Türk edebiyatına biri yarım kalmış üç roman, iki öykü, bir de masal kitabı bırakmış olan Yusuf Atılgan, yaşamının büyük bir bölümünü köyde geçirmiş, dolayısıyla coğrafi olarak edebiyat pazarından uzak yaşamış bir yazardır. Konuşmak yerine dinleyen, sözünü fazla uzatmayan, içe dönük, ömrü boyunca ne okumaktan ne de yazmaktan vazgeçmeyen Atılgan, romanlarında iç gözlem tekniğini kullanmıştır. Zaman zaman ise bilinçaltı ve psikanalitik yöntemlere başvuran yazar, bireylerin ruh hâlini, köy ve kent hayatının yaşam biçimlerini çok iyi bir gözlem yeteneğiyle özgün olarak aktarmıştır.

Kurtuluş Savaşı yıllarında Manisa’da doğan Yusuf Atılgan’ın ailesi savaş sırasında evlerinin yanması nedeniyle Manisa’nın Hacırahmanlı köyüne yerleşir. 1921 yılında dünyaya gelen yazar, ilkokulun bir kısmını yaşadıkları köyde, bir kısmını ise Manisa’da okur. Lise dönemi gelip çattığında sorunlar baş gösterir. Çünkü Manisa’da lise yoktur ve öğrenimine devam etmek için başka bir şehre gitmesi gerekir. Atılgan, babasını ikna eder ve Balıkesir Lisesi’ne parasız yatılı olarak kaydolur. Lise yıllarını Balıkesir’de geçiren yazar, bu dönemde edebiyata merak salar. İyi bir okuyucudur ve kütüphaneler en sevdiği yerlerdir. Okuduğu okulda, İngilizce öğretmeninin Behice Boran olmasının da edebiyata düşkünlüğünde payı vardır. Okumadığı zamanlardaysa eline kalemini alır, şiir ve hikâye yazmaya başlardı.

Öğretmenlik sevdası

Tıp okumasını isteyen ailesinin bu isteğine karşı gelerek lisede edebiyat bölümünü seçen Atılgan, liseyi bitirdikten sonra eğitimine İstanbul Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü’nde devam eder. O yıllarda İstanbul Üniversitesi’nde edebiyatın en önemli isimleri öğretmenlik yapmaktaydı. Yusuf Atılgan’ın bu dönemde öğretmenleri arasında Ahmet Hamdi Tanpınar, Halide Edip Adıvar, Ali Nihat Tarlan ve Reşit Rahmedi Arat gibi önemli isimler yer almaktaydı. Ancak Atılgan’ın üniversite günleri sınırlıdır. Çünkü Tıp Fakültesi’nde okumasını isteyen babasına karşı geldiği için okulun ikinci yılında ailesi tarafından tüm maddi desteği kesilir. Yusuf Atılgan maddi olarak bazı sıkıntılar çeker ancak öğretmen olma hayalini gerçekleştirebileceğini düşündüğü ne yol var ise onu yapmaya hazırdır. Önce Yüksek Öğretmen Okulu’na başvurur ancak başvurusu kabul edilmez. Reddedilme gerekçesi ikinci sınıf öğrencisi olmasıdır. Bunun üzerine Askeri Öğretmen Okulu’na kaydolur ve okulu 1944 yılında tamamlar. İstediğine kavuşmuş ve öğretmen olmuştur. Manisa Akşehir’de bulunan Maltepe Askeri Lisesi’nde edebiyat öğretmenliğine başlar.

Bu sırada Atılgan hakkında “Sıkıyönetim Mahkemesi” tarafından bir örgüt ilişkisi nedeniyle soruşturmalar başlatılır. Açılan davalar neticesinde on ay iki farklı hapishanede yatar. Bununla da kalmaz cezası; ordudan ve öğretmenlikten atılır. Böylelikle çok sevdiği öğretmenlik mesleğini bir daha asla yapamaz. Hayatı boyunca bunun uhdesi ile yaşar. Hatta yıllar sonra kendisine yöneltilen “Bir daha dünyaya gelecek olsaydın roman mı yazmak isterdin?” sorusuna “Öğretmen olmak isterdim, öğretmenliği çok sevmiştim.” diye cevap verir. Bu durumdan fazlasıyla etkilenen usta kalem için şehirdeki hayat anlamsızlaşır, Manisa’daki yaşamına geri döner ve çiftçilik yapmaya başlar.

