Yürümek insanın en tabii eylemi. Yürümezsem o gün ayaklarıma karşı kendimi suçlu hissederim.
Bir bebeğin emeklemesi, sonra da yürümesi ilk ve en önemli evrelerindendir. Bebekler için mesela, kaç aylık ya da kaç yaşında diye sormak yerine emekliyor mu ya da yürüyor mu diye sorulur çoğu kez. Yürüme eylemi yaşın yerine kullanılır bebekler için. Anadolu’da yürümeyle ilgili ritüeller de var. Çeşitli ikramların da yapıldığı köstek kesme merasimi bir Türk geleneğidir. Burada, kaybolan ve plastik üretime yenik düşen, yürümeye yardımcı geleneksel bir araçtan da bahsedelim yeri gelmişken. Eskiden yürümeye yardımcı şu plastik yürüteçler filan yoktu. Babalarımız küçük çıkrıncak yaparlardı. Bir de kömür sürerlerdi ki gıcırdasın da hareketlensin, yürümeye daha çok heveslensin diye. Şimdi de çıkrıncak nedir onu açıklamamız gerekecek. Ama Allah’tan Google var, görselleriyle birlikte detaylı bilgi sunuyor. Çıkrıncak; Anadolu’da yetişkinlerin de eğlenmek için yaptıkları bir tür tahterevalli. Ama tahterevalliden farklı çalışır. Oturmuyorsunuz bunda, sürekli koşturarak karşılıklı birbirinizin ayaklarını yerden kesiyorsunuz, uçuruyorsunuz âdeta. Efor gerektiren geleneksel bir oyun aracı. Yorucu ve eğlenceli… Bebekler için olanı tek kişilik ve sürekli dönmek zorunda kaldıkları basit bir düzenek. Çok takılmadan geçelim.
“Yürümek spor değildir”. Spor teknik, kurallar, puanlama ve rekabet meselesidir, durmadan öğrenmeyi, çalışmayı gerektirir. Doğaçlama ve yetenek çok sonra gelir. Spor skor tutmaktır, kazanan ve kaybeden ayrımı mevcuttur.”
“Yürümek spor değildir. Yürüyenler karşılaştığında ne bir sıralama vardır ne de puanlama. Yürüyen hangi yoldan geldiğini, en güzel manzaranın hangi patikadan görüldüğünü anlatır, görüşün hangi noktada daha iyi olduğundan bahseder.” Yürümeyle spor arasındaki farkı böyle izah ediyor Yürümenin Felsefesi kitabında Frederic Gros.
“Yürümek öncelikle erteleme özgürlüğü sunar insana. Şöyle bir dolaşmaya çıkmak bile endişelerin ağırlığını hafifletmeyi, işleri bir süreliğine unutmayı sağlar” diye devam ediyor. Nereye, niçin gittiğini sürekli bilme zorunluluğu bir plan dâhilinde yaşamayı gerektiriyor. Bu da kendini bir anlamda sınırlamak, kendine kota koymaktır. İnsan başını alıp gidebilmeli zaman zaman, eve dönüş saatini planlamadan. Evden çıkıp kendini sokağa attığında adımları onu bir yerlere götürecektir. Zamana bağlı kalmak, saat ve dakika tutmak, gidiş/gelişleri saat, dakika olarak hesap etmek kendini kısıtlamak ve bir cendereye sokmaktır. İlkokulumuz komşu köydeydi ve uzaktı. Tepeleri aşmak, dereleri geçmek gerekiyordu. Bir patika yoldan giderdik, şimdi yürümeye kalksam belki iki saatte ancak giderim. Ama okuluna servisle giden bir çocuğun yaşadığı stresi yaşamazdık. Okul yolunu biliyorduk, kolumuzda saat, cebimizde telefon yoktu ama bir biyolojik saatimiz vardı ve kodlarımıza işlenmişti. Buluşma noktalarında aynı saatte buluşuyor, birbirimizi fazla bekletmiyorduk. Geç çıkmışsak evden, adımlarımız kendiliğinden hızlanır telafi ederdi vakti. Ya da erken çıkmışsak daha eğlenceli olurdu yürüyüşümüz. Gökyüzüne daha uzun bakar, etrafı hissederek giderdik okula. Servisle kapıya bırakılan çocuklardaki stresi yaşamazdık.
