Nazife Şişman Yeni İnsan: Kaderle Tasarım arasında kitabında 20. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan teknolojik ve biyolojik gelişmelerden hareketle tanımlanan insan-sonrası anlayışa 21. yüzyılın ilk çeyreğinden hareketle güncel bir bakış atıyor. Ve bu gelişmelerin kaderle tasarım arasında yol aldığı hakikatini dile getiriyor. Kitabın her satırında ekin ve nesli bozan çağdaş bilim, teknoloji ve biyoloji insanın hallerini müşahede ediyoruz. İnsanın ölümsüzlük iksiri bulacağım diye nasıl da hayvani yönlerinin azgınlaştığına yaşanan olaylarla şahit oluyoruz.
Şişman önsöze Yuval Noah Harari’nin Homo Sapiens’ine atıfta bulunarak başlıyor: “Bizler Homo Sapiens’in son temsilcileri olabiliriz. İnsanlık bundan iki yüz yıl sonra zihni, bedeni ve beynini farklı örgütleyen, bizden çok farklı varlıklara dönüşecektir. Ekonominin merkezinde de bu mühendislik bilgisi yer alacaktır. Bedenler ve zihinler veri olarak merkeze oturacaktır.” Küçük çiplerle kontrol edilebilen insanlar, yarı makine-yarı insan, bir melez bilinç…
Biyoteknoloji, insanlık ve makine denklemi
Hepimiz teknolojik olarak iyileştirilmiş, desteklenmiş insanlar mıyız? Yani siborg muyuz? Diş protezlerinden ilaçlara değin biyoteknolojik tecrübeleri edindiğimiz dünyada siborg olmaktan kaçabilen kalmış mıdır? Siborg her hastalığı tedavi edecek felsefeyi içinde barındırabilir, fakat manevi hastalıklara insanı mükemmel ve tanrı addederek yanıt vermesiyle yangına benzin dökmektedir. Tasarlanmış bebekler, klonlamış insanlar, insan-hayvan karışımı hibrit varlıklar… Gelecek gerçekten heyecan verici mi? İnsan kendi sınırlılıklarını aşıyor.
Bugün doktorlar, hastaların fiziksel ve zihinsel durumlarını normal haline döndürmenin ötesine tamamen sağlıklı insanların özelliklerini iyileştirme, geliştirme ile de ilgilidirler. İnsan bütünlüğünün yeniden kazanılmasından ziyade mükemmelleştirme fikri hâkim.
İnsanın yeni tıp teknolojisinin yardımıyla giriştiği transformasyonun ve “sınırlılıklarını aşma” çabasının hedefi nedir? Ve bu çaba nasıl pratiğe dökülür? Bedenlerimize gerek tıbbi cihazlar, gerekse yapay zekâ ve benzeri dijital teknolojilerle güçlendirmek ve sınırlarını genişletmek yoluyla. Bu insan-sonrası anlayışı ile birleşerek insanı bedensel sınırlılıklarından aşarak hedefine kilitlenmesini çıkarıyor karşımıza.
Yeni insan anlayışı ve etik
Tıp teknolojisindeki gelişmeler hızla devam etse de Yeni İnsan’ın biyoteknolojik gelişmeler karşısında sorduğu sorular, ilk yayımlanışından bu yana, güncelliğinin yanı sıra hayatiyet ve ciddiyetini korumaktadır.
Tıp alanında yaşanan gelişmeler yaşama ve ölüme dair sorularımızı değiştiriyor. Bunlardan yaşama ve ölme hakkı da gündeme gelen sorulardan bir tanesidir. Oysa bu iki soru da kader ile ilişkilidir, yani kaçınılmazdır. Bütün kadim anlayışlarda böyledir. Sınırlar üzerinde dolaşan bir biyoteknolojik alan var.
