Edebiyat bir emek işidir. İş kelimesini öylesine kullandığımı sanmayın. Sanatın “iş”leyen bir tarafı her zaman vardır. Büyük yanılgı şu: Sanat ve edebiyat yukarıdan gelen bir şeydir; dolayısıyla taş atıp da kimsenin kolu yorulmaz. Öteden beri zihinsel gayretle yapılan bütün işlerde bu anlayış hâkim olmuştur. Sanki bir şeyin emek mahsulü olabilmesi için illaki insanın eli kolu ve bedeni aynı anda işe dahil olması gerekiyormuş gibi. Bir metnin nasıl yazıldığını hiç metin yazmamış birine iki paragraf yazdırarak anlatabilirsiniz. Tabii ki anlarsa. Bir şiirin, hikâyenin ya da denemenin nasıl bir boğuşma ve didişme neticesi yazıldığını yazarından sonra en iyi onu hakkıyla okuyan kişi bilir. Evinizin duvarını boyayana yevmiyesini vermek konusunda hiçbir tereddüt yaşamıyorsunuz, fakat evinize aydınlık taşıyan bir yazarın eserini emekle vücuda getirdiğine hiç ihtimal bile vermeden Tanrı vergisi diyerek geçiştiriyorsunuz. Böyle davrananlar aslında şunu söylemek istiyorlar: Bu yazarın eseri Tanrı vergisidir. Tanrı zaten ona veriyor, bir de kalkıp ben niye vereyim? “O kadar da değil” diyebilirsiniz; lakin evet o kadar!