Giriş

Zeyneb el-Gazali el-Cebili, asrın aktif ve seçkin İslâm davetçilerinden biridir. 1917’de doğmuş 2005 yılında vefat etmiştir. Ayrıca Müslüman Kardeşler Teşkilatı’nın ileri gelen kadın üyelerindendir. 

1965’e kadar dört defa tasfiye edilen Müslüman Kardeşler’i üçüncüsünde yani 1959’da yeniden düzenlemede etkin rol oynamıştır. Bu tür eylemlerde öncü olunca ve diğer iktidar yanlısı gruplara katılmayınca teşkilatın diğer üyeleri gibi o da tutuklanmıştır. 1965 senesinde başlayan tutukluluk hâli 1971’e kadar devam etmiştir. 

Zeyneb Gazali, hapishane yıllarında her türlü işkenceye ve eziyete maruz kalmasına rağmen davasından bir an olsun vazgeçmemiştir. Pek çok erkek mahkûmun dayanamadığı acılara o, dirayet gösterdi. İşte bu kitapta, onun zindan hatıraları yer almaktadır. Allah’a inanmanın, İslâm’ı koruyucu bir kalkan olarak kabul etmenin sonucunda gerekirse şehadet gönüllüsü olarak toplumun önünde yürümüş önderlerden biridir. Onun bu yüksek karakteri, zulme boyun eğmeyen şahsiyetlerin yetişmesinde de etkili olmuştur. Kendini, İslâm davasına adayanlar için önemli bir örnek ve rol model olmayı başarmış seçkin bir kişiliktir.

Özellikle Cemal Abdunnasır döneminde kendisinden önce tutuklanmış ve dağıtılmış Müslüman Kardeşler Teşkilatı üyelerinin ailelerini sahiplenerek onlara evini açmıştır. Onun bu yardımları, tüm “Müslümanların annesi” olma sıfatına layık olduğunu da göstermektedir. Belki kendi çocuğu olmamıştır ama Mısır zindanlarında, zindan dışında garip ve babasız kalmış binlerce çocuğun anasıdır. Zindan Hatıraları kitabında; bu saliha hanımın hayatından bir kesiti ve hatta en zor kesiti okuyacağız.

Müslüman Kardeşler Teşkilatı ile Birlik

Ben Müslüman Kardeşler Teşkilatı ile 1937 yılından beri irtibat hâlindeyim. O yıl Hasan el-Benna ile bir görüşmem olmuştu. El-Benna, Müslüman Kadınlar Birliği’nin Müslüman Kardeşlere katılmasını istiyordu. Ben açıkçası bu fikre biraz uzaktım. Fakat 1948 yılında çıkan Müslüman Kardeşlerin kapatılması ve mallarına el konulması kararından sonra fikrim değişti. El-Benna’ya biat edecektim. Çünkü o, hakikatin ilan edilip yaygınlaştırılmasında benden daha güçlü ve cesaretli idi. 

1949 yılı Şubat’ta el-Benna’nın Kahire’yi terk etmesi için hazırlıklar son safhasına gelmişti. Çünkü caniler onu öldürmek için komplo kuruyorlardı. Artık federal hükümet dönemi başlamıştı. Yeni hükümet, Müslüman Kadınlar Birliği’nin kapatılmasına dair karar almada gecikmedi. 1950 yılında Hüseyin Sırrı Paşa hükümeti sırasında teşkilatın kapatılması kararına itiraz ettik. Yargıtay kararı bozdu ve birlik tekrar açıldı. Sonraki hükümet döneminde Müslüman Kardeşler de çalışmalarına başlama imkânı buldu. İşler yoluna girmişti. Üyelerin önemli bir kısmıyla ilişkilerim sevgi ve işbirliği çerçevesinde devam etti. 

1952’de ihtilal oldu. Bu ihtilal hareketini, Müslüman Kardeşler tasvip etmiş ve liderleriyle uyum içinde olmuştur. Fakat bu uyum belli bir süre devam etti. İnkılâbı bu ülkeyi yerli ve yabancı Emperyalizm’den kurtarmak için gayret eden bağımsız kişilerin yapmadığı ortaya çıkmıştı. Ama teşkilat bunu görmüyordu. Bazı isimlere bakanlık da teklif edilince bu konuda fazlaca muhalefet etmem istenmedi. Yeni genel başkan el-Hudaybi, bir iki defa dergide kaleme alacağım muhalif yazılarımı yayınlatmadı. Ben el-Benna’ya verdiğim sözü hatırlayarak sustum. Ona biat etmek; “Hareketin genel başkan kim olursa olsun ona da biat demekti.” 