Hayatı yaşama biçimi

Yusuf Atılgan’ı alışageldiğimiz yazarlardan ayıran noktalardan biri de hayatı yaşama biçimidir. Belki de bu yüzden Türk edebiyatının en fazla merak uyandıran isimlerindendir. Otuz yıl Manisa’da yaşar Atılgan. Köydeki rutin hayatın bir parçası olur. Tarladaki işleri bitince kahveye gider, briç ve satranç oynar. Arkadaşları ile biraz sohbet eder ve evine geri döner. Ama bu yıllarda bile okumayı, yazmayı bırakmaz. Aktif olarak beş yıl toprakla uğraşan yazarın edebiyat tutkusu ağır basar ve 1952 yılında daha fazla okumak ve yazmak için toprakların işletilmesini arkadaşına bırakır.  Sonrasında “Tercüman Gazetesi” tarafından yapılan bir hikâye yarışmasına katılan yazar, “Kümesin Ötesi” ve “Evdeki” adlı öyküleri ile yarışmada büyük bir başarı elde eder. İki farklı imza ile katıldığı bu iki öykü birinciliği ve yedinciliği kazanır ancak ödülleri kendisine verilmez. Ardından “Aylak Adam” öyküsüyle katıldığı “Yunus Nadi Roman Ödülü” yarışmasından da ikincilik ödülü kazanan Atılgan, bu öyküsüyle kalemini tamamen ustalaştırdığını da kanıtlamıştır. O yıllarda Atılgan’a ikincilik ödülü kazandıran “Aylak Adam” yarışmadan bir yıl sonra kitaplaştırılmıştır. Artık edebiyat dünyasında ismi bilinen biridir Yusuf Atılgan. Buna karşılık o, köydeki mütevazı hayatına devam eder.

Bir yandan da ikinci romanını yazmakla meşguldür. İkinci romanı “Anayurt Oteli”nin okuyucu ile buluşmasından bir yıl sonra Yusuf Atılgan bir kere daha evlenir. Bu kez eşi tiyatro oyuncusu Serpil Gence’dir. Aslında ilişkilerinin geçmişi oldukça uzundur. Serpil Gence, Yusuf Atılgan’ı ilk “Aylak Adam”, kitabı ile tanımış ve çok etkilendiği bu kitabın yazarıyla tanışmayı kafasına koymuştur. On dört yıllık bir görüşme ve mektuplaşma süreci yaşayan Yusuf Atılgan ve Serpil Gence, nihayetinde evlenirler. Yazar, evlilik ile beraber köydeki hayatını bırakır ve İstanbul’a taşınır. Yayınevlerinde redaktör ve çevirmen olarak çalışmaya başlar. 1979 yılında da oğlu Mehmet dünyaya gelir. Yusuf Atılgan, son romanı “Canistan” üzerinde çalışırken geçirdiği kalp krizi nedeniyle 1989 yılında İstanbul’da hayata gözlerini yumar.

Aylak Adam

Yusuf Atılgan

“Aylak Adam”, Yusuf Atılgan’ın ilk basımı 1959 yılında yapılmış kentli bir adamın içsel dünyası üzerine kurgulanmış romanıdır. Yazarın ilk romanı olan eser, manevi yönden hiçbir şeye inancı olmayan, mirasyedi bir aydının içsel çatışmalarına dayanmaktadır. Yaşadığı boşluğu gerçek bir aşk ile dolduracağını düşünen isimsiz kahraman, bilinçaltının olumsuz tutumları nedeni ile aradığı sevgiyi elde edememiş ve kadınlarla yaşadığı tüm deneyimlerinde aradığını da bulamamıştır. Roman, Bay C.’nin çocukluğundaki olumsuz baba figürünün neden olduğu derin bir huzursuzluktan beslenir. C.’nin baba kompleksinden güç alan kurulu düzen karşıtlığı ve aylaklık savunuşu, çelişkili bir şekilde babadan kalma mirasın sağladığı olanaklara dayanır. Modern dönem bireyinin sorunlarını, felsefi ve psikolojik açıdan ele alan roman, bu süreci daha çok psikolojik yabancılaşma, yalnızlık, aile kurumu, tutunamama gibi temalar etrafında değerlendirir.

“Babamın gündüzleri evde kaldığı pazarların, bayram günlerinin azabı. Okula başladığım yıla değin, sokağa pek seyrek çıkardım. Çocukluğumun içinde geçtiği Alemdar’daki bu ev iki katlıydı. Tahtadandı. Babam ölünce sattım. Okulda bize öğrettiklerinden başka şeyler de öğreniyordum. Bilgiç küçük erkekler vardı. Artık evde neden sık sık hizmetçi değiştiğini anlıyordum. Babamda korkunç bir kadın düşkünlüğü vardı. Onun gibi olmama kararını bu iğrençlikleri gördükçe vermiş olacağım. Salt onun rahatını kaçırmak için üstlerine giderdim, tokatlardı beni. Nasıl istiyordum bu dayakları bilsen! Onlar beni babamı sevmeme azabından kurtarırdı. Okuldan suratımda çürükler, tırnak yaraları ile döndüğüm günler babam, ‘Görürsünüz, adam olmayacak bu çocuk,’ derdi. Konuşmazdım. Sevinirdim. Babam adamsa ben olmayacağım derdim kendi kendime.”

