Ahlak Ayaklanması, Lütfi Bergen’in Azgelişmişlik Üstünlüktür ile başlayan modernizm eleştirilerinin ikinci kitabı. Bergen bu eserinde ahlakî nizam kurma ideali ile üstten inmeci bir “ahlak kanunlaşması” tasarlayanların aksine toplumun fert fert ahlakı taşımasının önemine vurgu yapıyor. Bu bireysel ahlakın en yüce timsali olarak da Resulullah (a.s.v.) ın Kureyş karşısındaki duruşuna dikkatlerimizi çekmeye çalışıyor. İşte Bergen’in çağdaş İslam düşünürlerinin birçoğundan ayrıldığı nokta tam burası.
Son devirde sıkça duyduğumuz “İslam medeniyeti”, “Medine Vesikası” gibi kavramlar farlılıkların bir arada yaşayabilirliğini göstermek için dile getirilen yegane kavramlar haline geldi. Oysa şöyle bir durup da ümmet coğrafyasının bugünkü durumuna baktığımızda yaşadığımız toplum yapısı ve problemlerimiz açısından Medine döneminden ziyade Mekke dönemi ile aramızda oldukça büyük benzerlikler olduğunu fark edebiliriz. Her şeyden önce Medine toplumu farklı dinlere mensup olmaları ile birlikte bir takım ahlaki değerleri benimsemiş kitabi bir toplumdu. Mekke ahalisi ise İbrani olduklarını iddia ettikleri halde din ile ahlakı birbirinden tamamen ayrıştıran bir anlayışa sahip olup herhangi bir değer algısı gözetmiyordu.
Yürüyen bir ahlak abidesine dünüşmüşlerdi
Günümüze baktığımızda ise bir tarafta seküler hayat tarzını benimseyenler ile diğer tarafta dine mensubiyet iddialarına rağmen ahlak değerlerinden yoksun bir hayat yaşayan kesimlerden oluşan toplumumuz yukarıdaki Mekke ve Medine örneklerinden hangisine daha çok benziyor dersiniz? Asıl önemli olan bir diğer soru da şu; Resulullah Efendimiz (a.s.v.) bu iki farklı toplum karşısında nasıl bir ahlak tavrı sergiledi? Onun Mekke’deki eylemi ahlak dışılığı kaldırmak ile değil ahlaksızlığın yegane kökeni olan şirke karşılık tevhide çağırmakla başladı.
Bergen'in deyimi ile “O bireysel yaşamını temiz kalmayı seçtiği yerde kurmakta ve temizliğin tevhit'ten kaynaklandığına vurgu yapmaktaydı.” ( Ahlak Ayaklanması s.3) O kamusal alanı günah işlenen yer olmaktan çıkartmak için uğraşmayıp 'günah' algısını toplumun zihnine taşıma gayretindeydi. Onun ve arkadaşlarının bu temiz kalmadaki kararlılığı Kureyş'i öfkeye sevk ediyordu.
İslam nimeti ile şereflenen sahabe-i kiram kelime-i tevhidi telaffuz etmeleri ile birlikte bütün ahlak dışı davranışlardan uzaklaşarak yürüyen bir ahlak abidesine dünüşüyor ve dini uğrunda bütün sosyal statüsünü terkedebiliyordu. Onların yaşantısında iman ve ahlak açısından asla bir çelişki mevcut değildi.
Dolayısıyla Kureyş Müslümanlara deli sihirbaz kâhin gibi nitelemeler yapabildikleri halde hiçbir zaman onlara hain yalancı hırsız ahlaksız gibi suçlamalar yöneltemediler. İşte yeryüzündeki gerçek eylem de bu ahlaki duruşun ta kendisi idi.
Resulullah Efendimiz ve yüce sahabiler çok çetin bir ekonomik ambargoya maruz kalmalarına rağmen hiçbir zaman ''bizim de dünya nimetlerinden yararlanma hakkımız var diyerek silahlı bir eyleme kalkışmadılar. Veya meydanlarda bağırıp çağrışarak yürüyüşler düzenlemediler. Onlar haklılık iddialarını topluma kanıtlamanın değil rablerini razı etmenin derdinde idiler.
Şimdi şunu rahatlıkla söyleyebiliriz; bir taraftan dindar olduğumuzu söylerken diğer yandan ahlaka muğayir davranışlar sergileyerek ahlak alanını inşa etmemiz asla mümkün gözükmüyor.
“Modernleşen dindarlaşma”
Resulullah Efendimiz'in (a.s.v) eşsiz hayatından verdiğimiz örneklerin akabinde bir de günümüz İslamcılığının ahlak anlayışına bakmakta fayda var. Doğuşundan bugüne kadar çeşitli evreler geçiren İslamcılık ideolojosinin peygamberler tarafından sergilenen "Emanet" hissini toplumsal alana yansıtabildiğini ne yazık ki gönül rahatlığı ile söyleyemiyoruz. Örneğin 70’li ve 80’li yılların o kanlı sağ-sol çatışmalarında İslamcılar ortalığı yatıştırmaya çalışmayıp bilakis kavganın bir üçüncüsü olmayı tercih ettiler.
Modern dönemlere gelindiğinde ise artık davalar çoktan bir köşeye bırakılmış ve İslamcılık global sermaye çarklarının bir dişlisi olarak "mevcut ideolojilere adam yetiştiren aracı bir kurum haline gelmiştir. Bu sırada kent hayatına tamamı ile adapte olan İslamcılar zamanla "modernleşen dindarlaşma" evresine girdiler. Örneğin haremlik-selamlık ilkesini uygulayabilme bahanesi ile özel otomobiller tercih edilmiş ve bu tür tercihler neticesinde İslamcılık ile fakirliğin bağı tamamen kopmuştur.
Meselenin kadınlar üzerinden konuşulması pek hoş karşılanmayabilir fakat Bergen'in verdiği şu örnek bu değişimi çok net yansıtıyor. Örneğin daha 20, 30 yıl öncesinde yöresel tesettür kıyafeti olarak tercih edilen ehram, peştamal, ferace gibi kıyafetlere ne yazık ki artık sıkça rastlamak mümkün değil. Köyünden büyük şehire göç eden kadın yöresel kıyafetinin yerine belki de daha dindar olma adına topuklu ayakkabı ile kombinlenmiş pardesüyü seçmiş ve zamanla bunu islami bir kıyafet olarak benimsemiştir.
Son sözü İbni Haldun'a bırakalım; mağlup ebedi olarak galibinin şiarına, kıyafetlerine, mesleğine sair ahval ve adetlerine tabi olmaya düşkündür. (Mukaddime S.Uludağ c.1 s.466)
Beyza Eroğlu yazdı