1954 senesinde ise bütün maskeler düşecekti. O sene Abdunnasır ve yandaşlarının İslâm’a savaş ilan ettiklerine şâhit olduk. Abdulkadir Udeh ve Ezher âlimi Muhammed Fergali’nin idamları, bunun en büyük göstergesiydi. Bunlarla kalmadı tabii ki. Daha birçok değerli İslâm şahsiyeti, âlim ve dava adamı bu dönemde idam edildi. El-Hudaybi de idama mahkûm edilmişti, fakat bunu uygulayamadılar. Çünkü aniden kalp rahatsızlığı nüksetmiş ve eve nakledilmişti. Birkaç saat içinde öleceği öngörülmüştü. En azından doktor raporu öyleydi. Abdunnasır da bunun üzerine kendisine özel af çıkardı. Ama genel başkan yaşadı. Hatta Abdunnasır ve zebanilerinin sonunu görene kadar da yaşadı. 

1955’e geldiğimizde yine yoğun karışıklıklar içindeydik. Ben kimsenin zorlaması olmaksızın İslâm hizmetine hazırdım. İşkence altında babaları can veren yavruların feryatlarını, kocaları demir parmaklıklar arkasında ölüme ya da hapse mahkûm edilen dul bırakılmış kadınların gözyaşlarını dindirmek için çalışmalıydım. Fakat aç kalanların, çıplak bırakılanların sayısı, her geçen gün artıyordu. Onlar için elimden gelen her şeyi yapmaya çalıştım. Pek çok isimle görüştüm. Bunlar arasında Halide el-Hudaybi ve Hamide ve Emine Kutub da vardı. Fakat bu olup bitenleri seyirci kalanların sayısı daha fazlaydı, diyebilirim.

1957’de, Süveyş Limanı’nda; hac için Müslüman Kadınlar Birliği kafilesinin başındaydım. Orada Abdulfettah İsmail ile karşılaştım. Gemiye beraber bindik ve denize açıldık. Abdulfettah İsmail, Hasan el-Benna’nın en sevdiği davetçi gençlerden biriydi. Onunla çalışmalarımız daha sonra da sürdü. Kararlaştırdığımız ilk çalışmamız; Abdulfettah İsmail’in şehir, kasaba ve köylere kadar Mısır çapında bir seyahate çıkması ve bizimle aktif çalışabilecek kimseleri belirlemesi olacaktı. Abdunnasır’ın hükümleri, bizim kabul edeceğimiz hükümler değildi ve yine ona karşı birlik içinde olmamız gerekiyordu. Neredeyse tüm aktivistler hapisteydi.

Zindandayım

Seyyid Kutub tahliye edilmişti ama bunun onu öldürmek için bir komplo olduğu düşünülüyordu. Komplo ile öldürülmesi planlanan isimlerden birisi de Abdulfettah İsmail idi. Batıla sapanlar, gizlice ne planlamışlarsa planlamışlar, tuzaklar kurmuşlar ve “Seyyid Kutub’un hapisten yönettiği ideolojik bir hareket bulunduğu, bu hareketi Müslüman Kardeşlerin yönetip yürüttüğü, bunların başında da Abdulfettah İsmail ile Zeyneb Gazali’nin olduğu” tezini yaymışlardı. Abdunnasır’ı harekete geçiren Amerikan, Rus ve Siyonizm istihbaratıydı.

1965 senesi, Ağustos ayında yeni bir tutuklama dalgası ile karşılaştık. Ayın 5’inde Seyyid Kutub tutuklandı. Bu olayı teyit ettirdikten sonra hemen bir karar alarak Müslüman Kadınlar toplantısını erteledik. Onlarca hatta yüzlerce kişinin tutuklandığı haberleri gelmeye başladı. Bu sayı, daha sonra yüz binlere ulaşacak ve Mısır zindanları neredeyse tamamen Müslüman Kardeşler üyeleriyle doldurulacaktı. Yaşlı-genç ayırt etmeksizin herkesi tutuklamışlardı. Bunlar arasında 85 yaşında Ümmü Ahmed denilen bir kadın bile vardı. Nihayetinde 20 Ağustos sabahı evim basıldı. Evi talan ettiler ve sağlam eşya bırakmayana kadar aradılar. Sonunda Eğitim Fakültesi’nde okuyan oğlum kadar sevdiğim yeğenim Muhammed el-Gazali’yi tutukladılar. Bana da ikinci bir emre kadar evden ayrılmamamı söylediler. Bu ev hapsi demekti. Aynı gün yine geldiler ve kalan eşyaları da talan ettiler. Beni de alıp bir cezaevine bıraktılar.  

