Ziya Gökalp, 1875 yılında Diyarbekir’de doğmuştur. Asıl adı Meh­med Ziya olup “Gökalp” mahlasını Selânik’e geldikten sonra almıştır. Vilayet Evrak Müdürü Tevfik Efendi’nin oğludur. Kendi ifadesine göre babası çok işret eden bir adam; annesi ise pek asabi bir kadındır.

Ziya Gökalp, Diyarbekir’de mahalle mektebine gider, Askerî Rüşdi­ye’yi bitirir ve bilahare İdadî’ye devam eder. İdadî’nin son sınıfında iken o yıllardaki kolera salgını dolayısıyla Diyarbekir’de bulunan meşhur İcti­hadçı Dr. Abdullah Cevdet’le tanışır ve bu arada intihara teşebbüs eder, fakat ölmez, kurşun kemiğine saplanır kalır.

Bu intihar hadisesinden sonra İstanbul’a gelen Ziya Gökalp, Baytar Mektebi’ne girer ve Diyarbekir’de Dr. Abdullah Cevdet’in tavsiye ettiği İbrahim Temo ile İshak Sukutî gibi Tıbbiye’de kurulan gizli cemiyetin mühim adamlarıyla tanışıp bu adamlar arasına katılarak çalışmaya baş­lar. Bir müddet sonra bu faaliyeti dolayısıyla tevkif edilir ve “Zaptiye Ne­zareti altında” bulunmak üzere Diyarbekir’e sürülür.

Ziya Gökalp, memleketinde amcasının kızı ile evlenir. Bilahare 1908 Meşrutiyeti’nin ilanını müteakip Selânik’te toplanan İttihat ve Terakki Kongresi’ne Diyarbekir delegesi olarak katılır ve Talat Bey’in (Paşa) tek­lifiyle merkez-i umumi âzalığına seçilir. Ömer Seyfeddin ile Ali Canib’in müştereken çıkardıkları Genç Kalemler mecmuasına yazılar yazar ve bu sırada “Gökalp” adını alır.

Balkan Harbi’nin o acı günlerinde İttihat ve Terakki Merkez-i Umu­mi’si İstanbul’a naklolunur, bu arada Ziya Gökalp de İstanbul’a gelir. Edebi­yat Fakültesi’nde ictimaiyyat okutur, Türk Ocağı’na devam eder. Türk Yur­du mecmuasında yazılar yazar, Yeni Mecmua’yı tesis eder ve I. Dünya Harbi sonlarında İstanbul’da İngilizler tarafından tevkif edilip Malta’ya sürülür.

Sakarya Savaşı esnasında Malta’dan döner, evvela Ankara’ya giderse de kendisine iltifat edilmez ve Diyarbekir’e gidip oturması tavsiye olunur.

Orada Küçük Mecmua’yı neşre başlar. Millî Mücadele’nin zaferle neti­celenmesini müteakip Ankara’ya dönerek Maarif Vekâleti Telif ve Tercü­me Heyeti reisliğine getirilir, sonra İkinci Büyük Millet Meclisi’ne Diyar­bekir mebusu olarak katılır. Anayasa’yı hazırlayan komisyona âza seçilir. 1924 yılında hastalanır ve 24 Ekim 1924 gecesi İstanbul’da, Beyoğlu’nda Fransız Hastanesi’nde kırk dokuz yaşında ölür.

Ziya Gökalp’in hayat hikâyesini böyle kısaca hülasa ettikten sonra hemen kaydedelim ki: Milliyetimizin ana unsurlarından biri de tarih şu­urudur. Tarihimizdeki faziletler kadar ihanetleri de mutlaka bilmek mec­buriyetindeyiz. Gerçek milliyetçi, okuyup araştırmak suretiyle muhteşem tarihimizi öğrenmek mecburiyetindedir. Hissî hareketlerle feveran etmek ve bilmeden, öğrenmeden, araştırmadan bağırıp çağırmak, gerçek mil­liyetçiye yakışmaz. Olayları akl-ı selimle mütalaa edip değerlendirmeyi bilelim ve gerçeğe hürmetkar olalım.

