Geçtiğimiz çarşamba ve perşembe günlerinde Prof. Dr. Mehmet Yaşar Kandemir ve Nureddin Yıldız Hoca efendilerle birlikte Trabzon’a giden uçakta ben de vardım ve iki gün boyunca hoca efendilerle birlikteydim. Ölene kadar unutamayacağım hatıralarımdan bir kısmını ve çektiğim (teknik olarak olmasa da muhteva olarak) harikulade ve çok kıymetli fotoğrafları sizlerle paylaşıyorum.

Aslında bu iki günü herhâlde en iyi, Yahya Kemal’den yapacağımız bir iktibastaki hafif değişiklik özetler: “Rüya gibi bir yazdı, yarattın hevesinle/ Her anını, her rengini, her şiirini hazdan.” O “yaz”, benim için geçtiğimiz çarşamba ile perşembe idi.Nureddin hoca ile Ahmet Ziya hoca, namaz öncesi.

Büyük adamlarla seyahat başkadır

Kasımda aşk başka mıdır, bilmiyorum ama büyük düşünen, ufuk açan, çok okumuş, görmüş urefa ve ulemayla yola çıkmanın, aynı sofraya oturmanın ve aynı yöne bakmanın çok başka olduğunu biliyorum. Öyle ki, bu hissi sadece evvelden duymuş olanlar idrak ve takdir edebiliyorlar, gerisi sadece anlamış gibi yapabiliyor.

Kısaca ekibimizi tanıtayım. Ahmet Ziya İbrahimoğlu: Nureddin Yıldız’ın dayısı. Mehmet Rüştü Aşıkkutlu Hoca efendinin talebesi. Mekke’de uzun yıllar ilim tahsil etmiş ve şu an umre organizasyonları yapıyor. Salih Beşir: Aslen eczacılıkla meşgul ama daha çok Sosyal Doku ile iştigal ediyor. Yani Nureddin Hocanın yanından, onun ‘a takımı’ndan, dersek büyük cürüm olmaz herhâlde. Müsiad’da da vazifeleri var. Toplamda beş kişiyiz.

Sonbahar manzaralı Hamzalı köyü.İki gün boyunca hoca efendinin tabiriyle (haber boyunca “hoca efendi”, Mehmet Yaşar Kandemir’e matuftur.) “güzel insanlarla” oturup kalktık. Güzel insanlar, güzel meseleleri ve hikâyeleri hatta bazen meşum hadiseleri bile nazik bir lisanla konuştular, kibar ve mütevazı bir merakla dinlediler. Ben ise haddime olmayarak bu meclislere iştirak etmek bahtiyarlık ve devletine eriştiğim için hep dinledim ve dinledim. Başıma konan kuş, devlet kuşu bile olamazdı, olsa olsa efsanevî Hüma kuşu göklerden inip başımın üstünde iki gün boyunca durmuş olabilirdi.

Hoca efendiyi çarşamba günü güneş henüz Üsküdar’ı teşrif etmemişken Altunizade’deki evinin önünde bekliyorduk. Bu anda, kerimelerinin rahatsızlığı sebebiyle şehir dışına çıkmayan ve mutad programı dışında nadiren başka programlara vakit ayırabilen hoca efendinin iki gün boyunca bizimle evinden bin kilometre öteye gidecek olmasının bana hissettirdiklerine hiç girmeyeyim, zira bu mukaddime pek uzadı!

Mehmet Rüştü Aşıkkutlu'nun, kendi kaleminden tercüme-i hâli.
(+)

Aşıkkutlular kervanı

Rahat bir yolculuğun ardından Trabzon’da arabamızı temin ettik ve atlayıp nezih bir mekânda bizi bekleyen KTÜ İlahiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Emin Aşıkkutlu’nun yanına vardık. Zihninizdeki çağrışım doğru; Emin Aşıkkutlu, erken cumhuriyet devrinde Kur’an-ı Kerim’e çok büyük hizmetler etmiş olan ve o devirde Kur’an’ı ayakta tutmaya Allah’ın vesile kıldığı, iki elin parmaklarını geçemeyecek sayıdaki devasa şahsiyetlerden, ilk resmî Kur’an kursunu kuran Mehmet Rüştü Aşıkkutlu’nun yeğeni. Kıyamete kadar adından sitayişle bahsedilecek ve adı Kur’an denen her yerde anılacak bir insanın yeğeni.

