Zaman/mekân aşıp gelmiş bir şâhitlik: Galata

“Sana dün bir tepeden baktım aziz İstanbul!
Görmedim gezmediğim, sevmediğim hiçbir yer.
Ömrüm oldukça, gönül tahtıma keyfince kurul!
Sade bir semtini sevmek bile bir ömre değer.”

Yahya Kemal Beyatlı

Gönül tahtımızda bunca yer ayırdığımız, bunca bitimsiz krediden hayli nasibini almış ve bir sengine yekpare Acem mülkünün feda olduğu şu şehr-i İstanbul’un simge yapılarının başında gelir, Galata Kulesi. Hava ister yağmurlu ister güneşli olsun, ister Doğu Roma’dan kalma sert poyrazlar isterse erguvan mevsiminin ılık meltemi başımızda dönüp dursun, bize gündelik telaşlarımızdan azade, koşulsuzca gezip dolaşacağımız bir “İstanbul günü” tanımlasalar, gözümüzün önüne ilk olarak gelecek karelerden biri kuşkusuz Galata mıntıkasına dair olacaktır. Çünkü burası; her kent sakininin kalbinin mizanında durur, İstanbul silüetinin en karakteristik parçası, olmazsa olmazı; yedi tepe üstünde zaman bir gergef işlerken gözümüzün ilk aradığı ve dersaadetin en eski, en kadim, en evrensel işaretidir.

Kendi kimliğinden koşarak uzaklaşırken, bağrında devasa şantiyeler boyunca katliamlar işlenirken, onca yabancı, onca eğreti ve estetik yoksunu kuleler iki yakası boyunca hançerler gibi saplanırken göğsüne; İstanbul’un kalbine kan pompalamaya devam eden bu vefalı sevgilinin gücünü karşı yakadaki Kız Kulesi’nden aldığı söylenir. Efsaneye göre bu iki kule birbirine aşıktır ama aralarında bulunan İstanbul Boğazı, sevgililerin kavuşmasını engellemektedir. Bu hasreti bir nebze hafifletebilmek için Galata Kulesi aşkını ve hasretini yazıya döker, mektuplar boyunca anlatır durur. Derken tarih üstüne düşen kerameti gerçekleştirir ve Hezarfen Ahmet Çelebi uçma hayalini gerçekleştirmek için buraya çıktığında Galata Kulesi, onun kulağına Kız Kulesi’ne olan aşkını fısıldar ve mektupları da bu uçarı ve gözü pek Osmanlı çelebisinin eline tutuşturuverir. İstanbul’un üflediği rüzgârı arkasına alan Hezarfen, mektupları bir uçuşta Kız Kulesi’ne ulaştırır. İşteş bir hissiyatın içinde olduğunu anlayan Kız Kulesi mektupları alınca sevinçten havaya uçar ve bu iki âşığın aralarındaki bitimsiz muhabbet, İstanbul’un en güzel manzarasını oluşturur.

İstanbul’un biriciği Galata Kulesi’nin bir diğer gizemli hikâyesine İhsan Oktay Anar’ın “Puslu Kıtalar Atlası”nda rastlıyoruz. Kitapta, İstanbul’a ilk kez gelen denizci Cenevizlilere, ak martının karanlıkta yol gösterdiği anlatılır. İnançlarının bir tezahürü olarak martıyı Hz. İsa ile özdeşleştiren Cenevizliler, onu yuvasına kadar takip ettikten sonra yakalar, pişirir ve yerler. Yuvasının bulunduğu yere de onun hatırası için Galata Kulesi’ni inşa ederler.