Ziya Gökalp, bu esasa göre incelenecek olursa görülür ki II. Meşru­tiyet’in ilk günlerinden İttihat ve Terakki’nin kapanışına kadar merkez-i umumi âzası olan ve “İttihat ve Terakki”nin fikriyatını yaptığı söylenen Ziya Gökalp, yeryüzündeki müstakil son Türk İmparatorluğu’nun batı­şına seyirci kalmış ve “fikir babalığı”na yakışır bir jestle o çılgınları ikaz edip doğru yolu gösterecek iken yazdığı şiirlerle İttihatçı çete başındaki­leri alkışlamış, onları âdeta teşci ve teşvik eylemiştir.

Yeni Hayat isimli şiir kitabında Talat Paşa’ya, Enver Paşa’ya, İttihatçı çetenin şu meşhur hatibi Ömer Naci’ye ve nihayet Fedai Mustafa Necib’e şiirler yazan Gökalp, “Talat Paşa” şiirinde; Sen olmazsan öksüz kalır bu millet.  demiş ve sonra komiteci Talat’ı “Türk Tarihi” ile bir tutarak:

Türk tarihi gibi namus heykeli,

Hiçbir zaman sarsılmayan bir kalbisin.

diyebilmiştir. Ömer Naci için hani şu meşhur Bâb-ı Âli Baskını günü elindeki kocaman tabancayı sağa-sola sallayarak,

“Edirne elden gidiyor. Edirne... Din, iman... Edirne... Edirne!” diye ba­ğırıp halkı türlü mugalata ile tahrik etmesini becerebilen Ömer Naci için ise:

Sözleri Kur’an’dı, gözleri mi’rac,

Halk onun tanrısı, o halka yalvaç,

demiş, İttihatçı çetenin fedailer grubundan olan ve Selânik’te merkez kumandanını yaralayıp kaçan, bilahare Bâb-ı Âli Baskını’nda tabancasını bilmem kaç defa ateşleyip nice kimseleri öldürdükten sonra yaverlerden birinin kurşunu ile ölen Mustafa Necib’i,

İnkılap ruhunun ey ilk gazisi!

diyerek selamlamış ve şu satırlarla bu komitacıda Türk’ü aramıştır:

Sen Türksün, olamaz Türk’te ben hissi,

Onun için ben Türk’ü sende ararım.

Ya Enver Paşa için yazdıkları?! Okuyalım “Enver Paşa” şiirinden bir parçayı:

Biz hepimiz şüphelerin içinde

İken vardı sende büyük itmi’nan,

Arş’tan sana ya ilâhî bir müjde

Verilmişti yahut kudsî bir ferman...

Biliyordun nedir Hakk’ın muradı.

O imanla açtın büyük cihadı...

Yahya Kemal Bey, Portreler’inde Ziya Gökalp’ın Enver Paşa’ya hay­ranlığından bahisle, “Ziya Bey, Enver’i, en sert bir Müslüman taassubu ile seviyordu. Ne Sarıkamış, ne Arabistan Cephesi’nin turfası, ne Irak boz­gunlukları, ne iaşe ve ihtikâr rezaletleri... Hiçbir şey Ziya Bey’i bu ima­nında sarsmamıştı.” diyor.

Bu durumda işlenen müthiş cinayetlere ve ihanete varan nice hatalı hareketlerle son müstakil Türk İmparatorluğu’nun batışına seyirci kal­mak bahusus imparatorluğumuzun başını yeme yolundaki adamları al­kışlamak acaba ne ile izah edilir? Ve başlangıcından son gününe kadar merkez-i umumi âzalığı yapan Ziya Gökalp, İttihatçıların takip ettikleri bu politikadan mesul değil midir?

İttihat ve Terakki’nin ana davalarda yayınladığı bütün beyannâmeleri ve teşkilatına gönderdiği tamimlerin cümlesini hazırlayan, üniversitede her fırsattan azami istifade ile İttihatçıları müdafaa eden, yukarıda gö­rüldüğü gibi yazdığı şiirlerle onları âdeta teşci ve teşvik eyleyen Ziya Gö­kalp, İttihatçılarla öylesine haşr-ü neşr olmuştur ki hürriyet adına sokak ortasında adam öldürüp iktidar hırsıyla güpegündüz Bâb-ı Âli’yi basan İttihatçıların o meşhur “Bâb-ı Âli Baskını” hazırlığı için Vefa’da yaptıkları toplantılara katılan Ziya Gökalp, elleri kanlı fedailer grubunun hükümet baskını esnasında da hazır bulunmuştur.

