Şaron’un cenazesinde gözü yaşlı insanlar cep telefonları ile görüntü alıyorlar. Bize göre “kasap” onlara göre “askeri deha” olan Şaron işte orada… Zulmün 120 bin rengi ile dokunmuş İsrail bayrağı altında gömülmeyi bekliyor. Halkının tabiri ile: Arik. Bir şirinleştirme ve sempatik hale getirme çabası ile orada öylece yatıyor Arik.
İnsanlar dalgalıdır; sakin deniz ölüm demektir
“Yeryüzü ve Küller”, filminden bir replik gelip takılıyor boğazıma: “İnsanlar dalgalıdır. Sakin deniz ölüm demektir”. Bir Afgan filmine ait olan bu söz eşliğinde Şaron’un ağır bir tank gibi zemine yayılmış tabutuna bir kez daha bakıyorum. “Kıyamet günü denizler tutuşturulduğunda” ayeti gelip kalbimin üzerine yayılıyor. Gözü yaşlı bir “sabra” topluluğu, senin kıymetli bir devlet adamı olduğunu düşünüp son görevlerini ifa ediyorlar Arik! Belki birazdan dudaklarından İbranice dualar dökülecek ve gözlerinden iki sıra yaş damlayacak Necef Çölü’nün orta yerine.
Küçük Arik! Şimdi burada durmuş senin de bir zamanlar bebek olduğunu düşünmeye çalışıyorum. Çocukluğunu. Sen de bir zamanlar masum bir çocuktun değil mi? Bir çocuk yüzü hayal ediyorum, senin için. Ama hangi yüzü yerleştirmeye çalışsam gaipten uzanan gizli bir el onu silip yerine başka yüzler yerleştiriyor. Şatilla Katliamı’ndan geriye kalan yetimlerin yüzleri sıraya giriyor: Babası ve erkek kardeşi katliamda öldürülen 11 yaşındaki Milad Faruk’un yüzü… Hamile ablası ve bütün akrabaları gözlerinin önünde öldürülen 5 yaşındaki Muhammed Ebu Rudayna’nın yüzü… 3 kardeşi, babası amcası ve 3 kuzeni gözlerinin önünde katledildiğinde 12 yaşında olan Mahmut Yunus’un yüzü… 1982 kışında bel kemiğine isabet eden bir kurşunla vücudunun yarısı felce uğrayan Fuad’ın yüzü…
Şatilla mülteci kampında 20 bin mülteci vardı küçük Arik! Zor şartlar altında yaşayan, o kampta doğan, o kampta evlenen insanlar vardı. Beyrut’un güneybatısındaki bu kamp üç gece boyunca hep aydınlıktı. Neden mi? Askerler nokta atışı yapabilsin, bombalar doğru yerlere yağabilsin, kurşunlar sekmeden bedenleri bulabilsin diye… Fişeklerle aydınlatılan bu kamp hiç de eğlenceli değildi inan Arik.Üç gün boyunca gece gündüz demeden 3500-4000 Filistinliyi boğazladı Hıristiyan milisler. Senin gözetiminde. Öldürdüklerini de yok etmeye çalıştılar. Büyük çukurlar açıp içine gömdüler.
Sen de bir zamanlar çocuktun değil mi Arik…
Senin çocukkenki sevimli vücuduna bir yüz uydurmaya çalışıyorum Arik. Masum bir yüz kondurmaya çalışıyorum. Rusya’dan Filistin’e göç etmiş Siyonist bir ailenin çocuğuydun nihayetinde. Göç etmek nedir, sürekli yer değiştirmek nedir, zulümden kaçmak nedir en iyi sen bilmeliydin. Sedir ağaçlarının gölgesinde yaşıtların gibi masumca oyunlar oynadın mı sen de? Bir keçiyi yakalamaya çalıştın mı? Aydınlık bir gecede gökyüzündeki dolunayı görüp de heyecanlandın mı? Korktuğun zaman “Elohim!” diyerek gözlerini sımsıkı kapattın mı Arik? Sen de bir zamanlar çocuktun değil mi? Annen seni, “Arik, haydi gel!” diyerek akşam yemeğine çağırdı mı? Kfar Malal’ın yeşil tarlalarında koşarken, kaybolup yeniden yolunu bulunca sevinip gözyaşlarını sildin mi?
Seni bir çocuk olarak hayal edemiyorum Arik! Seni çömelmiş oyun oynarken düşününce aklıma Filistinli Muhammed’in babasının arkasına yığılmış cansız bedeni geliyor. Tarlalar içinde yürüdüğünü düşünmeye çalışırken, Rachel Corrie’nin sarı çiçeklere dokunurken çekilmiş fotoğrafı canlanıyor ve bir buldozerin altında can veriyor. Senin masumca uyuduğunu düşünmeye çalışırken, 10 aylık mavi emzikli Abbas bebeğin toz toprak olmuş kirpikleri bir adamın elleri üzerinde kalp hizama yükseliyor.
Seni bir çocuk olarak düşünemiyorum Arik. Yüzüne gülen bir çocuk yüzü gelip konmayı reddediyor. Yıkılan çadırların direkleri, aç ve hasta yaşlıların buruşuk elleri, bebeğini kaybeden annelerin etekleri tüm çocuk yüzlerini arkalarında gizliyor. Söndürdüğü halde yanmaya devam eden çocuklar için bir şey yapamayan doktorlar kaşlarını çatıyor Arik. Fosfor bombaları ile delik deşik olmuş genç kızların nişanlıları yumruklarını sıkıyor. Sana bir yüzü layık görmüyor mescidde vurulan dedeler.
Seni bir çocuk olarak düşünemiyorum Arik! Seni insani olan bir şeyin içine dâhil edemiyorum. Sana havayı, denizi, limon ağaçlarını yakıştıramıyorum. Senin ölü bedeninden bile Hz. Davud’u, Mescid-i Aksa’yı, Kudüs’ü sakınmak istiyorum. Kibya köyüne salladığın bombalar yakışıyor senin adının yanına. Knesette imzaladığın kararlar yakışıyor. İşgal ve gasp yakışıyor. Katliam yakışıyor.
Güle güle Arik!
Şu an tek bildiğim şey, ceplerinde hala evlerinin anahtarlarını taşıyan Filistinliler olduğu sürece, yattığın yer rahat olmayacak… Ve sen mahşer gününe kadar yüzünde siyah bir uçurumla bekleyeceksin, BEKLEYECEKSİN…
Ayşegül Genç yazdı