Özellikle ikibin sonrası entelektüel nosyonun daha çok Kurosawa yahut Tarantino özentisiyle ah çektikleri bol efektli numuneler yanında ‘Milli Sinema’ hâsılası, nasıl oluyordu da geçirmiş olduğu kırk yıllık zaman diliminde yok sayılabiliyordu? Dahası ortaya konulmuş verimler nicelik olarak az sayılsa dahi, niteliği kusurlu da olsa istimlak edilecek yeni planlar, projeler o zaman neredeydi? Var mıydı böylesi babayiğitler? Dilleri karalarla kaplı Avrupa kırması zakkum kökenli kültür borazancılarının ağrıyan karınlarına sürdükleri şifalı otlar kuruyadursun, dönemin sahnesi için usta yönetmenlerin çizdikleri sınırlar dahi belliydi nasıl olsa. Yani siyaset ve popülizm arasında sıkışıp kalmış, başı beladan bir türlü kurtulamayan ‘millî sinema’, canhıraş bir çağrıyla gelmişti de biz mi kabul etmemiştik?
Yetmişlerin hemen öncesinde pek acemi ve meraklı haliyle biletçi, yer gösterici; sonrasındaysa alabildiğine heyecanlı bir asistan olarak sinemaya adımını atan Yücel Çakmaklı, belli ki bu nevaleyi ‘millî’ kaygılar yanında, ‘manevî’ dinamiklerine sahip çıkanlarla (kimlerdi ki bu cenah acaba?) paylaşmayı düşünüyordu. Sadece bu saf ve masum haletin doğurgan ve cevval kırbacı şaklarken tez zamanda aşka gelen Çakmaklı’nın hanesine şüphe yok ki epey artı kazandırdı. Sahnenin hemen gerisinde, dönemin artçı şokları kültür ve medeniyet sufleleri eşliğinde rejimin felahı adına halka dikte ediliyorken gerçekleşti bütün bunlar. Yani demem o ki, az buçuk okumuşluğumuz var, eh sinemanın diline aşinalığımız had safhada olmasa da kültür ve medeniyet faslının millet, memleket bahtında sureti haktan olup olmadığını anlayacak kadar tefekkür hanemiz dolu, şükür. Okuduğum o ki, yönetmen olarak henüz emekleme evresinde bile değilken Yücel Çakmaklı, henüz altmışların ortalarında Tohum dergisinde, “Türk sineması ancak köylüsü ve şehirlisi ile manevi kıymetleri maddeden üstün tutan Müslüman Türk halkının inançları, millî karakterleri, gelenekleri ile yoğrulmuş, Anadolu gerçeklerini yansıtan filmler vererek Millî Sinema hüviyetine kavuşabilecektir.” cümlesiyle niyetini derkenar etmiş. Mesele bir ihtiyaç silsilesi halinde, yetmişlerin, seksenlerin ve dahi doksanların ortalarına kadar, münbit bir geleneğin kısır çekişmeleri halinde pek sönük kalmış. Bahsi diğer, şimdilik geçelim…
Yücel Çakmaklı’nın Milli Sinema dediği neydi?
Bir tutum olarak yetmişli yıllara değin Türk sinemasında İslâmî ve millî hassasiyetlerin sınandığı bir çerçeve çizmek öyle sanıyorum ki mümkün değildi. Bir parsacılık, ne bileyim müteahhitlik projesinin sahteliklere, dahası icbar edilen nahoş senaryolara ve tutumlara karşı burun kıvıran ilk adam olarak Yücel Çakmaklı’nın bir fenomen olması, elbette teorisyenliğini yaptığı ve bir aksiyon halinde ortaya koyduğu çalışmalarla değerlendirilmelidir.
İşbu ‘yeni’ sinemanın başını bir dönem çok ağrıttığı söylenen ‘beyaz’, ‘millî’, ‘rüya’, ‘manevî’ gibi kelimeler, aslında Çakmaklı’nın bu toprağın, daha doğrusu özelde Anadolu’nun bağrına doldurulmuş ağır hafriyatın temizlenmesi noktasında düğümleniyordu. Müslümanların sinema paralelinde elle tutulur bir projelerinin olmayışı, sinema vasıtasıyla ‘akaid dersleri’ vermeyi tasarlamak gibi bir basitlikle değerlendirilemezdi elbette. Bunun yanında, sinemanın ruhu olan görsel etkinin büsbütün unutulduğu filmlerin tez elden Yücel Çakmaklı’ya yamanmaya kalkışılması, sade suya tirid enstrümanı olarak mahut çevrelerce çalınageldi. Oysa sinemanın malumatfuruşluk tarafını bilen ve köşelerinde sessizce bu kabil ‘suret’leri izleyen eşraflılar için ‘Çok Sesli Bir Ölüm’, ‘Çözülme’, ‘Bir Adam Yaratmak’, ‘Minyeli Abdullah’, sadece secdede bir baş gördüklerinden olsa gerek paye alabilirdi, o kadar. Dahası birbir müşkülat, yokluk içerisinde çekilen bu filmlerin sanatsal kıvamı, retoriği ve atmosferi yanında dili de hepten yok sayıldı.