Olayın görgü şahidi merhum İsmail Hami Danişmend, Kronolojisi’n­de bu mevzua temasla diyor ki:

“O sırada binek taşının üstündeki cümle kapısının sağ tarafında gör­düğüm Ziya Gökalp’a yaklaştım. Daha evvelden tanımış olduğum Talat Bey de bir aralık yanımıza geldi. Vakanın neden çıktığını sordum. Ziya Bey,

‘Edirne’yi düşmana veren kabineyi millet devirdi.’ dedi ve kendileri­nin de inanmadığı bu söze ikisi de güldü. Talat Bey o sırada birdenbire kayboldu ve bir müddet sonra gelip bütün vilayetlere ‘Dâhiliye Nazır Ve­kili’ imzasıyla bir telgraf çektiğini Ziya Gökalp’e haber verdi.”

Türk tarihini derin bir vukufla inceleyen kıymetli bir müdekkikin, merhum İsmail Hami Bey’in bu görgü şahidliğini okuduktan sonra sor­mak gerek. Yeniden iktidar olabilme hırsıyla hükümet deviren ve Bâb-ı Âli koridorlarında birbiri peşi sıra adam öldüren bu komitacılar arasında mütefekkir Ziya Gökalp’in işi ne?!

“Mütefekkir” diye anılagelen Ziya Gökalp’in “Hürriyet Marşı” başlı­ğını taşıyan şu mısralarını da okuyalım:

Yaklaştı Yıldız’ın inkıraz günü,

Bozuldu yaldızı, çıktı düzgünü,

Siyaset mahkûmu, jurnal sürgünü

Görmeye gelecek şanlı düğünü

Toplanın kardeşler bayrak açalım,

Yıldız’ın üstüne ateş saçalım.

Bir millet efradı hep meyûs oldu,

Ya mahbus, ya menfi, ya casus oldu,

Padişah millete bir kâbus oldu,

Vücudu vatana çok menhus oldu...

Toplanın kardeşler bayrak açalım,

Yıldız’ın üstüne ateş saçalım.

Bu manzumede “millete bir kâbus”, “vücudu vatana çok menhus (uğursuz) olan padişah”, Sultan II. Abdülhamid Han’dır ve “inkıraz günü yaklaşan Yıldız” da Abdülhamid Han’ın oturduğu Yıldız Sarayı’dır.

Yukarıda, Ziya Gökalp’in “mütefekkir” diye anılageldiğini kaydetmiş­tik. Nedir bu, Arapça olan “mütefekkir” kelimesinin Türkçesi? Mütefekkir: Derin düşünen/fikirce yüksek olan... İşte Ziya Gökalp, ol mütefekkirdir ki:

Toplanın kardeşler bayrak açalım,

Yıldız’ın üstüne ateş saçalım.

diyerek milleti kıyama teşvik etmiş ve -bilindiği gibi- kendisinin de içinde bulunduğu İttihat ve Terakki Komitesi, bu çeşit daha nice tahrikler­le Sultan II. Abdülhamid Han’ı alaşağı etmesini becermiştir. Unutmamak lazımdır ki İttihat ve Terakki, Sultan Abdülhamid Han’ı devirebilmek için Müslüman-Türk’e düşman ne kadar şer kuvvet varsa cümlesinden yardım görmüş, onların himmetiyle(!) muvaffak olmuştur. Bu, bugün için riyazi bir hakikattir ve yüzlerce tarihî vesika bangır bangır bu hakikati haykır­maktadır.

İttihat ve Terakki Komitesi çeşitli dış kaynakların yardımı ile Sultan Abdülhamid Han’ı alaşağı etmiş, sonra da yeryüzündeki müstakil son Türk İmparatorluğu’nun başını yemiştir. Ve Ziya Gökalp, imparatorluğu­muzun başını yiyen o komitacıların her biri için -baştarafta kaydettiğimiz gibi- ayrı ayrı şiirler yazarak elleri kanlı sergerdelere alkış tutmuştur. İm­paratorluğumuzun o devirde içinde bulunduğu şartları bilmeyen, bilme­diğini yukarıdaki “Hürriyet Marşı” manzumesi ile ortaya koyan ve Sultan Abdülhamid Han’ın siyasî dehasını takdir edemeyip onu “menhus/uğur­suz” sayan mütefekkir/derin düşünen Ziya Gökalp, özlediği “şanlı düğü­nü” yani hürriyetin ilanını görmüş ama o “şanlı düğün”den sonra soluğu Malta’da almıştır. Ve gariptir ki mütefekkiri, derin düşünen/fikirce yük­sek olan Ziya Gökalp’ı Malta’ya sürenler, onun özlediği “şanlı düğün”ün gerçekleşmesine yardımcı olan İngilizlerdir.