Sağlık, hastalık, doğum ve ölüm gibi meseleler artık iktisadi yapının dinamiklerine teslim. Ekonomik gücün biyoteknolojik güç ile yaptığı ortaklık sonucunda insanı metalaştıran bir anlayışın hüküm sürdüğü günümüz bilimsellik anlayışıdır bu. Bu gelişmeler insanın “ne”liğine dair tasavvurlarımızı deşmektedir. Teknoloji freni patlamış bir araba mı? Ona binmemek elimizde mi? En azından hızını yavaşlatabilir miyiz? Yahut yönünü değiştirebilir miyiz?
Sorulan sorular üzerinden bir tefekkür anlayışı değil de basit savunma mekanizmaları geliştirmek de işin basitliğine kaçanları ortaya seriyor. Anlatılanlar üzerinden “ne yapalım telefonda mı kullanmayalım?” demek bu tür basitliklerden. Tıp alanında bitkisel hayatta olan hastanın fişini çekmek, organ bağışı vb. hususlar etik alanının konusudur ve tıp alanını mükemmelleştireceğim diye de bu soruları görmezden gelinirse insanın “ne”liğinin metalaştırılacağının altını çizmek gerekir.
Mesele birkaç katmanlı yaklaşımı gerektiriyor. Ve her katman için de ayrı bir mercek kullanılmalıdır. Birinci mercek aktüel problemlere odaklanır, mevcut realiteyle temas eder. İkinci mercek biraz da yukarıdan ve daha geniş açıdan bakmamızı mümkün kılacak tasavvura sahip olur. Son ve üçüncü mercek ise soyut felsefî sahaları temaşa edip dönüp tekrar müşahhas olana bakmaktır. Böylece Yeni İnsan anlayışının görüngülerini ve öncülleri gözlemlemiş oluruz diyor Nazife Şişman.
Yeni İnsan anlayışını seküler söylem üzerinden ilerlediğini ve normatif bir bakıştan ziyade de facto anlayışına teslim olduğunu görmekteyiz. Bu da önce deneyi gerçekleştir, bozacağını boz yapacağını yap sonra etik kuralları ve yasaları yap, daha doğrusu deneyler üzerinden istediğin yapıyı “etik diye yuttur” mantığına sevk ediyor. İnsanlığın gidişinin biyoteknolojik gelişmeler nezdinde karşı konulamaz ve engellenemez bir yapıya doğru hareket ettiğini görmekteyiz.
Biyoteknoloji ve İslam
İslam’ın zihnî gücün somutlanması ve teknolojiye bakışına Hz. İdris (aleyhisselam) üzerinden bakılması gerekmektedir. Zira o (aleyhisselam) kalem ile yazı yazan ve elbise diken ilk insan olarak karşımıza çıkmaktadır. Yunan mitolojisinde ise Zeus’tan ateşi kaçıran ve insanlığın hizmetine sunan Prometheus gökle yaşanan çatışmanın ilk tezahürüdür. Bir yanda sonsuz bir çatışma diğer yanda ahenk ve uyum.
Bilim, her şeyi bilir ve teknoloji her şeyi yapabilir mi? Batı bunu arzuluyor, tabiata muhkem olmak en büyük arzularındandır. Yaradan insanların emrine sunduğu tabiatı onlar sınırsızca kullanabilsen diye vermemiştir. Oradaki düzeni bozmaması gerekmektedir. Frankfurt Okulu eleştirmenleri de Batı’nın bu freni patlamış otomobiline karşı bir felaketin habercisi olduklarını söylemektedirler.
Aletler olmadan bir dünya tahayyül etmek imkânsız artık. Geçtiğimiz günlerde birkaç saatliğine elektrikler gittiğinde ne yapacağımı şaşırmam bunun bir göstergesidir. Oysa eskiden ne de güzel eğlenirdik elektriklerin gittiği günlerde. Pandora’nın kutusundaki kötülükler yayıldı mı ne?