Cezaevinin sorumlu müdürü, bana ağır küfürler ederek konuşmaya başladı. Ben yapılanların hukuksuz olduğunu söyleyince ve alınan kitaplarımın ve eşyalarımın sayılmasını talep edince yine küfürler savurarak neden söz ettiğimi ve bir saat sonra öleceğimi söyledi. Ben, bunlara bir karşılık vermedim. Adam cahiliye diliyle konuşuyordu. Sonra beni bekçi vasıtasıyla 24 numaralı hücreye gönderdi. İkindi namazını kıldıktan sonra beni oradan çıkardılar ve dolaştırdılar. Dolaştırılırken tanık olduklarımı hayatım boyunca unutamam. Gördüklerim bir işkencehane manzarasıydı. Ayaklarından darağaçlarına asılmış, kamçılanmış, kamçılandıktan sonra üzerlerine kudurmuş köpekler salınmışların yanı sıra duvar kenarında işkence sırasını bekleyen masumlar vardı… Bunları gösterdikten sonra beni, yeniden hücreye götürdüler. Kapkaranlık hücrede köpeklerin olduğunu fark ettim. Köpekler üzerime üşüştü, her biri bir tarafımdan asılmaya, bedenimi kemirmeye başladı. Acılar duyuyordum, yoğun acılar. Ben sürekli “Bismillah, ya Allah!” diyordum. Dişlerini kafamda, kolumda, her yerimde hissediyordum. Allah’a beni bu durumdan kurtarması için dualar ettim, yalvardım. Saatler geçti ve kapı açıldı. Vücudum ve beyaz elbisem delik deşik ve kıpkırmızı kan rengi olmalıydı. Fakat elbiselerime sanki kimse dokunmamış, bedenime de tek bir diş batmamıştı. Şaşkınlık içindeydim. Buna hücreye gelenler de şaşırmıştı. Beni, yeni hücreme götürdüler. Yeni hücremin hemen yakınlarında, benim yüzümden işkence edilen gençlerin sesini duyuyordum. Evime ne zaman gittiklerini soruyorlar, hakkımda kötü konuşmaya zorluyorlardı. Ama gençler ne kadar işkence görürlerse görsünler onların istediği cevapları vermiyorlardı. 

Çok uzun zaman işkence gördüm ama hiçbir zaman Allah’a dua etmekten vazgeçmedim. İstedikleri cevapları almak için uydurma sorgulamalar yapmaya kalktılar, onlara da istediklerini vermedim. Ben Allah’a güveniyordum. Öleceksem de O’nun yolunda ölürdüm. Yeter ki üzerime O’nun gazabı inmesin. Benden istedikleri; Müslüman Kardeşler Teşkilatı hakkında özel bilgiler vermem ve yalan yanlış şeylere imza atmamdı. Başından beri istedikleri buydu. Sonrasında devlet başkanının temsilcisi olduğunu söyleyen biri gelip bakanlık dahi teklif etti. Ama ben davamdan dönmeyecektim. Birkaç gün sonra da hücreme iki yeni misafir getirdiler: Aliyye ve Ğade. Onlar, burada bana yapılanlardan habersizdiler tabii.

İşkencelerin Biri Bitmeden Diğeri Başlıyor

Devamlı işkence, devamlı sorulan sorular ve onlar açısından bir türlü alınamayan cevaplarla geçiyordu günler. Sorgulayanlar değişiyordu ama teklifler aynıydı: “Buradan kurtulacaksın, bakan olacaksın.” Kamçılar, dayaklar, biri bitmeden diğeri başlayan işkenceler hepsi, her gün yaşadığım şeyler olmuştu. Bunca hırpalanmadan sonra artık doksan yaşında biri gibi görünüyordum. 

Sürekli Müslüman Kardeşler üyelerinin beni sattıklarını, sonumun idam olduğunu, kendimi onlar için mahvettiğimi söylüyorlardı. Bense doğru bildiğim yoldan dönmeyeceğimi ve kendilerine Müslüman Kardeşler Teşkilatı ve üyeleri hakkında hiçbir zaman yalan beyanda bulunmayacağımı söylüyordum. Önüme defalarca kâğıt, kalem kondu. Hiçbirinde onların istediği yalanları yazmadım. Ne kadar işkence ederlerse etsinler, ne kadar tehdit ederlerse etsinler o kâğıtları onların istediği gibi değil kendi bildiğim doğruları yazarak doldurdum. Çünkü Müslüman Kardeşler, İslâm gençliğinden oluşan sağlam bir nesil yetiştirme azmi ve gayreti içerisindeydi.

