Son dönemlerde peşpeşe yayınlanan deneme kitaplarının yanısıra İyiler Ölmez adlı hikâye kitabıyla da okurlarını yeniden selamlayan Mustafa Kutlu, hem denemelerinde hem hikâyelerinde hem de sayıca çok olmasa da söyleşilerinde gelenek-modern çatışması, taşra-kent çatışması, değişim ve dönüşüm gibi konuları eserlerinin baş konusu etmiştir. Mustafa Kutlu’nun fizikî hayatımızdaki dönüşümün etkisiyle zihin dünyamızın da dönüşümünü sıklıkla ele alması, bizi düşünmeye sevk etmeye yeten bir husustur. Bakan ama görmeyen insanlar olarak bizler, günlük hayatımızda çok fazla içiçe olduğumuz için fark etmediğimiz unsurların hayatımızda ne tür bir yere sahip olduğunu tekrar ve tekrar görebilme imkaı buluyoruz Mustafa Kutlu’nun eserleriyle. Zahirde batını okutturuyor Mustafa Kutlu. Ne yüzeyselliğe düşürüyor ne de abartılı bir kasıntıya.
Denemeleri ve hikâyeleri hepimizin malumu olan Mustafa Kutlu’nun söyleşilerini de iki kapak arasında görürüz inşallah.
1993 yılında İslâm Mecmuası’nda Mustafa Kutlu ile “gelenek” merkezli bir edebiyat söyleşisi yapılmış. Bakalım ne sorulmuş ve Mustafa Kutlu nasıl cevaplar vermiş.
MUSTAFA KUTLU İLE “GELENEK” ÜZERİNE
İslami-Türk Edebiyatında ‘gelenek’ deyince neyi anlıyoruz?
“Gelenek” sözünden benim çıkardığım mânâ şu: Cenab-ı Hakk’ın Hz. Âdem’den bu yana insanlığa gönderdiği ilahî mesaj ve bunun İslam Peygamberi ile tamamlanan vechesi.
Bu umumî bakışın sanat alanındaki tezahürü kendini bir “dil” olarak yansıtmaktadır. Sanatın her alanında (mimarî, hat, musıkî, şiir, minyatür, vb.) bu dil kendi malzemesini ve ifade biçimlerini bulur. Günlük anlatımdan ayrılan dilin belli bir soyutlamayı getirdiğini belirtmeliyim.
Sanat bize hakikati göstermez, hakikate giden yolda bir destek, bir heyecan, bir yardımcıdır o. Eğer biz iletmek istediğimiz konu hakkında fıkhî ifadeler ile, kelamî ifadeler ile meramımızı anlatabiliyorsak sanat yapmamız gereksizdir. Bu bir yerde nesirle anlatılabilen şeylerin şiirin konusu olamayacağını göstermek gibidir. İnsanlar bazan bir makale ile kavrayamadıkları şeyi, bir hikâye ile daha vazıh anlarlar.
İslâmî-Türk edebiyatı, diğer geleneksel sanatlar gibi tevhid ilkesine yönelmiştir. Buna müsait dili ise bana göre sûfizmde buluyor. Sûfizmin sembolik dünyası, sanatın soyutlamaya dayanan dili için uygun bir ortamdır.
Mesela gül unsuru bu edebiyatta çok sık kullanılan, hemen her alanda işlediği bir unsurdur. Pek çok sembolik karşılığı içinde asıl hedefi kesrette vahdeti göstermesidir. Pek çok yaprağın, bir merkezden neşet ederek neticede bir gonca açılınca, bir gül çıkarmasıdır bu.
İslâmî-Türk edebiyatında gördüğümüz mazmunlar silsilesi, ölçü ve ritm duygusu, oluşturulan âhenk, âlemde mevcut olan uyuma rabıtalıdır. Kainatta gördüğümüz her şey Yüce Allah’ın varlığına, birliğine işaret eden, onun binbir ismini çağrıştıran birer âyettir.
“Dağlar ile taşlar ile
Seherlerde kuşlar ile
Çağırayım Mevlâm seni” derken, işte bu toplu zikre katılmanın iştiyakını duymaktadır. İnceliklerini pek bilmiyorum ama, aruz ölçüsü ve ebced hesabının temelinde bu ritm duygusu, bu âhenk yatsa gerektir. Seyyid Hüseyin Nasr, bir eserinde, Müslüman hat sanatının Levh-i mahfuzdaki ilahî hurufatı sembolize ettiğini, bu hikmete nail olanların harflerin sırrına eriştiklerini kaydederek, harflerdeki oranla İslâm mimârisi arasında bağlar kuruyor.
Gelenek şeksiz şüphesiz İslâm maneviyatının ruha yönelen etkisini gözetmiş, böylece bir biçim duygusu oluşturmuştur. Muhtevada ise tevhid inancını merkeze almıştır.
Bu gelenekte hikayeciliğin yeri nedir?
Geleneği hikâye tarzı ile yaşatan temel metinlerin hemen hepsi mutasavvıflar tarafından söylenmiştir. Bu metinler trajik bir çatışma ve çelişki üzerinde yükselmez, bilakis duaya varan lirik bir yapı arzederler.
