Bir toplumun kültürü, yıllar ve yıllar boyu dokunan bir halı gibi, uzun yıllar boyunca ilmek ilmek, nakış nakış dokunur. Kolay değildir kültür denilen bu halıyı dokumak; duyarlılık ister, letafet ister, incelik ister, inanç ister, güzellik ister, kalıcılık ister, uzun yıllar ister, toplumda duygu ve düşünce birlikteliği ister… ister de ister! Bunlar yetmez, bir de toplumun beğenmesi, benimsemesi ve kuşaktan kuşağa aktarmaya değer bulması gerekir bunları.

İşte bu kadar önemlidir kültür. Önemlidir çünkü kültür dediğimiz şey büyülü ve göze görünmeyen bir bağdır. Seni bana, beni sana, bizi herkese bağlar. Bu bağ bir kopmayıversin, gökkubbe çöküverir neredeyse o toplumun üzerine.

İşte bu bilindiği için de, bir toplumu göçertmek isteyenlerin yapacakları en akıllıca şey, o toplumun kültürel dokusunu bozmaktır. 1. Dünya Savaşı’ndan sonra yapılan da buydu zaten.

Yazımızı, mezar taşlarımızı elimizden aldılar

Bilindiği üzere Osmanlı mirasçısı toplumumuzda böyle bir operasyon yapıldı ve bu operasyonu yapanlar yazımızı aldı elimizden, taşlarımızı aldı mezarlarımızdan; yetmedi, müziğimizi aldı, giysimizi aldı; o da yetmedi, mimarimizi aldı, bahçemizi aldı. Yeni doğmuş bir bebek gibi şaşkın ve temiz kalmamıza da izin vermediler, elimizden aldıklarının yerine başka şeyleri dayattılar bize, zehirlediler bunlarla bizi.

Bu düşmanlık o boyutlara vardı ki “Saltanatlı Tekbir”in, “Salat-ı Ümmiye”nin muhteşem bestecisi Itri adına düzenlenecek bir anmaya bile izin vermediler, bunu bir rejim sorunu haline getirdiler.

Itri gecesi düzenlemek isteyen bir bakan

İnsan hafızası unutkanlıklarla bilinir. Şimdi düşünüldüğünde ya da anlatıldığında komik bulunabilecek birçok şey, geçmişte kriz konusuydu. Yeni kuşak belki hatırlamaz ama daha yakın zamana kadar ülkemiz, yasaklar ülkesiydi. Türk müziği mesela, istenmeyen bir müzikti. Yasaktı uzun zaman. Çağdaşlaşmanın ölçüsü, Batı müziğiydi. Hatta cumhurbaşkanlığı makamına kadar yükselebilmiş bir adamın,  bir Batı müziği konserinde, askerin ayak sesini duyduğunda eline alıp gittiği fötr şapkasını sallayarak “İşte çağdaş Türkiye bu!”  demesi unutulacak şey midir?!

1970’li yıllarda devletin kurumlarında, bırakın icra etmeyi, Türk müziğinden bahsetmek bile yasaktır. Müzik denince akla illa Batı müziği gelecektir. Yerli müziğimiz, hele de klasik müziğimiz, herkese ve her yerde yasaktır. Yasaktır çünkü o, bizi birbirimize bağlayan o gül kokulu ilmeklerden biridir.

Bu yasakların boyutlarının ne olduğu hakkında fikir verecek ibretlik bir olay yakın tarihimizde yaşanmıştır. Olay şudur: 12 Mart sonrası ara dönem hükümeti olan Nihat Erim’in kabinesinde Kültür Bakanı sıfatını taşıyan Talat Sait Halman, hangi saikledir bilinmez ama (saik ne olursa olsun, olayın kendisi saikten daha önemli bence) bir şeyleri değiştirmek için bir adım atar: İsmail Baha Sürelsan’dan, Devlet Konser Salonu’nda bir Itri Konseri vermesini ister.

Kıyamet koparan istek

Kıyametin kopması, bu isteğin duyulmasıyla olur.

Önce basın, ardından da devletimizin anlı şanlı, dünya çapında şöhrete ulaşmış yerli üstatları (!) ayaklanır: Cumhuriyet’in salonlarında Batı müziği dışında bir konser icra edilmesine izin verilemezdi! Hatta ünlü kemancımız Suna Kan üşenmez, belagat düzeyi çok yüksek bir mektup kaleme alır ve bu konserin Atatürk devrimlerine ihanet olduğunu söyler. Bununla da yetinmez, bu konserin icrası halinde devlet sanatçılığı unvanını da geri vereceğini belirtir. Sonuçta hükümet, gecenin düzenlenmesine izin vermez ve Devlet Konser Salonu’ndaki Itri Konseri iptal edilir.

Çok kısa bir süre sonra da Nihat Erim, kabinesini revize eder. Yine devrim kazanmıştır: Talat Sait Halman yeni kabinede yoktur.

Devlet Konser Salonu’nda bir Itrî Konseri, 2012 Haziran ayında düzenlenebilmiştir ancak.

 

Ahmet Serin, bir ayrıntının peşine düştü