Birçok anlatım tekniği bir arada

Atılgan, Türk edebiyatına Bay C. karakteriyle klasik roman kahramanlarının aksine; aykırı, takıntıları olan toplumla uyuşmak gibi bir hedefi olmayan psişik sorunları olan nevrotik ve narsist mizaçlı, entelektüel, sıra dışı bir anti-kahraman vermiştir. Birçok anlatım tekniğinin başarılı biçimde bir arada kullanıldığı “Aylak Adam”, bir arayışın romanıdır. Amaçsız, kuralsız, manevi değerlerden de uzak seçilmiş bir yalnızlık yaşayan Bay C. yerleşik ve kalıp değerlere de yabancıdır. İnsanlar arasındaki ilişkileri yapay bulmakta, böylesi ilişkiler içine gireceğine hiç kimse ile muhatap olmamayı seçmektedir. Seçilmiş bir yalnızlıktır bu, uyumsuzluğu yalnızlığını beslemektedir. Öteki insanlar gibi alışkanlığa dönüşmüş bir yaşamı sürdürmek istemez ve yenilikten korkmaktadır. Öte yandan amacı her gün aynı işi aynı biçimde yapmak, kendi kendini tekrarlamak değildir. Bununla yetinemeyeceğini bilir. Bu durum onu bir başkasının varlığında gerçek sevgiyi aramaya iter.

“Dünyada hepimiz sallantılı, korkuluksuz bir köprüde yürür gibiyiz. Tutunacak bir şey olmadı mı insan yuvarlanır. Tramvaydaki tutamaklar gibi. Uzanır tutunurlar. Kimi zenginliğine tutunur; kimi müdürlüğüne; kimi işine; sanatına. Çocuklarına tutunanlar da vardır. Herkes kendi tutamağının en iyi, en yüksek olduğuna inanır. Gülünçlüğünü fark etmez. Ben, toplumdaki değerlerin ikiyüzlülüğünü, sahteliğini, gülünçlüğünü göreli beri, gülünç olmayan tek tutamağı arıyorum: Gerçek sevgiyi! Bir kadın. Birbirimize yeteceğimizi, benimle birlik düşünen, duyan, seven bir kadın!”

Anayurt Oteli

Yusuf Atılgan

Yusuf Atılgan’ın ikinci romanı olan “Anayurt Oteli”, psikolojik yabancılaşma ve yalnızlık konuları başarıyla işlenmiştir. İlk kez 1973 yılında yayımlanmış olan roman, yazarın en önemli eserlerinden birisidir. Yazar, bu eserinde iletişimsizlik, yaşamın anlamsızlığı, olayların rasyonel bir biçimde açıklanamayacağı, davranışların nedeninin bilinemeyeceği gibi konuları işlemiştir. Atılgan, eserinde “Aylak Adam” adlı romanından farklı bir teknik ortaya koymuş; iç çözümlemelere yönelmek yerine, vaka düzenini ve ifade yöntemlerini karşıtlıklardan yararlanarak oluşturmuştur. Roman özellikle Zebercet karakterinin buhranlarını, iç monologlarını, dengesiz ruh hallerini ve psişik arızalar taşıyan karakter çözümlemelerini yapmaktadır. Romandaki ana mekân, kasabadaki Anayurt Oteli’dir. Zebercet ailesinin tek çocuğudur. Aynı zamanda Anayurt Oteli’nin sahibidir. Bu otel Zebercet’e babasından kalmıştır. Zebercet, kişilik bunalımı ve yalnızlık çekmektedir. Otele gelip bir gece kalan esrarengiz bir kadın onun tekdüze geçen hayatını değiştirir.

Gün yüzüne çıkan bastırılmış duygular

“Kadının ayakkabıları vişneçürüğü ve topukluydu. Dizlerinin üstündeki çantayı açtı içine bakıp karıştırdı, kapadı. Aradığını bulamamıştı anlaşılan. Nasıl yaklaşılırdı bu kadına, ne denirdi? Merhaba bayan…bayan? hayır. Merhaba çoktandır görünmüyorsunuz. Merhaba, görüşmeyeli nasılsınız? Merhaba efendim…efendim. Merhaba ne güzel gün değil mi? Merhaba burada mıydınız siz? Çoktandır görmedim de. İyi günler, neredeydiniz çoktandır? Aa, siz miydiniz, ne iyi? Merhaba yalnızsınız demek. İyi günler… Sonu bulunur mu bunların?”

