Günümüz insanın en belirgin problemlerinden biri; görünür olma gayreti ve görünememe korkusudur. Sosyal medyanın sağladığı imkânlar ve kapitalizmin bireyi müşteri, her türlü değeri meta olarak gördüğü gerçeği göz önünde bulundurulduğunda var olmak ve kendini anlamlandırmak isteyen kişi sürekli tüketmek ve sürekli sahip olmak zorundadır. Kendini sürekli olarak yeni bir şeye sahip olmak zorunda olan insanın da her türlü ahlaki, dini değeri harcanabilir bir sermaye olarak görmesi kaçınılmazdır. Bütün bu tüketim odaklı yaklaşımın özünde bireyi mutlu edeceği var sayılan bir kimlik arayışı yatıyor.
Banka hesapları ve cüzdanların şişkinliği, elbise dolaplarının doluluğu; gözlükten ayakkabıya, kemerden çantaya kadar aksesuarların uyumu, saç modelleri; telefon, tablet, bilgisayar vb. elektronik aletlerin çeşitliliği gibi görünürlüğü yüksek ölçütlerle tanımlanan kimliklere ve kişiliklere bürünüyoruz. Bununla beraber taraftarlık ve partizanlık gibi aidiyet yönü güçlü olan oluşumlar üzerinden de bir kimlik arayışı içindeyiz. Bu tür oluşumlar üzerinden bir kimlik tanımı yaptığınızda şiddeti kendi oluşturduğunuz kimliği korumak adına meşrulaştırmış oluyorsunuz.
Toplumsal bir sorun olarak şiddeti ortadan kaldırmanın ilk şartı; insanların kendi kimliklerini kapitalizmin yönlendirmesi ya da çeşitli grupların aidiyeti üzerinden yapmalarını engellemektir. Kimlik tanımı evrensel bir eşitlik üzerine kurulabilmiş olsa şiddetin büyük oranda çözülebilir olduğu görülecektir. Yunus Emre’nin dillendirdiği “Yaratılanı hoş gördük, Yaradan’dan ötürü.” düsturu yaratılmış her canlıya kayıtsız şartsız saygıyı zorunlu kılıyor.
Kendi milletinden, kendi dininden, kendi cemaatinden; hatta kendi partisinden, kendi takımından olmayana yönelik şiddeti meşru görebilen insan; kadına, çocuğa, yaşlıya ve hayvana yönelik şiddeti hayatın bir değişmez bir gerçeği olarak kabul ediyor. Oysa şiddeti yapan ve şiddete maruz kalan aynı ölçüt üzerinden bir kimlik tanımı geliştirebilmiş olsa bu sorun daha ortaya çıkmadan çözülebilir. Dünya hayatını kazanmak ve biriktirmek üzerine kuran, dünyadan alınacak zevki sadece bedeni zevkler olarak gören bir kimlik tanımı gücü yettiğince şiddet uygulayacak, gücü yetmediğinde de kendisine yapılan şiddete göz yumacaktır.
İnsanı şiddetten ve bunalımdan kurtaracak olan kimlik tanımını tasavvufta bulabiliyoruz. Tasavvuf bir gönül eğitimidir. Derviş, kendini bilmek marifetiyle Rabbi’ni bilir ve yeryüzünde onun halifesi olmaya layık bir şekilde yürür. Dünyayı bir gölgelik olarak gören derviş olana da olmayana da aynı nazarla bakar. Derviş için iyi ve kötü yoktur, yalnızca takdir vardır. Dervişe düşense takdire rızadır. Selçuklu ve Osmanlı medeniyetleri hayatın bütününe yayılan bir eğitim faaliyeti içinde derviş gönüllü insanı yetiştirmiştir. Günümüzde çeşitli sebeplerle toplumsal hayatın dışına itilmiş olan tekkeler ve dergâhlar gerek bünyelerinde bulunan dervişler gerekse bu dervişlerin hâl diliyle toplumu etkilemeleri sayesinde çok daha naif bir toplum yaşamını mümkün kılmışlardır.
Özellikle kadına yönelik şiddetin içeriğine baktığımızda Cumhuriyet Türkiye’sinde erkek figürünün tanımında problem olduğu görülebilir. Mahmut Erol Kılıç, “Hayatın Satır Araları” adlı kitabında Ernest Gellner’in şu tespitini aktarıyor: “Osmanlı erkeği iki vecheliydi; bir yönüyle maço, dergâhlarda gördüğü terbiyeyle de romantik. Batı toplumlarındaki şövalyeliğe karşılık geliyor bu tip…” Mahmut Erol Kılıç, Gellner’in bu tespitinden sonra şunları söylüyor: “Gellner bir tarafıyla ‘alp’, diğer tarafıyla ‘eren’ olan insan modelinden bahsediyor. ‘Ama Cumhuriyetle beraber eren yönü gitti; sırf maço hâli kaldı,’ diyor.” Alperen figürü Türk toplumunun yabancı olduğu bir figür değildir. Yapılması gereken; Anadolu’da mevcut olan irfanı toplumsal alanda görünür kılmaktır.
Derviş; dağ başında bir lokma bir hırka anlayışıyla yaşayan, dünyadan elini ayağını çekmiş kişi değildir. “Dervişlik iş ile” anlayışıyla her derviş kendi fıtratınca bir iş tutmuş, toplumsal hayatın bir parçası olmuştur. Çalışmış, kazanmış ama kazandığının esiri olmamıştır.
Toplum hayatımıza bu fıtrattaki bireyleri kazandırmanın yolu eğitim sistemimizi dar kalıplarından kurtarmak, dinin ve tasavvufun sağaltıcı gücünden yararlanmak ve Anadolu irfanına güvenmektir. Anadolu irfanı; Yunus Emre, Mevlana, İbn-i Arabi, Ebu’l Hasan Harakani gibi pek çok gönül erinin yüzlerce yılda hep birlikte mayaladığı bir hamurun adıdır. Şimdi o hamurdan nice yeni hamurlar mayalamanın vaktidir.