Türkiye, son on iki yılda hızlı ve karmaşık bir süreç yaşadı. Ülkede seksen küsur yıllık birikimin sonucu olan çeşitli sorunlar, bu on iki yılda görece de olsa, belli bir çözüme kavuşturulmuş oldu.

Öte yandan kültürel alan, söz konusu cari sorunların giderilmesi noktasında, ekonomik ve kalkınma hamlelerine benzer ve istenilen atılımı gerçekleştirmedi.

Şimdi, "Yeni Türkiye" söylemi, arzu edilen fakat çeşitli nedenler gerçekleşemeyen bu sorunların giderilmesi için kendini bir imkan olarak sunuyor.

Biz de bu konu üzerine düşünüp taşınan insanlara "Yeni Türkiye'nin Kültür Politikaları" üzerine ne düşündüklerini, bu süreçle ilgili beklentilerinin neler olduğunu sorduk. Soruşturmamızın bugünkü konuğu Safa Mürsel.

Türkiye'nin yeni bir dönemecin arifesinde olduğuna dair yaygın bir söylem var. Kültür alanında da hakikaten “Yeni Türkiye” beklentisi içinde olabilecek emareler görebiliyor musunuz?

Türkiye, yeniliğe daima açık oldu. Geniş toplum kesimleri yeniliğe doğru değişimi hep sahiplendi. Maddi ve manevi alanda kalkınma ideali, yenilenmeye kaynaklık etti. Yenilenerek kalkınmanın maddi olduğu kadar, manevi alanda da gözetilmesine toplum olarak genelde dikkat ettik. Birini diğerine tercih etmenin yanlışlığı toplumun sağduyusunda hep kabul gördü. Aksi takdirde göbeği şiş, kafası küçük toplum haline geleceğimiz gerçeği gözden hiç uzak tutulmadı. “Her şeyi maddede arayanların gözü maneviyata kör” olacağı inancı daima hissedildi. Nitekim dünyada maneviyata duyarsız çok ülke var. Para ve servetleri olsa da, uluslararası ilişkilerde esamileri okunmuyor. Hiç de belirleyici olma şansları bulunmuyor. Böyle toplumlar, uluslararası ilişkilerde hep ikinci sınıf ve pasif figüran olmaktan ileri gidemiyor.

Günümüz Türkiyesi, maddi ve manevi birikimi ve entelektüel sermayesi ile olumsuzluklarını önemli ölçüde aşmış bir ülke konumundadır. Üniversiteler başta olmak üzere sivil ve kamu kesiminin araştırma kuruluşları, AR-GE birimleri kültürel canlanmanın her alandaki alt yapısını teşkil ediyor. Bunlarla kültürel dokuyu daha da güçlendirmenin gerekleri yapılıyor. Sivil toplum genelinde, milli kimlik hassasiyetine ve dünyayı okuma becerisine sahip ciddi bir potansiyel oluştuğunu görmek zor değil. Üstelik bu hizmetler kişisel çabalarla sınırlı kalmıyor, kurumsal nitelik kazanıyor.

Son yıllarda eğitime bütçeden ayrılan payın birinci sırayı alması, kültürel atılım iradesinin kamusal alandaki önemli göstergelerinden birisi olarak kabul edilmelidir. Siyaset kurumunun fikir, sanat ve kültür alanındaki beklentilere destek veren, cesaretlendirici tutumu dikkate alındığında kültürel alanda daha ileri atılımlar yapma imkanı oluşacaktır. Toplum olarak, kültürel alanda önümüzün açık olduğuna ve daha iyi hedefler yakalayabilecek yeteneğe sahip olduğumuza inanıyorum.

Bahsi geçen yeni bir Türkiye'nin kültürel anlamdaki ayırıcı vasıfları neler olmalıdır?

