Zamanın ruhu mu, ruhun zamanı mı?

Zaman, düşüncemizin ufkunu belirleyen temel bir kavram. O olmadan düşünce üretmekte zorlanırız. Zamanla sınırlandırılmış olmak Allah’ın ezeli ve ebedi olduğu gerçeğini idrak etmemizi güçleştirir. Sadece zaman değil, içinde yaşadığımız mekân da benzer bir etki yapar. Mekânsız var olabilmek yine bizim açımızdan idraki zor bir meseledir. İçinde bulunduğumuz zaman ile mekân ve bu düzlemde bizi sarmalayan olay ve olgular bizi etkiler, düşüncemizi, duygularımızı yönlendirir. O sebeple çok sık duyarız “zamanın ruhu” ifadesini. Zamanın ruhunu yakalamak gerektiği vurgulanır sıklıkla. Gerçekten de öyledir, yaşadığımız dönemin kendine ait koşulları ve gerçekleri vardır ve biz bunları görmezden gelemeyiz. Burada olup bitene sırtımızı dönemeyiz. Zamanı okumak, yeni koşulları dikkate almak durumundayız. Farklı peygamberlere verilen şeriatlar zamanın ruhundaki değişimi yansıtır. Din alimlerinin fetvalarındaki farklılıklar da benzer bir tesirin ürünüdür. Modern anlamda hukuk normları da zamanın ihtiyaçlarına binaen değişir ve gelişir.

Zamanın ruhuna uymak gerektiği noktasında genel ilke olarak bir sorun yok; lâkin “Nereye kadar bu ruha uymak gerekir?” sorusunu da sormak durumundayız. Zaman değişimi ifade eder; ama değişenin içinde değişmeyeni aramak, bu değişmeyenden yola çıkarak zamana da bir ruh ve can vermek gerekmez mi? Ya zamanın ruhu çalınmış, canına okunmuşsa! Zamanın ruhu diyoruz ama bunu söylerken ruhsuz bir zamanda yaşadığımız gerçeğini sanki görmezden geliyoruz. Zamanın ruhu diye bize pazarlanan şey mutlak akılcı, sonuna kadar maddiyatçı ve çıkarcı bir yaşam tarzı olabiliyor zira. İçinde yaşadığımız zamanı bu açıdan tekrar düşünmek gerektiği aşikâr.

İlahi dinleri insanlığa ulaştıran peygamberler ruhsuz zamanlara ruh veren manevi önderlerdir. Yani onlar zamanı okumakla birlikte zamana kendilerini, inançlarını teslim etmeyen; değişmeyen değerlerle değişenleri uzlaştıran, birleştiren manevi mimarlardır. Peygamberlerin hayatları incelendiğinde bu rahatlıkla görülebilir. Örneğin Hz. İbrahim ruhunu kaybetmiş, en mukaddes varlık olarak gördükleri tanrılarını bile maddeye, yani putlara çevirmiş bir topluma gelip onlara yeniden ruh vermedi mi? Aynı şekilde Hz. Muhammed kendilerini dünyaya ve dünyalığa kaptırmış, kutsalını maddeye dönüştürmüş bir toplumda Hz. İbrahim gibi bir dönüşüm meydana getirmedi mi?

İlahi bir kaynaktan beslenen dinler kendilerini zamanın ve mekânın üstüne yerleştirirler. Yani dinler zaman ve mekân üstüdür. Ruhsal tecrübeyi besleyen dinî pratikler, dinin kendine ait özel günleri veya geceleri belli zaman dilimlerine işaret eder hiç şüphesiz. Esasında bütün bu pratikler, olay ve olguları öğütüp dönüştüren zamanın içinde değişmeyen anlar yakalayıp oradan her dönemin insanını manevi olarak beslemek amacını taşır. Dince önemli kabul edilen zamanlar ve buralarda yerine getirilen dinî ritüeller zamane insanının manevi çakralarını açan, unuttuğu ya da ihmal ettiği ruhsal yönünü ona hatırlatan kıymetli bir tecrübeye karşılık gelir.

Ruhsuz zamana ruh veren ezanları göz önüne alalım örneğin. İşimize gücümüze kendimi kaptırdığımız bir anda işittiğimiz güzel bir ezan sesi ruhumuzun derinliklerinde bir yerlerde yankılanır. Adeta ruha giden kanallar, kapılar açılır. Hakeza gün içinde ruhun zamanını gösteren beş vakit namaz da zamana ruhsal bir boyut kazandırır. Günlük namazlarını kılamayan bir Müslüman en azından haftada bir gün Cuma ile bu tecrübeyi yaşar. Bir yıl boyunca dünya ve dünyalıkla bunalan gönüller üç aylarla, özellikle de Ramazan’la ruhen farklı bir iklime girer. Dinî mi, örfî mi olduğu kimi zaman tartışılsa da kandiller de bu açıdan bakıldığında oldukça işlevsel. Kılınan nafile namazın ve çekilen tesbihin sayısına ve bunun karşılığında cennetten elde edilecek köşklere indirgenmiş bu yönüyle de ruhsal yönünü önemli ölçüde kaybetmiş bir kandil anlayışını kastetmiyorum tabi ki. Ruhsal deneyimi özendiren, insanı kendine ve fıtratına döndüren bir dinî tecrübeden bahsediyorum. Bu bağlamda kandilleri de içine alacak şekilde İslâm dininde önemli görülen gün ve geceler, insanın tıkalı olan manevi damarlarının açıldığı, ruha yeniden kan ve can verildiği demlere tekabül eder. Tabi ki buradan herkes aynı oranda fayda göremez. Zira kiminin beş damarı tıkalıdır, kimininse bir. Bu tecrübelerin sayısı artmalıdır ki ruha giden yollar açılsın ve kalp yeniden manevi ritmini yakalasın.  

Çocuklarımıza gelince onların manevi kanallarının yetişkinlere göre daha açık olduğunu söyleyebiliriz. Zira onların fıtratı yetişkinlere nispetle daha temiz, daha korunmuştur. Henüz bu ruhsal kanallar açıkken onları dinî pratiklerle, ruhsal deneyimlerle karşılaştırmak gerekiyor. Bu sorumluluk da öncelikle biz anne-babalara düşüyor. Günlük dinî pratiklerin yanında yukarıda ifade edilen ve dinen önemli sayılan günler ve geceler bu açıdan bizlere büyük imkânlar sunuyor. Çocuklar burada yaşadıkları manevi tecrübeyi duyusal ve duygusal hafızaya alıyor. Bunların etkisi belki de bir ömür devam ediyor.

Netice olarak biz yetişkinler “zamanın ruhu” diye ifade edilen gerçekliği ihmal etmeden kendimizi “ruhun zamanı” diyebileceğimiz deneyimlerle beslemek durumundayız. Tabi buradaki tecrübemizi çocuklarımızla da paylaşmak gibi bir önemli görevimiz daha var. Şu nokta unutulmamalıdır ki ruhun zamanıyla buluşturamadığımız çocuklarımızı korunaksız bir şekilde zamanın ruh(suzluğ)una teslim edersek ruhsuz zamanlar, bizi bekliyor demektir.

 

YORUM EKLE

banner36