Bir gün zindandan içeri büyük bir çantayla girdiler. Bu çanta evimden gelmişti. İçinde benim elbiselerim vardı. Teker teker bana gösterdiler ama vermeden çantaya geri koyup çantayı da alarak çıktılar. Daha sonra imzalı-mühürlü bir belge gösterdiler bana. Orada Cemal Abdunnasır imzası ve Cumhurbaşkanlığı özel mührüyle şu yazılıydı: “Devlet Başkanı Cemal Abdunnasır’ın emriyle Zeyneb Gazali’ye, erkeklerden daha fazla işkence yapılacaktır.” Ben ise yazıyı okuyup kâğıdı yere attım. Bana bir saat mühlet verdiler, istediklerini yapmam için. Yine istediklerini yapmayınca beni, daha sonra defalarca atılacağım sulu bir zindana götürdüler. İşkence hiç bitmiyordu. Bense yalnızca Allah’a yalvarıp ondan güç vermesini istiyordum. 

Birkaç gün sonra beni savcılığa götüreceklerini ve kendimi kurtarmam için bunun son şansım olduğunu söylediler. Benim için değişen pek bir şey yoktu. Sonuçta ifademi değiştirecek değildim. Ertesi gün, beni üç numaralı cezaevinde bir hücreye kapattılar. Dışarıdan yine işkence sesleri geliyordu. Bir sonraki gün hücreme bir doktor getirdiler ve o da ayaklarımdan akan iltihaplar ve diğer yaralarımdan ötürü hastaneye götürülmem gerektiğini söyledi. Hastanede bir gün kaldım ve biraz nefes aldım diyebilirim. Ama beni rahat bırakmayacaklardı. En azından yaralarım iyileşinceye kadar hastanede kalmayı isterdim doğrusu. Oradan yine hücreye götürüldüm ve bu sefer beş yüz kırbaç vurmak üzere beni astılar. Kırbaçlama bitti, ben ayakta duramıyordum. Yere yığıldım ve gözümü açtığımda doktorların arasında olduğumu anladım. Benden yine aynı şeyleri istiyorlardı: “İnat etme, dediklerimizi yap.”
Bir gün de sigara ile poz vermemi istediler. Herhalde basına böyle servis edeceklerdi. Elbette bunu da reddettim. İkinci gün de Müslüman Kardeşler aleyhinde uydurdukları bir konuşmayı televizyondan okumamı istediler. Bunu kat’i olarak reddettim. 

Sonraki günlerden birinde “Şems Bedran” adında birinin odasındaydık. Bana birkaç ifade okudular. Biri, Ali Aşmavi’nin ifadesi idi. Demek o alçak bizi satmıştı. Zaten onu içeri aldıklarında yüzünde hiçbir işkence emaresine rastlanmıyordu. Ben bu ifadeyi reddettim. Sonra Abdulfettah İsmail getirildi. Yırtık, mavi tutuklu elbisesiyle işkence ve zulmün izlerini taşıyarak içeri girdi. İfadesinde “Zeyneb Gazali mümin kardeşimdir. Gençlerimize, Kur’an’ı ve sünneti öğretmek, Kur’an’a ve sünnete bağlı bir nesil yetiştirmek için yardımlaşıyorduk” dedi. Abdulfettah İsmail, gerçek bir Müslümandı; Allah, kendisinden razı olsun.

Sonuç

Zindan Hatıraları; bir mücadelenin kitabıdır. Zeyneb Gazali, bırakalım erkekleri, dünyanın en güçlü insanının bile daha ikinci günde pes edeceği işkencelere, eziyetlere, azaplara dayanmış ve davasından bir santim olsun geri adım atmamıştır. Onun bu dava aşkı ve bilinci gerçekten ibret vericidir. 

Zeyneb Gazali; Allah yolunda işkenceye uğrayan, Allah yolunda uğradıkları zulüm karşısında da daima gerçeği haykıran kahraman bir şahsiyettir. İşte bu kitapta; küffara karşı dalga dalga yükselen haykırışları duyuyoruz. Azap arttırıldıkça, zulüm yükseldikçe bu çok muhterem İslâm neferinin daha bir gürleşen sadasına şahitlik ediyoruz.

İnsanlığın kurtuluşu, yalnızca İslâm davetiyle mümkündür. Zindan karanlıkları, kırbaç ve işkence izleri, İslâm düşmanlarının vahşet ve zulmü, ihlaslı İslâm davetçilerinin ve fikir önderlerinin ancak gücünü, direncini ve bâtılı yıkmak için azimlerini artırmaya yarar. Zeyneb Gazali de çağımızın en önemli İslâm davetçilerinden birisidir.

Zindana atılmadan hemen öncesinden, zindandan tahliye olduğu güne kadar olan kısmı kronolojik olarak anlatan bu eserde; anlatılanlar, Müslüman direnişçilerin nasıl sistemli bir yok edilme operasyonuyla karşı karşıya olduklarını göstermesi bakımından son derece değerlidir. Bu hatıralarla hem bir mücahideyi tanımış hem de İslâm uğruna verilen ölümüne mücadeleyi görmüş oluyoruz.


Devamını okumak ve dinlemek için HAP KİTAP uygulamasını indirebilirsiniz.

v