Bilim ve teknolojinin tıp alanındaki bu mükemmelleştirici tutumuna sahip çıkan ve de facto anlayışı ilerleyen yani “var olan budur, teknoloji bu düzeye gelmiştir, o halde bundan başka bir seçenek yok” anlayışıyla hareket edenler yanında daha salahiyetli bir yön çizen ahlâkî anlamda normatif bir yapıya şart koşmak daha uygun olacaktır. Öncelikle bilimin “iyi”yi tayin edebilirliğini eleştirmek bizi gerici ya da köktendinci yapmaz. Eğer “hayra çağıran bir ümmet olmak” istiyorsak biyoteknolojik gelişmeleri yakından takip etmeli ve eleştirmeliyiz.
Sanayi Devrimi toplum yapılarında ve en küçük yapıtaşı olarak bahsettiğimiz ailede büyük değişimlere neden olmuştur. Köyünde evinin hemen yanında ailesiyle birlikte ekip biçtiği yerden çıkanlar şehirlerde zor şartlar altında bir hayat sürmeye başlayarak ev-iş ayrımını yaşamışlardır. Artık aileler birbirlerini iş sonrası yaşamında görebilecekledir. Bu da bir nevi ulus devlet anlayışına dönüşün gerçekleşmesiydi. Aile de yaşanan asıl dönüşüm biyoteknolojik gelişmelerle yaşanmıştır. Bu gelişmeler ile artık babasız çocuklar dünyaya gelmiş, ana rahmi kiralanarak çocuk sahibi olma gibi insanlığın korkunç düzeylerde yerlerde süründüğü bir zihin yapısı normalleştirilmiştir. İnsanın doğumu artık bir üreme değil herhangi bir maddenin üretimi yerine konmuştur. Doğum metalaşınca insan yaşamının her anı metalaşmıştır. Huxley’in Cesur Yeni Dünya kitabında seri üretime tabi tutulan anne babasız bebeklerin hep bir ağızdan şartlandığı o mükemmel (!) insan doğasının gerçekleşmeye yüz tutmaya doğru evrilmesi gerçekten distopyaların dünyasından gelenlerin gerçekleşebileceği düşüncesine kapılıyor insan.
Bilime eleştirel bir bakış
Günümüz anlayışının serbest bir piyasa ekonomisi, faydacılık ve kâr marjı üzerinden yürüdüğünü biliyoruz. Batı bloğunun Doğu bloğunu galebe çalması ile ortalık büyük bir serbestlik ve özgürlüğe yol açmıştır. 20. yüzyılın son çeyreğinde yaşanan bilimsel gelişmeler de bu serbestlik ve özgürlük anlayışı ile çok daha farklı bir alana kaymıştır.
Ulus devlet anlayışının sınırlarını çizmiş olduğu biyoteknolojik gelişmeler normatif bir anlayış ile etik bazı kaidelere dayandırılmıştır. Fakat bugün artık özel şirketlerin gücü elinde bulundurmasıyla istediği gibi cirit attığı bir saha biyoteknolojik çalışmalar. Anlayacağımız biopolitikanın gücü erimiş ve yerini kapitalizmin kollarına bırakmıştır. Artık insan farelerin yerine kobay olacaktır. 2005 yılında çekilen “Island” (Ada) filmi bu kobaylığı çok net olarak vurgulamaktadır. İnsan bedenleri dışına çıkmadan mükemmelleşmeye çalışmaktadır. Zaten onun nefsi mükemmelliğe ket vurmaktadır. Fiziğin metafiziği olmadan yürünen yollarda kolları bacakları kırılacak fakat yine de o yola çıkacak kadar kendine güveniyor. Sonunda Kaf Dağ’ını aşacak salih niyet ise ne gezer!
Kitabın diğer bölümlerinde ise genel olarak insan genetiği ve doğaya dair bozucu etmenler ve bunların etik ve Müslüman düşünceler üzerinden bir değerlendirmesi yapılmaktadır.
Günümüz bilim anlayışına tarihsel ve eleştirel bir göz ile bakmak isteyenlerin iyi bir bakış açısı ile hazırlanmış bu kitabı okuyabilirler.