O gün, ben Ada’da, o yazlığındaydı. Ama ikimiz de bilgisayarlarımızın başındaydık. Temmuz’un 7’sinde yaptığımız mülakatın düzeltmeleri ile ilgili sorular soruyordum; o da cevaplıyordu. Bir soru, iki soru, üç soru… Derken son soruma cevap yazmadı. Öğlen vaktiydi. İnsanlık hali dedim; biri gelir, kapı çalar, elektrik kesilir, vs. vs. vs.
Daha pek çok ihtimal gelmişti aklıma da “kalp krizi” gelmemişti. Akşamüzeri haberleri izliyordum ki, duyduğum şu sözlerle irkildim: “Bugün öğle saatlerinde Sakarya'nın Karasu ilçesinde geçirdiği kriz sonucu kalbi duran ve kaldırıldığı hastanede yeniden çalıştırılan yazar Ömer Lütfi Mete, yoğun bakımda tedavi altına alındı.” Öylece kalakaldım. O kadar… Kalakaldım.
“Bir dirhem bal için bir çeki odun yiyemem”
Dün gibi aklımda… Görevli olduğum dergi adına bir mülakat yapmak üzere Pana Film’e gitmiştik… Merhum Ömer Lütfi Mete odasında bekliyordu bizi. Ben, Dr. Sevda kardeşim, kameramız ve ses kayıt cihazımız hep birlikte girip oturduk. Bizi çok samimi karşıladı. Kendisi, televizyon programlarından edindiğim intibadan olsa gerek, biraz sert mizaçlı gibi gelirdi bana ama yanılmışım. Samimi tavırlarıyla üzerimizdeki heyecanı alıverdi sağ olsun! (Ruhu şad olsun diyecektim.)
Hazırladığımız sorular, yerlerini o an, oracıkta doğuveren kardeşlerine bırakmak zorunda kalmışlardı. Hoş geldiniz, hoş bulduk faslı bir anda sohbete, sohbet de muhabbete dönüştüğünden midir nedir bilinmez, kamerayı açmayı unutmuşuz. Fark eden yine kendisi oldu. Gülüştük ve açtık kameramızı. Çok güzel, çok zevkli birkaç saat geçirdik. Dergiciler şaşırabilir ama o sayıda Ömer Lütfi Mete ile yaptığımız sohbete tam 14 sayfa ayırmıştık. İnanılmaz değil mi? Çünkü metni bir türlü kısaltamamıştık. İşleyişe uygun düşerse belki parçalar halinde sizlere de sunarız o mülakatı. Nasip…
Ömer Lütfi Mete o gün bize kendi çocukluğundan, gençliğinden, ailesinden bahsetti. Gazetecilik, toplumsal yaralar ve çareleri ve elbette dervişlikten anlattı. Televizyon dizilerinden sorduk, cevapladı. Deli Yürek ve Kurtlar Vadisi’nin şiddet sahneleri sebebi ile eleştiri alması konusuna geldik. Dedi ki; “Nasrettin Hoca’nın keçiboynuzu hikâyesini bilirsiniz. Kendisine keçiboynuzu ikram eden adama ‘Bir dirhem bal için bir çeki odun yiyemem’ demiş. İşte Deli Yürek’te Kuşçu, Kurtlar Vadisi’nde Ömer Baba bir dirhem baldır.”
Sonra şiirlerinden sorduk, cevapladı. Bir “Gülce” hakkında konuşmak istemedi. Kendimde azıcık üsteleme cesareti buldum. “Uçurumun kenarı kişiye özeldir, Hızır kişiye özeldir tarife gelmez” dedi. Sustum! Dünyanın bir manada sırat köprüsü olduğunu, insanın burada cebriye kazanına düşebileceğini söyledi. Ve “Mürşidimden öğrendiğime göre…” diye diye daha nice güzel şeyler anlattı.
“İnsanlar beni yüz defa aldatsalar…”
Kaydımız tamamlandığında Ömer Bey’in ‘kadim dostum’ dediği İlke Hanım bizi Üsküdar İskelesi’ne bıraktı. Dr. Sevda Hanım kardeşim, ben ve ruhu şad olsun Ömer Bey’le birlikte Beşiktaş motoruna bindik. Güzel bir yaz öğleden sonrasında denize karşı oturduk. Bize çay ısmarladı. O sırada küçük bir kız çocuğu elinde tükenmez kalemlerle orta yere geliverdi. “Amcalar, teyzeler, babam kanser hastası, annem kalp hastası, evimiz kira, kardeşlerim…” Ömer Bey’e doğru eğildim; “Sizce bunun müstakil bir talep olma ihtimali var mı?” “Çok çok düşük bir ihtimal! Yok gibi yani” dedi ve hemen ardından küçük kızı yanına çağırdı; bir iki zarif soru, bir baş okşamanın ardından o günün hatırı sayılır bir kağıt banknotunu küçük kızın avucuna etrafa göstermeden sıkıştırdı.
Sırf kız çocuğu mahcup olmasın ve onu dilenciliğe teşvik etmesin diye bir tane tükenmez kalem aldı. Aklıma birkaç saat evvel odasında bize söylediği şu sözler geldi; “İnsanlar beni yüz defa aldatsalar, yüz birinci defa onlara inanmaya hazır olmam lazım. Bunu öğrenmeye çalışıyorum.” Ömer Bey’in bu söylediği ve söylediği gibi yaşayışı, kendi mürşidimden çok sık duyduğum “Aldattım, ar ettim. Aldandım kâr ettim” sözüne ne kadar benziyor diye geçirdim aklımdan.
Motor iskeleye yanaştığında, bize dualar ederek yanımızdan ayrıldı. Onu son görüşümüz buydu. O günün üzerinden daha bir ay bile geçmemişti ki kalp krizi haberi geldi. 2009 Kasım’ında da ecel! Ruhu şad olsun. Şüphesiz Allah dostlarının ölümü tadışları kendi mertebelerincedir. Aklım erdiğinden değil, duyduklarıma dayanarak söylüyorum bunu. Dün akşam elimdeki kitapta Muhammed İkbal şöyle diyordu; “Bir dünya gözümden kaybolursa bana ne? Benim içimde daha binlerce dünya var.”
Ömer Lütfi Mete 2008 Temmuz’unda onca yoğunluğu arasında bize vakit ayırmıştı. Bugün düşündüm de “Zeynep” dedim, “Yazık sana! Bunca vaktin var; hiç mi vefan yok? Dilin dönüp elin erdiğince yazmaya çalışsan, ansan onu; birkaç Fatiha da bu yazıdan sonra yola çıksa…”
Ona ve size saygılarımla…
Zeynep İnan yazdı