Aşıkkutlu'nun yıllarca ders okuttuğu medresesinde.Emin Hoca, tevazusu ve birikimiyle, saatlerce dizi dibinde usanmadan dinlenebilecek konuşma üslubuyla uzun bir muhabbete daldırdı cümlemizi. Evvela bize hafif bir kahvaltı ikram etti, sonra hep birlikte KTÜ’nün yeşillikler içindeki kampüsüne yollandık. Bir ormanın içine gökten düşmüş dev beton yığınları görüntüsünü arz eden bu binalardaki İlahiyat Fakültesi, esasen eski. Yeni binalarını da ziyaret etmemizi Emin Hoca çok istedi fakat vakit darlığından fırsat bulamadık.

Emin Hocanın makamındayken bir konu açıldı ki, göz ardı edilmeyecek cinsten. Trabzon’da bir ilahiyat fakültesinin açılışının gecikmesinin içtimaî sebeplerine değinen dekan bey, “Zaten bölgede var olan ve cumhuriyet devrinde de çok hareketli ve faal olan Kur’an hizmetleri potansiyel olarak belli bir boşluğu dolduruyordu. Fakültemize de halkın teveccühü gayet iyi.” derken, belki de sadece Karadeniz bölgesinde rastlayabileceğimiz sosyal bir meseleye de işaret ediyor: “Trabzon halkından birinin ateist, solcu veya içkici olmasının yanında, o insan aynı zamanda Kur’an’a asla toz kondurmaz. Yani bu sıfatlarıyla birlikte din düşmanlığı katiyen yoktur. Herkes Kur’an’a büyük bir hürmet besler ve pratikte de bu böyledir. Bu, geçmişten gelen bir Kur’an’la iç içeliğin sosyal hayattaki tezahürü.”Hoca efendi ile Süleyman hoca.

Bir ömür hadise hizmet etmiş bir insanla kol kola yürümek

Hem namazlarımızı kılmak hem de yemeğimizi yemek için uğradığımız Araklı’nın manzarasına derin derin iç çekip oksijen depoladık ve serince havayı kıran kuzinenin etrafında halelendik. Hoca efendi hepimizin hissiyatını tek cümleyle açıklıyor: “Bu sobanın da sefası başka oluyor.” Sobanın genişçe cebinde hamsi pilavı çıtır çıtır sesler çıkarıyor. Üstünde lahana çorbası hafiften fokurduyor. Karadeniz bölgesine has lezzetlerin olduğu sofrada mideler susturuluyor. Yemeğin lezzeti bir yana, hoca efendiyi yemek yerken izleyince insan hadis kitabı okumuş kadar oluyor. Nebevî nezaketini hadislerdeki yiyiş hassasiyetiyle birleştirince hoca efendi, görmeye pek alışkın olmadığımız ve artık neredeyse unuttuğumuz o yemek âdâbını hatırlatıyor bizlere.

Hoca efendi talebesi Müftü Veysel Çakı ile.Tenezzühe çıkıyoruz, her yer orman. Oksijeni doya doya teneffüs ediyoruz. Kenarlarda fındık ağaçları ve türlü nebatat. Şose bir yolda ilerliyoruz. Hoca efendi, az zaman önce çıkan Şifa-i Şerif Şerhi kitabının farklı dillere tercümesiyle alakalı bir projeden bahseden Nureddin Hocayı dinliyor. Yer yer nüansları açık eden ince müdahalelerle… Bir aralık koluma girerek yürüyen hoca efendiyle yolun daha az taşlı olan kısımlarını keşfedip oradan oraya geçmek, araba gelince kenara çıkmak ve bütün bu süre boyunca, bir ömür hadise hizmet etmiş bir insanla kol kola yürümek. Kol sahibi olmak hiç bu kadar anlamlı olmamıştı!

