Memleket Hasreti

Bezm-i elestte, Rabbimiz ruhlarımıza “Elestü bi Rabbikum?” “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye hitapta bulunduğunda O’na “Evet” cevabını verdiğimiz yer bizim ana yurdumuzdu. İşte orada tamdık, orada olmamız gereken yerdeydik, göçebe bir yolcu değildik. Asıl yurdumuzun cennet olduğuna dair hatıralarımız bezm-i elestte ruhlarımıza nakşedildi. Dünyaya gönderildiğimizden beri gözlerimizin görmediği ama ruhlarımızın bildiği aslî vatanımızın hasretiyle çevrelendik.

Birçoğumuz şöyle bir duygu durumla karşılaşmışızdır: Bir misafirliğe gittiğimizde orada ne kadar güzel ağırlansak da ne çeşit izzeti ikram önümüze sunulsa da bulunduğumuz ortam türlü güzellikleri içinde barındırsa da günün sonunda evimize dönmek isteriz. Ola ki bir de yatıya kaldıysak orada yerimizi yadırgarız, kendimizi yabancı hissederiz.

Çünkü evimiz bizim güvenli limanımızdır, hesapsız hareket edebildiğimiz konfor alanımızdır ve gerçekten ait olduğumuzu bildiğimiz yerdir. Bu hâlin bir başka versiyonunu da yaşadığımız şehirden uzakta olduğumuz zaman yaşarız. Bir noktada o şehrin bize sunduğu güzellikler artık gözümüze görünmez olur. Bütün imkânları, doğal güzellikleri, refahı, orada biriktirdiğimiz anılar, tanıdığımız bütün güzel insanlar bir anda anlamsızlaşır. İnsan kendini anlamlandıramadığı bir hâlet-i ruhiye ve bulunduğu ortama yabancılaşma duygusu içinde bulur. Bu durum için İngilizce’de kullanılan bir tabir vardır. ‘Homesickness’ yani memleket hasreti, eve duyulan özlem…

İşte bu durum büyük ölçekte baktığımızda dünya hayatındaki hâlimizin özetidir. Dünya hayatı bize cezbesine kapılacağımız türlü güzellikler sunar. Para, şöhret, evlat, aile, evler, arabalar, konfor; bakmaya doyamadığımız göller, denizler, çiçekler, heybetli dağlar, özenle yaratılmış sayısız mahlûkat. Her insan, ama az ama çok bu dünyadaki sayısız nimetlerden faydalanmaktadır. Ancak ne kadar olursa olsun bunca nimet insanoğlunu tatmin etmemektedir. Fani olan insan bu dünyada misafir olduğunun bilincindedir. Yaratılmış bütün her şeyin de bir gün bizim gibi yok olacağının farkında olmak insanın bütün sevinçlerini buruk kılar.

İnsanoğlunun asıl yurdu

Bahsedeceğim kıssa birçoğumuzun malumudur. Âdem peygamber ve Havva annemiz yaratıldıktan sonra Allah Teâlâ onlara cennetin bütün nimetlerini helal kılmış, aklın tahayyül edemeyeceği onca sonsuz güzelliğin içinden yalnızca bir ağacın meyvesinden uzak durmalarını ve ona el sürmemelerini emretmiştir. Onlara “Ey Âdem! Eşin (Havva) ile birlikte cennete yerleş; orada çekinmeden istediğiniz her yerde cennet nimetlerinden yiyin; sadece şu ağaca yaklaşmayın; sonra ikiniz de zalimlerden olursunuz”[1] buyurmuştur. Ancak şeytan onlara sinsice yaklaşarak bu meyveyi yemelerini ve bu sayede sonsuz bir hayata kavuşacaklarını fısıldamıştır. Sonuç olarak Allah’ın emrine karşı gelmişler ve cennetteki yaşantıları son bulmuş ve dünyaya indirilmişlerdir. Bundan sonra ademoğullarının dünyadaki hayatları başlamış ve asıl vatanlarından uzaklaşmışlardır.