Öte yandan bir tevatür dahilinde olmakla birlikte kulenin acı bir şahitliği daha mevcuttur ki o da edebiyatımızın velut şairi Ümit Yaşar Oğuzcan’a ait olanıdır. Bilindiği üzere Oğuzcan, pek çok kez (yaklaşık 25 kez) intihara kalkışmış bir adamdır. Oğlu Vedat Oğuzcan, bu başarısız intihar girişimlerinden oldukça etkilenmiş ve henüz on yedi yaşındayken Galata Kulesi'nden kendini aşağı bırakmıştır. Yine söylentilere göre, avcunda: "Baba, intihar öyle edilmez, böyle edilir!" yazılı bir not bulunmuştur. Bu elim hadisenin akabinde koca şair, kendisini dizelere bırakarak teskin edebilmenin yollarını aramıştır:

6 Haziran 1973,

pırıl pırıl bir yaz günüydü,
aydınlıktı, güzeldi dünya,
bir adam düştü o gün galata kulesinden. kendini bir anda bıraktı boşluğa;
ömrünün baharında, bütün umutlarıyla birlikte paramparça oldu.
bir adam düştü galata kulesinden;
bu adam benim oğlumdu gencecikti Vedat, ışıl ışıldı gözleri, içi,
bütün insanlar için sevgiyle doluydu
çıktı apansız o dönülmez yolculuğa
kendini bir anda bıraktı boşluğa,
söndü güneş, karardı yeryüzü bütün
zaman durdu.

………
bu kalleş dünyaya inat,
şimdi yine bir ninni söylüyorum ona,
uyan oğlum, uyan oğlum, uyan Vedat.



Tarihçesi…

Gelelim; kulenin ve konuşlandığı/adını aldığı tarihi semtin kayıtlara geçmiş tarihçesine… Bizans döneminde denizcilere yol göstermek üzere Galata surlarının hemen gerisinde bir gözetleme ve fener kulesi olarak inşa edilen yapının 500-550 yıllarından beri ayakta olduğu varsayılmaktadır.1204 yılındaki 4. Haçlı Seferi'nde tahrip edilmesine karşılık 150 yıl sonra Cenevizliler tarafından restore edilmiştir. Bizans İmparatorluğu ile ittifak hâlinde olan Cenevizliler, hem haçlıların İstanbul’daki tahribatlarını gidermek hem de olası savaş tehlikesinde “stratejik ortak” olma vasfıyla edindikleri ayrıcalıkları resmileştirmek üzere 1267'de, Haliç'in kuzeyinde bulunan Galata'da "Pera" adlı bir koloni kurdular. Bu koloninin hakimiyet alanı zaman içinde Bizans tarafından verilen izinlerle genişlerken 1335-1349 yılları arasında Cenevizliler, kuzeydoğu yönündeki tepeye doğru bölgede birtakım tahkimatlar inşa etti. Bu çalışmalar kapsamında, tepesinde bulunan haçtan ötürü o dönem "Kutsal Haç Kulesi" (Turris Sancte Crucis) olarak anılan Galata Kulesi de 1348'de restore edilmiştir. İki devlet arasında o yıl patlak veren savaş, ertesi yıl imzalanan antlaşmayla sona ererken kulenin bulunduğu tepe, Ceneviz kontrolüne bırakıldı. Konstantinopolis'in 29 Mayıs 1453'te Osmanlı İmparatorluğu tarafından alınması sonrasında Pera'daki Cenevizliler, herhangi bir çatışma yaşanmadan koloniyi Osmanlı'ya devretti. Osmanlı padişahı II. Mehmed'in fermanıyla savaş sırasında kulede tahrip edilen kısım yeniden inşa edildi. Gel zaman git zaman seneler geçti ve 1509’daki büyük İstanbul depreminde hasar gören kule, 1510 itibarıyla Mimar Hayreddin’in gözetiminde onarıldı.16. yüzyıl sonlarında kısa bir süre için rasathane, Kanuni döneminde savaş esirlerinin tutulduğu hapishane ve ambarı olarak, 18. yüzyıl itibarıyla da yangın gözleme amacıyla kullanıldı. 1794'teki yangın sonrasında yapılan onarım çalışmalarında kulenin tasarımı değiştirilirken üst kısım bir kahvehaneye dönüştürüldü. 1831'deki yangın sonrasında tasarımının bir kez daha değiştirildiğini bildiğimiz yapının 1875'teki bir fırtınada çatısının devrilmesinin ardından en üst kagir katın üzerine iki ahşap oda yapıldı ve şehrin itfaiye teşkilâtı tarafından kullanılmaya başlandı. 1965-1967 yılları arasındaki restorasyon çalışmasıyla kule, katları farklı amaçlara hizmet edecek bir biçimde turistik bir yapı olarak düzenlenirken kulenin çatısı da orijinal tasarımına uyabilecek şekilde yenilendi.