Akşam vakti Hamzalı’ya intikal ediyoruz; keskin bir çay kokusu karşılıyor bizi, köyde her yer çay. Şimdi göremiyoruz ama sabah kalkınca sararmış ağaçları da göreceğiz. Karadeniz’in ulu ağaçları bile dayanamıyorsa, sonbahar çok güçlü biri olmalı.

Köy camisindeki namazın ardından imam bana işaret etmesin diye sağa sola gözleri kaydırayım derken göz kaydırma yeteneğimin olmadığını fark ettim, zira gözlerim gidip yine imama düştü ve o beklediğim ama gelmesini istemediğim baş işareti gelip beni buldu. Yani namaz sonrası amenarresûlü’yü ben okudum! Neyse, paldır küldür okuduk ama normal zamanda akıtacağım terin bir buçuk katını akıttım tabii.

Hamzalı küçük bir cennet

Her gelişimde bu köye daha bir âşık oluyorum. Havayı buram buram dolduran çay kokusuna şimdi de sonbaharın serinliği katılmış, yazdan kalan rutubet kaybolmuş. Taşlarda bile büyüyebilen yeşillikler her yeri doldurmuş. Ağaçlar kısmen sararmış ama henüz mevsime direniyorlar, aslanlarım benim. Dağlarda karışık dizilmiş köylerin her birinde birer ikişer cami sıralanmış. Yol kenarlarını bile boş bırakmayan köylüler, her yere lahana ekmiş. Köy ıpıssız, sessiz mi sessiz… Bir iki cesur kuş, “soğuuuk” diye bağırıyor, bir başkası cevap veriyor fakat tek tük ötebiliyorlar, hakikaten soğuk.Abdurrahman Akyol hocanın evinde.

Köyden ayrılıp Çufaruksa’ya gidiyoruz, yirmi dakika mesafede bir köy, resmiyette belde. Köylerin değişmeyen karakteri: Sükûnet. Trafik gürültüsüne alışmış kulaklarımız bu sükûnetten evvela rahatsız olsa da sonraları alışıyor. Belediye başkanı Hikmet Yalçınkaya Bey, hoca efendiyi kapıda karşıladı, geçtik içeri. Yine Karadeniz’e has lezzetlerden mürekkep bir sofra. Sofradan sonra kısa bir çay faslı da var.

Muhabbet siyasete, tarihe bir iki bandırıldıktan sonra gidip köy isimlerine dayanıyor. Çufaruksa’nın yeni ismi Uğurlu’ymuş. “Ama bu isim yeni konmadı.” diyor Hikmet Bey. “Elli yıldan fazla oldu değiştireli. Halk ‘Uğurlu’yu kullanmaz, herkes ‘Çufaruksa’ der. Sadece resmî evrak vesaire için Uğurlu’yu kullanırlar. Yalnız bizim köy için değil, diğer köyler için de geçerli bu. Halk Rumca’dan kalan isimleri tercih ediyor.” Zaten Türkçe’nin Karadeniz ağzı Rumca’dan birçok kelimeyle lebaleb olduğundan bunu yadırgamadık tabii.

Aşıkkutlu köyün bereket kaynağı

Belediye başkanının evinden çıkıp köyün bereket kaynağı olmuş bir mezarı ziyaret ettik. Uzun yıllar Kur’an hizmetinde bulunan ve haberimizin başında da andığımız M. Rüştü Aşıkkutlu Hoca efendi (Fatiha okumadan geçmeyelim beyler hanımlar.) bu köyde medfun. Küçük, şirin bir mezarlığın yanı başında başına munis kubbecik geçirilmiş minik bir odacıkta kabri. Hoca efendi içeri girip Fatiha okudu.

Güzel adamlar aynı sofranın etrafında.Sonra kabrin hemen yanı başındaki medreseye baktık. Yıllarca burada ders okutmuş Aşıkkutlu. Dilden dile dolaşan hikâyelerinin birçoğunu burada yaşamış. Bastıkça hâlâ gıcırdayan kestane döşemeleri, küçük bir odacığı ve duvara geçirmeli dolabıyla bu minik medreseden binlerce hafız yetiştiği söyleniyor. Dile kolay.