Toplumların, kendilerine kimlik kazandıran, reddi ve tasfiyesi imkansız değerleri vardır. Bu değerler, asırların bilgi ve birikiminin eseri olarak teşekkül eder ve hayatiyet kazanır. Bu yüzden toplum hafızasında kalıcı yer tutarlar. Hatta toplumun hafızasını teşkil ederler. Bu özellikleri sebebiyle değer yargıları akşamdan sabaha, gömlek değiştirir gibi değişmez ve değiştirilemez. Yapılacak iş, zamanın şartlarını dikkatle okuyup, onları güncelleyerek “fıtrat-ı beşeriyeye” uyumlu hale getirmektir. Son iki yüz yılı aşkın zamandır zihin kodlarımızda bu anlamda çok ciddi aşınmalar yaşandı. Hatta kalıcı tahripler oluştu. Kimliğimizi savunma kararlılığımızdan cebren tecrit edildiğimiz dönemlerden geçtik. Siyasi iktidar çevrelerinde de seslendirildiği gibi, şimdi zihnî alanda, gerçekten bir “restorasyona” ihtiyaç var. Bu kavramın dilimizdeki anlamı, “tavr-ı esasiyi ve ruh-u asliyi rencide etmeden” akıl ve kalpleri, kadim değerler temelinde “tamir ve ıslah” etmektir. Bu ihtiyaç devam ediyor. Çünkü, toplumun vicdan ve izanına mal olmuş insani değerleri red, inkar ve tasfiye niyetini saklamayan baskıcı bir kültürün tortuları, hatırı sayılır ölçüde varlığını, ne yazık ki, koruyor.

Eğer, Türkiye’de kültürel anlamda yeni bir dönemden bahsedilecek ise, şu hususların altı çizilmelidir :

-Toplumun kültürel alanda üretici olabilmesi için, kamu otoritesini merkeze koyarak, insanı pasif bir araca indirgeyen vesayet tortularının terki ile insana saygı ilkesini merkeze koyan anlayışın bütün işlerliği ile hayata geçirilmesi gerekiyor.

-Daha önemlisi, insanı merkeze almayı söylem planında bırakmadan, hakkını veren anlayışın, kamusal ve toplumsal alanda içselleştirilmesi gerekiyor.

-Gücün değil, hak kavramının belirleyici olduğu yeni toplum tasavvurunu, her alanda ortak değer olarak benimsemek gerekiyor.

-Kişinin, insan olmaktan gelen hak ve özgürlüklerini güvenceye alıp, eksiklikleri gideren düzenleme ve uygulamaların hayata geçirilmesi gerekiyor.

-İnsanları, inanç, etnik, sosyal ve siyasi aidiyetlerine göre kategorize ederek, onları red ve inkar eden tekelci bir kültürün süratle terk ve tasfiyesi gerekiyor.

Bu esaslar, Türkiye’nin “Yeni Döneminde” “ayırıcı vasıf” anlamında gerçek bir yenilenmenin satır başları olarak sayılabilir.

Sizce geçmiş dönemlerde kültürel alanın karşılaştığı en bariz/büyük/önemli sorunlar nelerdi? Kültür politikalarında ne tür hatalar/yanlışlar yapılmıştır?

Geçmiş dönemlerde kültürel alanın karşılaştığı en büyük hata, toplumun “mecburi bir kültür değişimine” tâbi tutulması olmuştur. Cumhuriyetle beraber gelen, tepeden inme ve empoze bir kültür değişimi, kültürel hayatı tahrip edip çoraklaştırmıştır. Farklılığa tahammülsüz bir korku üretilmiştir. Toplum dokumuza mal olmuş asırlık değerlerin terki için devlet gücü acımasızca kullanılmıştır. Tek-tipçi ideolojik uygulama ile kültürel zenginlik ve farklılık anlayışı rafa kaldırılmıştır.