Milliyetimizin ana unsurlarından biri olduğuna baştarafta temas etti­ğimiz tarih şuuru ile bütün bu olayları düşünüp hissiyatı bir tarafa bırakıp atarak Ziya Gökalp’ı, gerçeklerin ışığında -her yönü ile- ele alırsak İttihat ve Terakki Komitesi başındakilerin mesuliyetinde onu da ortak görürüz. Ziya Gökalp’ın İttihatçılarla olan işbirliği ve onlara olan sevgisi, Malta dönüşü, Ankara’da iltifat göremeyip Diyarbekir’de oturması tavsiye edi­linceye kadar devam etmiş ve Diyarbekir’de Küçük Mecmua’yı neşreden Ziya Gökalp, bu mecmuadaki yazılarıyla bilahare “Halk Fırkası” adını alacak olan Müdafaa-i Hukuk Cemiyeti’nin müdafii olmuş, daha sonra da Doğru Yol, Hâkimiyet-i Milliye ve Umdelerin Tasnif, Tahlil ve Tefsiri adındaki kitabıyla CHP’ye temel olan birçok prensipleri ortaya koymuş­tur. Neticede Diyarbekir mebusu olmuş ve baştarafta da kaydettiğimiz gibi kırk dokuz yaşında İstanbul’da ölmüştür.

Ziya Gökalp’ın ölümü dolayısıyla 26 Teşrin/Ekim 1340/1924 tarihli Son Telgraf gazetesinde neşrolunan bir yazıyı burada hülasaten nakledeceğiz:

Yazı sahibi muharrir (Enver Behnan Şapolyo), Ziya Gökalp’ın ölü­münü duyar duymaz hemen cesedinin bulunduğu Fransız Hastanesi’ne gider ve Ziya Gökalp’ın ölüsünü görmek ister. Onu, her yeri mermer dö­şeli, tavan pencerelerinden donuk ışık sızan kubbeli bir odaya götürürler. Burası ölülerin bulunduğu yerdir ve Ziya Gökalp’ın cesedi de oradadır. Baş tarafında bir haç, haçın altında da bir Meryemana kandili... Kandilin gölgesinde kefenine bürünmüş olan Ziya Gökalp yatıyor. Muharrire refa­kat eden doktor, cesede yaklaşıyor ve kefeni açıp Ziya Gökalp’in yüzünü, yazı sahibi gazeteciye gösteriyor.

Diyor ki muharrir:

“Bir Hazret-i İsa’nın çarmıhına bir de Meryem Ana kandiline baktım. Gözlerim, intiharından alnında kalan ize kaydı. Bu kurşunun bıraktığı dörtlü işaret, sanki başucunda duran Haç’ın gölgesi gibiydi.”

O sırada Fransız Sefiri’nin gönderdiği çelengi getirirler. Doktor bu çelengi Ziya Gökalp’ın ayakucuna koymak ister, bizim gazeteci ise başu­cuna koyalım der ve çelengi Haç’ın önüne koyarak istavrozu kapatır. Çı­karken de yanan kandili söndürür ve “Hristiyan ananesiyle mabedde ya­tan bu Müslüman evladına bu kadarcık bir vazife yapabildim.” der. Ertesi günü Ziya Gökalp’a muazzam bir cenaze merasimi yapılır ve götürülüp Sultan Mahmud Türbesi avlusuna gömülür.

Merhum Tahsin Demiray tarafından neşrolunan Çakmak mecmua­sının zaruri, bir tarihî ve millî vazife olarak yazdıklarını naklederek yazı­mızı bitirelim. Deniliyor ki adı geçen mecmuada:

“Durkhaym ekolünün, siyasî neticeleri bakımından Fransa’da sosya­listliğin ve komünistliğin ilerlemesine bir hayli faydası olduğu gibi yurdu­muzda da sıkı ve dar manasıyla bürokrat ve devlet sosyalistliği durumuna düşülmesi neticesine varmıştır. Merhum Ziya Gökalp, yurdumuzda bunu bir milliyetçilik vazifesi ve gayesi olarak gösterme bidatına kadar varmış ve hatta onu, halkçılık adı altında particiliğe dayamış ve partizan slogan­lar hâline dahi getirmiştir.”

Kaynak: Yalan Söyleyen Tarih Utansın, 9. Cilt, Gerçek Yayınları