Galata Kulesi, 2013'te UNESCO tarafından Türkiye'deki Dünya Mirası Geçici Listesi'ne dahil edilmiştir. 2020'de yapılan çalışmalar sonrasında müzeye dönüştürülmüş; şu anki görünüm ve kullanım alanına kavuşmuştur.

Mimari Yapısı…

Bilinen en eski yapım sistemi; yığma moloz taş örgü olan kulenin girişindeki kitabede 16 mısralık methiyenin II. Mahmut döneminde yapıldığı için onun adına yazıldığı düşünülmektedir. Dolana dolana yapılan bir Beyoğlu gezisinin nihayetinde vardığımız bu menzilin bizi methiyelerle karşılamasından daha tatlı ne olabilir?

Kapının üzerindeki yuvarlak kemerli küçük pencerenin gözcü askerlerin yuvası olduğunu tahmin etmek hiç de zor değildir. Yüksek giriş katından sonra uzayan silindirik gövdesi dokuz katı ihtiva eder. Gövdesi boyunca sıralanan pencereler tuğla örgülü ve yuvarlak kemerlidir. Külah çatının hemen altındaki son iki katın gelişimi silindirik gövdeyi çevreleyen profilli silmelerle vurgulanmıştır. Bu profiller, kuşkusuz yapının halet-i ruhiyemiz üzerindeki tesirini de güçlendirerek altını çizmektedir. Külah çatının altındaki katı sarmalayan, metal süslemeli, şebekeli seyir balkonu, yokuş yukarı zahmet çekerek buraya kadar tırmanmış olan misafirlerine panoromik bir seyir ziyafeti sunar. Buraya kadar çıkmışken Evliya Çelebi’nin Seyahatnamesi’nde yer vermiş olduğu Hezarfen Ahmet Çelebi’nin uçuş serencamına dair neşrettiği kısma değinmemek olmaz: “İptida Okmeydanın minberi üzere, rüzgâr şiddetinden kartal kanatları ile sekiz, dokuz kere havada pervaz ederek talim etmiştir. Badehu Sultan Murad Han Sarayburnu’nda Sinan Paşa Köşkü’nden temaşa ederken Galata Kulesi’nin taa zirve-i belasından lodos rüzgârı ile uçarak Üsküdar’da Doğancılar meydanına inmiştir. Sonra Murad Han, kendisine bir kese altın ihsan ederek: ‘Bu adam pek havf edilecek (korkulacak) bir ademdir. Her ne murad ederse elinden geliyor. Böyle kimselerin bekası caiz değil.’ diye Gazir’e (Cezayir) nefyeylemiştir (sürmüştür). Orada merhum olmuştur.”

Bugün yapının zemin etüdünün Doğu Roma, üçüncü kata kadar olan kısmının Ceneviz, diğer katlarının ise Osmanlı karakteri taşıdığını düşünürsek asırlar boyunca üç medeniyetin de izlerini bir şeref nişanesi olarak taşıyarak zaman/mekan aşıp gelmiş şahitliğine hürmet etmekten başka ne yapılabilir? Öyleyse hürmetimizi, hayretimizi, İstanbul’a olan bitimsiz muhabbetimizi yanımıza alarak başımızı göğe yeniden çevirelim ve şükredelim. Öyle ya gökten ne gelmiş de yer kabul etmemiş?

Mimar-Yazar

Hacer Yeğin

Not: Galiba Dergisi'nden iktibas edilmiştir.

 

YORUM EKLE
YORUMLAR
Hasan gürer
Hasan gürer - 2 yıl Önce

Teşekkür ederim bu güzel.bilgiler için