Rivayet olunur ki, 1931 yılında Sovyet Dışişleri Halk Komiseri Türkiye’ye resmi ziyarete gelir. Devrim adına Türkiye’de yapılanları gördükten sonra Türk hükümet yetkililerine şöyle der: “Biz, 1917 Komünist İhtilali ile size göre erken başladık, fakat yavaş gidiyoruz. Siz bize göre geç (1923’de) başladınız, fakat hızlı gidiyorsunuz.” Rus yetkilinin bu sözünde gerçek payı büyüktür. Nitekim bir gecede gerçekleştirilen alfabe değişimi, bırakınız eser vermeyi, okuma yazmayı bile akşamdan sabaha bir anda imkansız hale getirmiştir. Halk bir gecede, bin yıllık geçmişine yabancı konuma düşürülmüştür. Kültür ve fikir hayatı üzerinde belirleyici olması gereken tefekkür ortamı bertaraf edilmiş ve kültür hayatımız üzerinde polisiye tedbirler belirleyici kılınmıştır. Kitap yazmak bir tarafa, yazılmış kitapları okumak bile imkansız hale getirilmiştir. Kutsalı çağrıştıran her şey dışlanmış ve tasfiye edilmiştir. Böyle bir ortamda kültürel hayatı geliştirmek şöyle dursun, mevcudu muhafaza bile imkansız hale gelmiştir.

Düşünce hayatı üzerinde Cumhuriyetle beraber kurgulanmış ve yakın zamanlara kadar azalarak da olsa süren yasakçı politikalar, fikir ve vicdan özgürlüğü üzerinde hep tehdit oluşturdu. Fikir üretmeyi tehlike gören baskıcı bir dönem yaşandı. Bu konuda yapılan hatalar, korkak, ürkek, üretmeyen sloganik bir yapı oluşturdu. Meydan, kutsala hakaret ve istihza yüklü, seküler kültürü kutsayan eserlere bırakıldı. Çeyrek asırlık tek partili dönemde, baskıcı ve yasakçı sisteme meydan okuyarak yazılmış ve halka ulaştırılmış Risale-i Nurlardan başka bir eser göstermek pek mümkün değildir.

Kültür politikalarının oluşturulması sırasında bu alanın aktörleri arasındaki ilişkiler özlenen seviyede midir? Daha iyi bir ortam oluşması için önerileriniz nelerdir?

Kültür politikalarının oluşturulmasında, bu alandaki aktörlerin ilişkilerinin çok arzu edilen seviyede olmadığı söylenebilir. Kültür politikalarının sadece resmi alanda, tek yönlü belirlenmesi sağlıklı bir yöntem değildir. Katılımcı yol izlemek, kültürel alanda kuşatıcılık ve çoğulculuk için gereklidir. Sözgelimi, zorunlu din dersleri konusu, kamusal düzenlemeden önce, hem İslami açıdan hem de demokratik açıdan çok iyi tartışılarak düzenlenmesi gereken bir konu olarak görülmeliydi.

Kültürel alanda önceliklerin ve işlenecek konuların neler olduğuna varıncaya kadar sivil toplumun beklentilerinin de dikkate alınması, hizmetlerin daha etkili üretilmesi bakımından gereklidir. Yönetimlerin tek taraflı belirlediği kültür politikaları oluşturmaktan ziyade, toplumun katkı ve beklentilerine özen gösterilmesi yerinde bir uygulama olur. Okul kitaplarında bile hâlâ Tek Parti dönemi söylemlerinin bulunduğu yolunda ciddi eleştirilere rastlanıyor. Bu konuda özellikle üniversiteler ve kültürel amaçlı çalışan sivil toplum kuruluşları yol göstericilik yapmalıdır. Toplum genelinde kabul edilebilir müfredatın hazırlanmasında, alan çalışmaları yapılmalı, gözlenen temayüller dikkate alınmalıdır.

Diğer taraftan hayatın hızlı değişimine uygun olarak, eğitime aktarılması gereken gelişmeleri dikkate alarak oluşturulan bir müfredat, daha gerçekçi kültür politikalarının izlenmesine imkan verecektir. Bu amaçla eğitim şuraları veya akademik nitelikli arama çalışmaları sivil toplumla birlikte yapılmalıdır. Böylece eğitimin nitelik kazanması sağlanacaktır.