İnsanoğlunun bu âleme tam anlamıyla aidiyet sağlayamamasının sebebi de işte budur. Zira onun asıl yurdu dünya değil cennettir. Bu dünyada âdeta vatanından uzaklaşmak zorunda kalan bir göçebe ve gurbetçi gibidir. Her ne kadar bedenlerimiz cennette yaşamamış olsa da ruhlarımız, yaratıldıkları ilk anda cennettelerdi. Bezm-i elestte, Rabbimiz ruhlarımıza “Elestü bi Rabbikum?” “Ben sizin Rabbiniz değil miyim?” diye hitapta bulunduğunda O’na “Evet” cevabını verdiğimiz yer bizim ana yurdumuzdu. İşte orada tamdık, orada olmamız gereken yerdeydik, göçebe bir yolcu değildik. Asıl yurdumuzun cennet olduğuna dair hatıralarımız bezm-i elestte ruhlarımıza nakşedildi. Dünyaya gönderildiğimizden beri gözlerimizin görmediği ama ruhlarımızın bildiği aslî vatanımızın hasretiyle çevrelendik. Bundandır ki bu dünyada yaşadığımız hiçbir mutluluğun sonsuz olmadığına dair bir bilinç hâliyle kuşatılmış bulunmaktayız.

Bu dünyada gölgelerini tattığımız nimetlerin asıl membaına kavuşma arzumuz, gerçek vatanımıza kavuşma ümidimiz bize yokluktan gelen bir bilgi değildir. Aksine bu bilgi ve hissiyat zaten varlığını ruhumuzun bildiği ve tanık olduğu bir zamandan bizlere gelmektedir. Çocukluğumuzda yediğimiz, çok sevdiğimiz bir lezzetin yetişkinlik çağımızda karşımıza çıkması ve onu tekrardan tattığımızda bizi o mutluluğumuza ve yaşımıza götürmesi gibi bütün güzellikler de bize cenneti hatırlatır.

Rabbimizin yarattığı akıl almaz güzellikteki mahlûkatı gördüğümüzde “cennet gibi…” tepkisini veririz. Aynı şekilde huzur dolu bir ortamda bulunduğumuzda “Cennette gibi hissediyorum.” deriz. Zira asıl yurdumuzda bu dünyada mücadele ettiğimiz kaygı, hüzün, stres, yokluk, yorgunluk gibi zorluklar ve olumsuzluklar yoktur. Orada yalnızca esenlik, mutluluk, huzur; bu dünyada yaptıklarımızın karşılığı olarak sonsuz nimetler vardır. Tıpkı anne evine dönmüş gibi güzel karşılanacağız, tıpkı baba evinde hissettiğimiz gibi korunmuş ve kaygısız hissedeceğiz.

Geçici yuvamız olan dünya bizi ne kadar güzel ağırlasa da cennetimize duyduğumuz özlem duygusu ruhumuzdan hiç silinmeyecektir. Bu sebeple bu âlemin yalnızca bir misafirlikten ibaret olduğunu ve bir gün muhakkak Rabbimize döndürüleceğimizi her daim zihinlerimizde canlı tutmamız elzemdir. Nitekim bu düşünceden her uzaklaştığımızda imtihan içinde olduğumuzu da unutmaktayız. Böylesi bir unutkanlık hâlinin bizleri çeşitli günahlara sürükleyeceği gerçeği karşımızda durmaktadır.

Bu dünyanın gelip geçiciliğini bilmesi ve insanın aslî yurduna kavuşma arzusu hususunda takınması gereken tavır Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) tarafından çok veciz bir şekilde ifade edilmiştir. İbni Ömer’in (Radiyallahu Anh) anlattığına göre Efendimiz (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bir gün onun iki omzunu tutmuş ve şöyle buyurmuştur: “Dünyada sanki bir garip veya bir yolcu gibi ol.”[2] Bu oldukça kısa ama son derece etkili emir, dünya hayatın ne denli kısa ve gelip geçici olduğunu ve varılacak asıl menzilin burası olmadığını ifade etmektedir. Bu dünya ahirete uzanan yolculuğumuzda bir durak olmaktan ve azığımızı almaktan daha fazlası değildir. Bu dünyaya dair beklentilerimiz ve elde edeceklerimiz ise ancak bir garibin yahut da bir yolcununkiler kadar olmalıdır.

Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bu nasihati dünyaya, insanlara ve hırslarımıza karşı, anne-baba-evlatlarımıza karşı beklentilerimizin ve heveslerimizin sınırlarını bizlere açıklamaktadır. Bütün bu güzellikleri sevsek de asla Allah ve Resulü’nün (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) sevgisinin ve onlara duyduğumuz iştiyakın önüne geçmemelidir.

Tuba Nur Kayapınar

Hüma Dergisi 20. sayı

DİPNOTLAR:


[1] Bakara Suresi, 35

[2] Tirmizî, “Zühd”, 25