Klasik şark hikâyesinde kabaca söylersek bir çerçeve hikâye vardır. Bunun için küçük kıssalar, birbirine bağlı meseleler ve maceralar ile doldurulmuştur. Her kıssa kendi içinde müstakil olduğu gibi, o baştan konulan bütüne bağlıdır. İslâm sanatlarında öncü bütün vardır, sonra parça. Örnek olarak Attar’ın Mantıku’t-Tayr’ı, Şeyh Galib’in Hüsn-ü Aşk’ı verilebilir.
Bu hikâyelerin kanevası ve unsurları semboliktir. Mantıku’t-Tayr’da Kafdağı’na yolculuğa çıkan kuşlar Hüthüt’ün rehberliğindedir. Hüsn-ü Aşk’ta ise yine bir yolculuk hikâyesi anlatılmaktadır. Her iki metin de temelde bir seyr ü sülûk macerasıdır.
İslâmî-Türk Edebiyatı’nda diğer edebî türlere nazaran şiir ve hikâye öndedir. Bazı hikâyeler şiir biçiminde kaleme alınmıştır (mesnevîler). Bu belki de Kur’ân-ı Kerim’de gördüğümüz kıssalara atıftır.
Geleneksel hikâyenin tavrı (diğer bütün sanatlarda olduğu gibi) yalınlığı öne almaya, az söz ile çok şey anlatmaya dayanır. Şarkta söze değer verilir, söz gümüş ise sükût altındır, sesten sessizliğe gidiş esastır. Dolayısıyla şark üslubu sözde tasarruf etmeyi bir âdab olarak yaşatmaktadır. Bu ölçülülük edebiyatın da aslıdır.
Geleneğin günümüze yansıması nasıl olmalı?
Şimdi, günümüzde bu gelenek nasıl algılanmalı, nasıl tevarüs ettirilmelidir. Doğrusu zor iş.
Ülkemiz söz konusu olunca, dilimiz söz konusu olunca, millî eğitim sistemimiz ve bütünü ile içinde yaşadığımız hayat söz konusu olunca insan bir yerde umutsuzluğa kapılıyor.
Öyle ya, öncelikle geleneğin temel metinleri (ve diğer sanatlardaki görüntüleri) incelenecek, anlaşılacak, özümsenecek. O metinlerin diline âşina olunacak. Bu dilden devşirilecek temel kavram ve kelimeler ile günümüz dili arasında mutedil bir izdivaç yapılacak. Bundan bir üslup çıkarılacak. Artık çoğunluğun zihnine yabancı gelen kelime ve mazmunlar yerine bugünü ifade eden bir mazmunlar silsilesi kotarılacak.
Ben bunu “Bu Böyledir” adlı kitabımda denedim. Dünyayı lunapark mazmunu ile ele aldım. Dünya hayatının ve buna bağlanmanın nasıl bir çıkmaz olduğunu vurgulamaya çalıştım, ama becerebildim mi bilemiyorum.
Dönüp dolaşıp dil meselesinde düğümleniyoruz. Çünkü geleneğin günümüze intikali, yeniden üretilmesi yeni bir dil getirmekle mümkün.
Meselâ Yahya Kemal yaptı bunu. Divan edebiyatımızın mirasından yeni bir şiir çıkardı. Günü için çağdaş bir dil buldu.
Hikâyelerinizde sosyal gerçekliği yansıtmada tasavvufun rolü nedir?
“Sosyal gerçekler”e gelirsek, burada bir öz ve kabuktan bahsetmek yerinde olacaktır. İnsan hayatının vecheleri değişebilir, çağdan çağa ülkeden ülkeye başkalıklar gösterebilir ama insan gerçeği değişmiyor. Yani nefis aynı nefis. İnsanlar yine bencillik, alçaklık, şehvet, para hırsı, şöhret, kıskançlık, kin vb. gibi temel yönelişleri yüzünden mutlu veya mutsuz oluyorlar. Sosyal gerçekleri de bunlar belirliyor. Biz tasavvufun insan benliğinin derinliklerine nüfuz etmesini dile getirebiliriz; sosyal gerçeklerin temelinde yatan insanî yönelişleri olumlu olumsuz cepheleri ile ele alabiliriz.
Bu çerçevede toplumun her hali ve her ferdi yazımıza konu olabilir. Bir şeyin problemleri ile, bir ilim adamının, bir işçinin, bir politikacının, bir öğrencinin, bir fahişenin problemleri -insan olmaları bağlamında- birliktelik gösterir.
Tasavvuf düşüncesinin getirdiği sembolik dil bize yine bir sanat zemini sağlamaktadır. Mesele eskinin taklidi olmadan, sığlığa, didaktizme düşmeden, yeni bir ses ve yeni bir nefes ile bugünün meselelerini, bugünün insanlarına aksettirebilmektedir. Bu, hikâyede de yapılabilir, sinemada da yapılabilir. Ama nasıl yapılabilir? İşte burada duralım.
Bizi gelenekten kopartan, uzağa fırlatan şartları düşünelim. Bu dayatmaların üstesinden gelmeye çalışalım. Olmadan olduk demeyelim. Yolumuz uzun ve çetindir. Sanata soyunan her kişinin de sûfi olması gerekmez. Her fert nasibine düşeni alacaktır. Gayret bizden, tevfik Allah’tan.
Röportajı yapan: Safâ Hekimgil, İslâm Mecmuası, Ocak, 1993, Sayı 113
Alıntılayan: Yavuz Ertürk