İşçi melekleri imrendirecek bir çalışkanlığı var; emsali ve akranı meslektaşlarını kıskançlıktan çatlatacak bir velutluğu… Edebiyatımızın saklı hazinelerini gün yüzüne çıkarırken baharın enginlerden dağlara yürümesi gibi kendi gönlünün de yeşerdiği, yaşardığını fark edip aynayı yaratan, insanı insana, insanı kendisine yâr eden Allah’a iltica ediyor.

Çalışırken, dolaşırken, kitapçılarda vakit geçirirken, talebelerine ders verirken, uykusunda, rüyasında hayret ve haşyet karışımı bir gölgeyi de gömleğinin içinde taşıyor. Hayretli çünkü; ateş giyinen, ateş söyleyen, ateş yürüyen arkadaşları var eski ve yeni zamanlarda… O kişilerin hallerine aşina oldukça hayreti artıyor ve duası kabul oluyor. Haşyetli çünkü; bütün bunları yaparken, yol arkadaşı olurken, yeni yollar keşfederken, aklının yataklarını dolduran ırmakları kalbinden süzerken bu ırmaklara zehirli suların, çerin çöpün, haram ırmakların karışmaması için kılı kırk yarıyor.

Bir telaş da var aynı zamanda, sakinliğine bürünen aceleci bir başka kişi içinde, daha çok çalışmalıyım, daha çok gömü keşfetmeliyim, daha çok karanlıkta kalmış hikmeti gün yüzüne çıkarmalıyım, Allah’ım bana ömür ver, yarım çalışmalarım yarım kalmasın, gözüm açık gitmesin, bağlandığım, gölgesinde dinlendiğim ve dillendiğim uluların hatırı kalmasın aceleciliği bu…

Ondan konuşurken altta ikinci bir kişi yapacaklarını, keşfedeceklerini düşünüyor.

Az önce hayret bahsinde söyledik ya; Hayretî Divanı ile akademiye adım atması ve “Hak bir gönül verdi bana/Ha demeden hayran olur” diyen Yunus Emre Divanı ile akademiye kök salması, Yunus Emre Hazretleri hakkında dünyada parmakla gösterilecek tek kişi olması da hayrete şayan…

Yunus Dergahı’na kırk yıldır “doğru odun” taşıyanlardan…

Adı anılınca salavat ağzından eksik olmayanlardan...

Türk Tasavvuf Edebiyatının muhteva ve derinlik olarak bir özge “tasavvur edebiyatı” olduğunu yapıp ettikleriyle gösterenlerden…

Bir adanmışlık adamı… Zekasının bile zekatını vermeyi unutmayanlardan…

Kabalık karşısında bile babalığını bozmayan bir alicenaplığı var…

Her insanda yürüyen bir evren görünce tekbir getiriyor.

Mizacı, kendinden içeri olan benin keşfettiği mizacının tebessümüyle öfkeli, hırçın ve kızgın taraflarını törpülüyor.

Ayık olmanın önce dalgın olmaktan geçtiğini bilenlerden… Ondan çocukluğuna döndüğünde İnşirah Suresi okumuş gibi rahatlıyor.

Mustafa Tatçı bu…

Hocamız…

Edebiyat Profesörü…

Allah’ın kalemini ve alemini nazardan sakladığı kullardan…

En kalabalık ortamda bile rabıta kurabilecek bir gönül dinginliğine sahip…

Yüzü her yerden bakınca “ali”…

Böyle biliriz.

 


Mehmet Aycı yazdı