Köydeki Kur’an kursunda hâlâ dersler öğreten Süleyman Hocanın verdiği bilgilere göre Aşıkkutlu, gayrı resmî olarak Kur’an tedrisinin yürümeyeceğini anlayınca bizzat Ankara’ya gitmiş. 1933’te, bir sürü didinerek alabildiği sözlü iznin yazılı hâlini ancak 1936’da alabilmiş. Nureddin Yıldız Hoca, direkt Mustafa Kemal’in elinden çıkmış olan ve Aşıkkutlu’ya hususî olarak verilmiş bir izin belgesinden bahsedildiğini duymuş, bunun sıhhat derecesini Süleyman Hocaya sorduğunda Süleyman Hoca bu konuda bir şeyi Aşıkkutlu’dan duymadıklarını söylüyor ama konu tam İsmail Kara Hocanın irdeleyip gün yüzüne çıkartacağı, merak ve iştah uyandıran cinsten.

Bu medresede tutulmuş birçok zabıt ve evrak, şimdi Ankara’daki arşivlerdeymiş.

Bir devrin Hocalarından: Abdurrahman Akyol

Bir zamanlar din-i mübin-i İslam’a hizmetleriyle bilinen ve şimdilerde hasta yatağında ziyaretçilerini ağırlamakla meşgul Abdurrahman Akyol Hoca efendi, Nureddin Yıldız Hocanın hocası, Yaşar Kandemir Hoca efendinin ise sınıf arkadaşı. Evindeki buluşmada il müftüsü Veysel Çakı Bey de bulundu. Geçmişten, tükenmez hatıralardan bir dem vuruldu ki, üstüne gelen kahvelerin hatırası herhâlde birkaç kırk yıl sürer. Hem kahveler yudumlandı, hem kuruyemişlerden birer ikişer atıştırıldı, hem de hoca efendi “Hiç değişmemişsin Abdurrahmancığım.” dedi ve acı-tatlı bir muhabbete tutuştu hocalar.

Bir aralık, Yaşar Hoca efendinin pederine ait tatlı bir hatırasını bile dinledik. Abdurrahman Hoca efendi bir memnun oldu ki, hiç söylemesine bile gerek yoktu, zira biz gözlerinden anlayabiliyorduk. Ümmete hizmetleri dokunmuş böyle büyük simaları bir arada görmenin dayanılmaz hazzı…

Güzel insanlarla hep güzel şeyler, güzel sözler, güzel hatıralar

Nezih bir lokantaya gidip yemekler yendi fakat muhabbetten yine feragat edilmiyor. Hoca efendinin etrafında halelenen muhabbet daldan dala zıplıyor ve yemek sonrası kahveler içildikten sonra müftü beyin makamına doğru hareket ediliyor. Yüksek İslam Enstitüsü’nden hocası olan hoca efendiyi görünce müftü Veysel Çakı Bey’in bir sevinci vardı ki, görmeye değerdi. “Bir talebe için hocası tarafından yerinde ziyaret edilmek büyük bir şeref.” diyor müftü bey.

Bize meyve ikram ediyor, namazımızı kılıyoruz ve kısa hasbıhâlin ardından müsaademizi alıyoruz. Müftü bey havalimanına kadar geliyor ve hoca efendiyi bina girişine kadar yolcu ediyor. Uçağımızın saatini bekliyoruz. Sonrası ise rüyadan uyanmanın dayanılmaz hafifliği…

Tam iki gün olmasa da otuz altı saatten biraz fazlaca bir zamanı hoca efendiyle geçirmek enteresan bir tecrübe oldu benim için. Güzel insanlarla hep güzel şeyler, güzel sözler, güzel hatıralar… Güzellikler güzellikler…

İstanbul’a indiğimizde rahmet bardaktan boşanırcasına yağıyordu. Az bir trafiğe tutulduk ama kısa sürdü, şükür. Hoca efendiyi evine bıraktık. Son defa duasını aldım, şimdilik…

 

Sadullah Yıldız, öyle mutlu oldu ki…