Zaman, düşüncemizin ufkunu belirleyen temel bir kavram. O olmadan düşünce üretmekte zorlanırız. Zamanla sınırlandırılmış olmak Allah’ın ezeli ve ebedi olduğu gerçeğini idrak etmemizi güçleştirir. Sadece zaman değil, içinde yaşadığımız mekân da benzer bir etki yapar. Mekânsız var olabilmek yine bizim açımızdan idraki zor bir meseledir. İçinde bulunduğumuz zaman ile mekân ve bu düzlemde bizi sarmalayan olay ve olgular bizi etkiler, düşüncemizi, duygularımızı yönlendirir. O sebeple çok sık duyarız “zamanın ruhu” ifadesini. Zamanın ruhunu yakalamak gerektiği vurgulanır sıklıkla. Gerçekten de öyledir, yaşadığımız dönemin kendine ait koşulları ve gerçekleri vardır ve biz bunları görmezden gelemeyiz. Burada olup bitene sırtımızı dönemeyiz. Zamanı okumak, yeni koşulları dikkate almak durumundayız. Farklı peygamberlere verilen şeriatlar zamanın ruhundaki değişimi yansıtır. Din alimlerinin fetvalarındaki farklılıklar da benzer bir tesirin ürünüdür. Modern anlamda hukuk normları da zamanın ihtiyaçlarına binaen değişir ve gelişir.
Zamanın ruhuna uymak gerektiği noktasında genel ilke olarak bir sorun yok; lâkin “Nereye kadar bu ruha uymak gerekir?” sorusunu da sormak durumundayız. Zaman değişimi ifade eder; ama değişenin içinde değişmeyeni aramak, bu değişmeyenden yola çıkarak zamana da bir ruh ve can vermek gerekmez mi? Ya zamanın ruhu çalınmış, canına okunmuşsa! Zamanın ruhu diyoruz ama bunu söylerken ruhsuz bir zamanda yaşadığımız gerçeğini sanki görmezden geliyoruz. Zamanın ruhu diye bize pazarlanan şey mutlak akılcı, sonuna kadar maddiyatçı ve çıkarcı bir yaşam tarzı olabiliyor zira. İçinde yaşadığımız zamanı bu açıdan tekrar düşünmek gerektiği aşikâr.