Oysa düşüncesi, inancı, dünyası örselenmiş, cüzzamlı derekesine düşürülerek tıknefes edilmiş ve fakat edebiyatının yanında sinemasının üstü örtülü tarafını sürekli kaşıyan adamlar içinde Çakmaklı, meşhur ‘Milli Sinema İhtiyacı’ yazısında, “Filmlerimizin büyük kısmı, sinemayı sadece bir ticaret vasıtası telakki eden tüccar yapımcı ve rejisörlerin yaptıkları, uydurma Amerikan filmlerinin taklidi veya piyasa romanlarından aktarılmış bayağı komediler, ağdalı melodramlardır. Türk sineması ancak köylüsü ve şehirlisi ile manevi kıymetleri maddeden üstün tutan Müslüman Türk halkının inançları, millî karakterleri, gelenekleri ile yoğrulmuş, Anadolu gerçeklerini yansıtan filmler vererek Millî Sinema hüviyetine kavuşabilecektir.” derken, samimiyetinin sınanmasını inancının mutlaklığına bağlıyordu.
Yücel Çakmaklı’nın sinemayı bir araç olarak gördüğü ve bu aracın manevî dinamikleri harekete geçirici bir refleks halinde sunulması gerektiğini söylemesi sonraları pek yadırganır oldu. Öyle ki Müslümanların iaşelerinden keserek, sırf rıza-i ilahi için binbir çaba ile kurdukları televizyon kanallarında bile Çakmaklı’nın filmlerine sonraları burun kıvrılır oldu. Zira dansözler manevî hisleri daha ziyade ayakta tutuyorlardı! Söylemezsem biliyorum ki dilim şişecek, işinin ehli, alanında belirli bir mesafe kat etmişlerin semtine uğramayan sözümona bu kanalların holdingleşerek sermaye saltanatını Müslümanlar üzerinden sürmelerini, ‘elbet bir hikmeti vardır’ diyerek seyreden sefillerin çaresizliğineyse sadece pek manidar ıslıklarla gülünüp geçildi. Gerçi televizyon, nihayetinde bir dönem umacı, çıbanbaşı olarak sinemanın canına okumuştu lakin Çakmaklı’nın arzuladığı mesafe de maalesef hiçbir zaman alınamamıştı.
İslâm düşünce pratiğinin sinema üzerinden belirginleştirilmesi
Şüphesiz birçokları için olağanüstü bir eğlence cümbüşü olan sinema, nihayetinde oldukça etkili bir propaganda ve telkin aracı olarak toplumların alışılmışın dışında hareket yöntemlerini, biçimlerini ve kabiliyetlerini şekillendirebiliyor. İşin bu kısmını doğrudan okuyan Çakmaklı’nın yetmişli yılların hemen başında çektiği filmlerin perde gerisinde bahsi geçen kaygıları rol oynamaktadır. Yani başrol, doğası gereği gelişimini tamamlayamamış, daha doğrusu varlığını bütün mühimmatıyla sağlama uğraşısında olan İslâm düşünce ve pratiğine verilmişti. Evet, pratik olarak İslâm düşüncesinin bütünüyle Çakmaklı filmlerinde açığa çıktığını söylemek elbette zor. Bununla birlikte, dönemin siyasal ve sosyal algısı nihayetinde bir tecimsel kaygıdan çok irtica ve mürteci kolaycılığı ve kıyıcılığıyla hareket ediyordu. Burası önemli, zira Türkiye’nin İslâm düşünce pratiğini sinema üzerinden belirginleştirmesi sosyal sınıfların hiçbir zaman gündemini oluşturmadı. Bu, sınıfların ayrışmasından ziyade, gelenek ve modernizmin karşılaşması olarak düşünülebilir. Yani geleneğin devamı ve modernizmin direnişi karşısında İslâm teorik ve pratik bütün yansımasını elbette sinema üzerinden de görünür kılmalıydı. Yücel Çakmaklı’nın düşünce pratiği, inancının yansımasını psikolojik destek halinde millîlik kavramıyla sağlayabilirdi. Dolayısıyla filmleri sonrası bahsi geçen eleştirilerin bu kadar ucuz ve sıradan olması şaşırtıcı gelmeyecektir.