Değerler konusunun, edebiyat ve sanat eserlerinde özendirilmesi ilke olarak benimsenmelidir. Bunlardan senaryolar çıkarılmalı, tiyatro, dizi ve sinema filmleri yapılmalıdır. Bu alanda ciddi yetersizlik ve boşluk olduğu gözlenmektedir.

Müslümanların kültür ve sanat alanında gerek ülke bazında, gerekse de uluslararası alanda etkin ürünler ortaya koyabilmesi için ilk etapta zikredebileceğiniz üç öneri sunabilir misiniz?

Bunun ilk şartı, önce “kendimiz olmayı” bilmektir. Yani kendi kimliğimize ve irfan kaynaklarımıza dönmektir. Kendi değerlerimizden hareketle evrensel dili yakalamış eserler üretebilmeliyiz. İnsani ve ahlaki değer aşınmasının had safhaya geldiği günümüzde, bu alan olabildiğince boş duruyor. Ve tamircisini bekliyor. Batı dünyasının gündeminde, ne yazık ki, bu boşluğu doldurma anlayışı ve arayışı yok. Böyle bir kaygı da görülmüyor.

İnsani ve toplumsal ihtiyaçlara göre yazılacak eserler, yeterlilikleri nispetinde içeride ve dışarıda gereken ilgiyi görecektir. ”Kendimiz olma” keyfiyeti gerçekleştirilebilirse, kültür değişimi dayatan, yabancısı olduğumuz yaşam tarzlarını empoze eden eserler etkinliklerini yitirecektir. Dikkat edilirse, son sekiz on yıldan bu yana doğru bilgi sunma amaçlı ve tarih tecessüsü uyandıran eserlerle tasavvuf içerikli eserler, bazı yetersizliklerine rağmen yayın dünyamızda hatırı sayılır bir kabul gördü ve görmeye devam ediyor. Pergelin bir ayağını kendi kimliğimizin insani değerlerine sabitleyip, diğer ayağıyla dünyayı ihata ve insanlığa hitap çabası içinde olmak öncelikli tercihimiz olmalı.

Etkin eser üretmenin şartlarından bir diğeri, aydınlarımızın özgüven içinde olmasıdır. Kimseye imrenme ihtiyacı duymadan, eser verme cesaretinin kazanılması gerekiyor. Komplekslerimiz elimizi tutmamalıdır. Coğrafyamızın her alanda yetiştirdiği rol modellerimizi tanıtıp savunmak, fikir dünyasındaki öncü rolümüzün gereğidir. Evvela zengin bir zihni sermayeye sahip olduğumuza inanalım. Kant, Descartes, Victor Hugo, Goethe, Dostoyevskii ve Tolstoy gibi nice tanınmış mütefekkir ve edebiyatçının başta kutsal metinler olmak üzere, Gazali, İbn-i Arabi, İbn-i Sina, İbn-i Haldun gibi İslam dünyasının değerlerinden faydalandıklarının göstergeleri ortada iken, özgüven eksikliği yaşamak anlamsızdır.

Etkin eser üretmenin üçüncü şartı ise, kabiliyetleri teşvik ve cesaretlendirmektir. İnsanın yetişmesine, toplum sorunlarının çözümüne katkı yapacak fikir ve sanat faaliyetleri her kesimde sahiplenilmelidir. Üniversiteler, STK’lar, belediyeler ve yayıncılık sektörü daha organize şekilde kültürel hayatın gelişiminde sorumluluk üstlenmelidir.

Önceliği hakkı aramak olan, insanlığa faydalı olanı bulma cehdi ile düşünen, araştıran, müzakere eden, özgür ve özgüven sahibi kabiliyetlerin alan bulduğu bir toplumda, etkin eser üretmenin yolu daima açıktır. Bu anlamda benimsenecek kültürel yapılanma, “Yeni Türkiye” beklentisinin karşılığı olacaktır.

"Yeni Türkiye'nin Kültür Politikaları" soruşturmamıza katkıda bulunan diğer isimleri şuradan görebilirsiniz: http://www.dunyabizim.com/tag/7767/yeni-turkiyede-kultur-politikalari

 

Ümit Aksoy konuştu