Yürüyüş parkurlarında yürümek, o mesafeyi tamamlamak yine kendi vücut saatini kullanamamaktır. Verilen mesafeye sadık kalmak kendi kararını verememek, sürekli belli ölçekler dâhilinde yürümek ve yaşamak. Bu yürüyüş bana yeter ya da şurada durayım, gökyüzüne bakayım, kuşları dinleyeyim diyemezsiniz. Tıpkı midemizin doygunluğa erişmesini de bir ölçüye, verilen bir ölçeğe uymak zorunda bırakılışımız gibi. Oysa ölçü belli, doygunluk hissi uyanınca bırak. Bunun için “yavaş ye, uzun çiğne.” Bir Peygamber tavsiyesidir.
Yürümek kadar yürüyeceğin yol da önemli. Tekrarına katlanacağı kadar güzel gelmeli yürüyeceği yol insana. Yürüdüğü yolla, çevresiyle, havasıyla bir kan bağı olmalı ya da bir kan bağı kurabilmeli. Ağaçların, taşların, rüzgârın ve kuşların dilinden anlamalı. Tarihi mekânlarla bir ünsiyet kurabilmeli. Bir ormanda, bir patikada yürürken tedirginlik duyar insan ilkin. Ama bir süre sonra o tedirginlik sona erer. Bir ünsiyet gelişir, bir akrabalık kurar dağın taşıyla, kuşuyla, ağacıyla… Gizli bir zararsızlık anlaşmasıdır bu. Yol güzergâhındaki canlılar da tedirgin olmazlar ilk zamanlardaki gibi. İnsan kan bağı olan ya da kan bağı kurduğu yollarda yürürken kendisiyle bol bol konuşma fırsatı bulur. Dertlerinden ıstıraplarından uzaklaşır bir müddet, ruhuna iyi gelir. Bundandır insanın canı bir şeye sıkılınca şöyle bir yürüyüşe çıkması. Bir patikadan ormanın derinliklerine yürümesi, ya da kırlara çıkması, kır çiçeklerinin rayihasını içine çekmesi. Ya da şehrin dar sokaklarında tarihi bir yolculuğa çıkması insanı sıkıntılarından uzaklaştırır. Nietzsche, başına musallat olan migren ağrılarından uzaklaşmak, dikkatini şakaklarındaki çekiç darbelerinden uzaklaştırmak, onları dağıtmak ve unutmak için saatlerce yürür, uzun yürüyüşler yapar. “Ormanlarda bolca yürüyorum ve muazzam sohbetler yapıyorum kendimle” der. “Nietzsche yürür, başkaları nasıl çalışıyorsa o da öyle yürür, yürürken çalışır. Yürürken düşünmek, düşünürken yürümek; sonra da yazmayı kısa bir mola ânına indirgemek, yürüyen bedeni geniş, açık mekânları seyrederken dinlenmeye bırakmak gibi.” Ortaokul ve liseyi okuduğum şehirle köyümüzün arası otuz km idi. Hafta sonları köye ulaşmak için bunun on kilometresini yürümek zorunda kalırdım. Çünkü köye ulaşacak herhangi bir ulaşım aracı mevcut değildi. Bir o kadar da dönüşte yürür, toplamda yirmi km yürümüş olurdum. Kendimle konuşmak için muazzam bir imkândı bu. O yolculuklarda kendimle yaptığım sohbetler hâlen kulaklarımda çınlar durur. Bir keresinde bu yolculuğu gece ve yoğun sis altında yapmıştım. Yolu göremediğimden kenardaki ağaçları, ormanı ortalayıp yürümüştüm. O gece pek muhabbet edememiştim kendimle. Daha çok, okumuştum…
İnsan kan bağının olduğu yollarda yürürken yol aynı yol olsa bile manzara sürekli değişir. Günün farklı saatlerinde, yılın farklı mevsimlerinde sürekli farklı manzarayla karşılaşır. Sabah, öğlen, akşam, güneşin hareketleri/gölgeler farklı manzaralar sunar. İlkbahar, sonbahar; yaz, kış her mevsim farklı bir tablonun dekoru olur insan. Bir de uzun düzlükler canımızı sıkar bizim, alışmışız Karadeniz’in engebeli arazisine. Her dönemeçte farklı manzarayla karşılaşmak isteriz. Bir dağı tırmanırız, başka bir dağ karşılar, sonra başka bir dağ…