Elif Film şirketinin ilk çalışması olarak ‘Kâbe Yolları’ isimli belgeseli çekmiş olması tesadüf değildir. 1968 yılına kadar sinemanın kıyısından geçmeyen İslâm düşüncesi, bu tarih itibarıyla verimlerini teksif edeceği mecranın yönünü -şimdilik- işaret ediyordu. Yücel Çakmaklı’nın başörtüsünü beyaz perdeye aktardığı yıl olarak 1970 tarihi, bir dönem pratiği içerisinde değerlendirildiği vakit görülecektir ki Müslümanların elini güçlendiren, düşüncelerini kavileştiren bir aracı, sinema pratiğinde sosyal hayata adapte etme ve kabullendirme işlevi hız kazanmıştır. ‘Birleşen Yollar’ın ünlü isimleri pratik olarak ilk defa toplumsal giyim tarzının, biçiminin bu yönünü de aktarmışlardır beyaz perdeye. Tanımadıkları, daha doğrusu pek uzak kaldıkları geniş yığınların bu inanç akidesi karşısında ilgilerini açıkça belli ederler. Bu ilginin sonraki yıllarda dönüşüme uğradığını, İslâmî söylemin perde vasıtasıyla ete kemiğe büründüğü doksanların başında, ‘Minyeli Abdullah’ olmaz denileni oldurmuş ve beş yüz bin seyirciyi sinema salonlarına çekmeyi başarmıştır.
Televizyon kanallarının bollaşıp kirlendiği ve fakat berraklaştırdığı projeleriyle Yücel Çakmaklı’nın uzak ve yakın tarih alanında oluşturduğu kültürel etki uzun yıllar izleyicinin hafızasından silinmeyen portreler, olaylar ve kahramanlar albümü matine ve suare olarak hâlâ çevrilip izlenmektedir. ‘Kuruluş’, ‘Küçük Ağa’, ‘Hacı Arif Bey’, ‘Bir Adam Yaratmak’ bu anlamda yeni izleyici kitlesi için ‘beyaz’ anlamlar taşımaktadır.
Hâlihazırda mahut eleştirilerin Yücel Çakmaklı filmleri üzerinden yeni oluşan bir akım olarak ‘beyaz sinema’ üzerine teksif edilmesi son derece düşündürücüdür. Zira toplumsal hareketlilik ve eski zamanlarda kaybettiğimiz o yeni dünyanın tekrar kurulabileceğine dair ihtimalleri beyaz perde üzerinden ayaklandıran adam olarak Çakmaklı, marifetin iltifatla muktedir olacağını bildiği halde inancından, düşüncesinden ve sanatından asla taviz vermez. Bununla birlikte, geleceğe miras olabilecek, bir klasik tadında tekrar tekrar izlenebilecek filmlerin çekilebilmesinin imkânları hususunda epey şekvacıdır da. Zira, Batı sineması gibi sermayeye aşırı bağımlı hale gelen Türk sineması, üretim tarzı olarak var olmuş olsa bile temeli yoktur. İşin mutfağından başlayarak şirketler ve kurumlar da yoktur. Sinemaya sponsor olarak ilgi gösteren işadamları olmadığı gibi yönetmenin aynı zamanda çekeceği film için sermaye oluşturması da bu aralıkta bir zorunluluk halini almıştır.
Sözün özüne beyaz bir perde çekecek olursak, ‘Millî Sinema’nın öncüsü Yücel Çakmaklı, öyle sanıyorum ki kırgın ayrıldı aramızdan. Baksanıza, 23 Ağustos 2009'da vefat ettiğinde cenazesi hastanede rehin kalan bir yönetmenin inançları ve düşünceleri istikametinde oluşturmaya çalıştığı bir sanat dalı olarak sinemanın faturası biz Müslümanlara pek pahalıya mal olmuş olsa gerek. Tüccar zihniyetinden kurtulmadıkça, üzerimize farz olan hiçbir sanatın ve sanatçının bir dirhem hakkı helal olamaz!
Sahi, ‘yedinci sanat’ bizim neyimize?
Reşit Güngör Kalkan yazdı