Bu düşün peşinde bütün yaşamı boyunca bastırdığı duyguları ve sorunları ortaya çıkar. Zebercet, gece gündüz bu gizemli kadını beklemeye başlamıştır. Sakallarını her gün tıraş etmeye, daha iyi kıyafetler giymeye başlamıştır. Her gün başka bir umutla gizemli kadının yollarını gözlemektedir. Bir süre sonra kendi odasından, gizemli kadının bıraktığı odaya taşınır. Gün geçtikçe ruhsal durumu daha da bozulur. Otele gelen müşterileri kabul etmemeye başlar ve en sonunda oteli dışarıya kapatır. Gittikçe anlaşılmaz ve içinden çıkılmaz bir hâl alan psikolojik durumu Zebercet’e cinayet işletir. Bir süre Zebercet, yalnızlığına, cinayet işlemesine rağmen hâlâ özgür ve hayatta olmasına dayanamaz ve anlamsız gördüğü hayatına intihar ederek son verir.

“...Ne oldu? Yapmayı unuttuğu bir şeyi mi anımsadı birden? Ya da yeryüzünde tek gerçek değerin kendisine verilmiş bu olağanüstü yaşam armağanını korumak, her şeye karşın sağ kalmak, direnmek olduğunu mu anladı giderayak? Yoksa bilinçsiz canlı etin ölüme kendiliğinden bir tepkisi miydi bu?”

Canistan

Yusuf Atılgan

“Canistan”, ölümü nedeniyle Yusuf Atılgan’ın bitiremediği romanıdır. İlk iki eserinden oldukça farklı bir tarzda yazdığı bu eserinde de kalemini sivriltip insan ruhunu büyük bir ustalıkla deşiyor. Millî Mücadele yıllarında Manisa köylerinde yaşanan trajik bir dostluk ve aşk öyküsünü anlatan “Canistan”, her okuyanın zihninde farklı tamamlanacak, yarım eserlerdendir. Romanın iki ana erkek karakterinden biri olan Selim, hem erkek hem de insan olarak varoluş sancısı çeken ve köy hayatına tutunmaya çabalayan biridir. Roman, Manisa’nın Hacırahmanlı köyünde; Birinci dünya savaşının olanca acımasızlığıyla devam ettiği ve bu savaşın dünyada yarattığı değişimden payını alan Osmanlı imparatorluğunun çöküşü yerine Türkiye Cumhuriyetinin kurulma hazırlıklarının yapıldığı, Kurtuluş Savaşı yıllarında geçmektedir. Sınıfsal farklılıklarına rağmen dost olan iki erkek çocuğunun birlikte büyüme yolculuğunda dostluklarının öfkeye, şiddete ve hesaplaşmaya dönüşmesinin hikâyesini anlatmaktadır.

Selim’in, sekiz yaşındayken babası öldürülünce çiftliğin sahibi olan Ali’nin babası, Selim’i annesiyle birlikte yanlarına alır. Böylelikle Ali ve Selim birlikte büyürler. Kardeş gibi büyüdüklerini sanan bu iki çocuğun, erkek egemen kültürün kimlik belirleyici en önemli unsuru olan güç ve iktidar söz konusu olduğundaki değişimleri, romanın hem kırılma hem de odak noktasıdır. Atılgan, erkeğin kimlik oluşturduğu dönemdeki hâkim olma psikolojisinin etkilerini eşsiz bir anlatımla sunuyor. Fonda Kurtuluş Savaşı’nın geçtiği olaylar zincirinde; İzmir’in işgal edilmesi, Yunan ordusunun Manisa’ya kadar sokulması, çetelerin savaşa destek vermesi, toplumsal kuralların işlemediği, denetimin zayıfladığı, karmaşa ve kargaşanın hâkim olduğu bir dönem anlatılmaktadır.

İntikam almanın yarattığı hayal kırıklığı

“Bunları ve padişahın yüzünü görmek için toplanan binlerce kişinin coşkusunu okurken Selim’in yüreği çarpıyordu. Bundan sonra ne değişecekti acaba? Öğretmenin dediğine göre dört beş yılda bir mebuslar seçilip İstanbul’da toplanacaklar, halkın yararına kanun yapacaklarmış. Oysa Selim, Esma gibilerin yaşamında nasıl bir değişiklik olabilirdi? Belki üzümü daha pahalı satabilirlerdi.”

