında da Allah'ın (c.c) rızasını kazanmış oluyoruz. Rabbim bizleri bu iman üzere yaşatsın ve bu imanla haşretsin.
Kaynak: Derin Tarih Dergisi Kitap Eki