Kurtuluş Savaşı sırasında Yunan ordusuna karşı savaşılırken ilk günler zenginler para ve yiyecek yardımından kaçındıkları için Selim ve çetesi onları çiftliklerine yaptıkları baskınlarla korkutarak yardım sağlamaya çalışırlar. Selim, yağma, talan ve şiddetin geçerli olduğu bir düzende çete sahibi olarak, şiddeti benimser ve olağan görür. Çete başı olarak ülkenin yararı adına kararlar alır, emirler yağdırır, evler basar, mal ve para gasp eder. Eline geçirdiği gücü, çocukluğunda kendisine hakaret ettiğini düşündüğü en yakın arkadaşı Ali’ye karşı kullanmaktan da çekinmez. Romanın “Duruşma” isimli ilk bölümünde başlayan, arkadaşa işkence sahnesinde Selim;  eline geçen gücün verdiği fırsatı, en yakın arkadaşı Ali üzerinde işkence olarak uygularken aslında hem gücünü hem de iktidarını kaybettiğini anlar. Şiddet uyguladıkça gücünü kaybedip onun güçlendiğini görür. Anlar ki elde ettiği erkekliği, gücü onu parçalamış, yok etmiştir. Bunun üzerine Selim, kendisi için verdiği hükümle, kendi cezasını kendi verir. İntikam almanın yarattığı hayal kırıklığı içinde, gözünü kırpmadan, ölümün kaçınılmaz olduğu bir yolculuğa tek başına çıkar.

Siz Rahat Yaşayasınız Diye

Yusuf Atılgan

Bu kitap, yazarın sandığında bulunan giriş bölümüyle birlikte el yazılarından derlenen notlarını, şiirlerini, dergilerde kalmış kısa öykülerini ve yaptığı çevirilerden örnekleri içeriyor. Bunlar Faruk Duman tarafından yayına hazırlanmış. Yazarın edebiyatımızdaki önemi düşünüldüğünde böyle bir çalışmanın ehemmiyeti anlaşılacaktır.

“Kimseye söyleyecek bir şeyim var mı artık gerçekten? Özel durumumda umutsuzca yalnızım artık, yeryüzünde son noktadayım; kendimi aldatamam artık.”

Atılgan’ın ardında bıraktıkları

Yazarın, Faulkner etkisinde kalarak yok ettiği ve sonradan bunu yaptığı için bir söyleşisinde pişman olduğunu ifade ettiği “Eşek Sırtındaki Saksağan” adlı romanın giriş bölümü, bu kitabın da giriş bölümünü oluşturuyor. Kitapta yer alan yazılar, Yusuf Atılgan’ın “Hürriyet Gösteri”, “Sanat Olayı”, “Milliyet Çocuk”, “Milliyet Sanat” gibi dergilerde sağlığında yayınlanan yazılardan, yayınlanmamış daktilo ve el yazısı metinlerden oluşuyor. Bu yazılar yazarın günlük yaşamından, alışkanlıklarından okuma disiplinine uzanan geniş bir içeriğe sahip olduğu için yazarın dünyasına daha yakından bakmamızı da sağlıyor. Türkülerden aldığı notlar, kendi yazdığı şarkı sözleri, ninni ve şiirlerden sonra ikinci bölümde söyleşilerin yer aldığını görüyoruz. Yazarlığı, yaşamı, öğrencilik ve öğretmenlik yılları hakkında bilgilerin yer aldığı bu bölümden sonra üçüncü bölümde Yusuf Atılgan’ın Edebiyat Fakültesi mezuniyet tezi yer alıyor. Dördüncü bölümde ise pek bilinmeyen bir yanı olan çevirmenliği hakkında bilgi edinebileceğimiz çevirmenlik hakkındaki yazı ve çevirilerinden örnekler yer alıyor.

“Kafamdaki romanı yazmak için işimden ve oğlumdan vakit ayıramıyorum, ama üzüldüğüm de yok. Bu koşullarda vaktim olsa da istediğim gibi yazacağımı sanmıyorum. Köyde, sessizlikte, üstünde dura dura çalışmaya alışmış biri için İstanbul çok hareketli; ama buna da alışacağımı, bu koşullarda yazacağım zamanın geleceğini sanıyorum. Yazmadığım için ne devleti ne de yayımcıları suçluyorum. Bunda bir suç varsa doğrudan benim suçum bu.”

Defne Balcı, “Edebiyatın Normlarını Zorlayan Yazar”, Kitabın Ortası dergisi, Ekim 2019.