İlk kan bağım çocukluğumun geçtiği mekânlar olan köyümüzün kırları, dağları, tarla yolları, patikaları. Henry David Thoreau; “Tabiatın bir sahibi yok ve dolayısıyla yürüyüşçü de göreli özgürlüğün tadını çıkarabilir. Ancak muhtemelen, öyle günler gelecek ki doğa, üç-beş seçkinin ayrıcalıklı vakit geçirebileceği sözüm ona keyif alanlarına bölünecek; çitler artacak ve insanları umumi yollara hapsedecek başka mekanizmalar geliştirilecek, sonra bir de bakmışsınız ki Tanrı’nın toprakları üzerinde yürümek beyefendilerin hanelerini işgal etmek anlamına gelmiş. O halde kötü günler henüz gelmemişken elimizdeki olanakları değerlendirelim.” der “Yürümek” adlı kitabında. Ama o günlerin gelip çattığını not olarak düşelim buraya. Kapitalist sistemin habercisi, toprağın kamusal niteliğini kaybederek tek bir sahiple sahiplenmesi olan, tarlalar böyle çitlerle çevrili değildi eskiden. Bir engelle karşılaşmadan kilometrelerce yürürdünüz tarlalarda. Şimdi çitleri atlamaktan bîhâl oluyorsunuz. Hayvanlar özgürce yayılamıyorlar, çitlere takılıp telef olan hayvanlar var.
Kıran’a çıkıp, bir çam ağacının gölgesine oturup, Dütmen Dağı’na bakmanın tekrarına doyamam. Sabahın taze ışıklarına denk gelirse tam bir görsel şölen olur. Gölgeler kısaldıkça fotoğraf netleşir. Köye gittiğimde hayvanları meraya götürme bahanesiyle her sabah yaşardım bu görsel şöleni. Şimdi hayvan da yok, köyler şehir hayatı yaşıyor, üç harfli marketlerden besleniyorlar. Köylerde tarla isimleri hep ilgimi çekmiştir. Arazinin hava akımlarına olan konumuyla, oluşumuyla ya da verimliliğiyle yakından ilgilidir bu isimlendirmeler. TDK’da kıran; tepelerin üstündeki düzlük, dağ sırtı gibi anlamlara geliyor. İç Anadolu’da yaramaz ve hırçın çocuk anlamlarında kullanılıyor. Rüzgâra açık, hava akımının yoğun olduğu bölgeler için kullanılır bizde. Bizim “Kıran”, bu tanımlamaya uygun. Yeri geldikçe ilginç tarla ve arazi isimlerinin anlamlarını da kayda geçelim. Bir de Yaylayanı’na varıp Sinop’la Samsun arasını, bütün o ovayı, denizi, gölleri, pirinç tarlalarını, ekin tarlalarını, köyleri ve şehri uzaktan seyretmek… Günün taze turuncu ışıklarıyla güneşin Karadeniz’de sabahın durgun ve dingin sularında bir süre yüzmesini, sonra göz alıcı bir parlaklıkla mavi gökyüzüne yükselişini izlemek hep iyi gelen doyumsuz zamanlarımdır. Ya da Doğantepe’ye varıp ekip biçtiğimiz tarlalarla aradan geçen bunca zamana rağmen yeniden ünsiyet kurmak, belleğimde kalan ellik orak seslerini yeniden duymak…
Geçen yaz yeğenlerimle gece yürüyüşleri yaptık Yaylayanı’na, karanlığa gömülmüş köylerin ve şehrin sarı ışıkları bir hüsn-ü hat tablosu gibiydi. Şakir’in Lüğeb’e varıp bir kılıç gibi denize uzanan Sinop Burnu’nu, bütün o manzarayı seyrettik. Lüğep ismi de çok kullanılır tarlalar için ve “lüğep” ismi verilen bütün tarlaların etrafı ormanla çevrilidir. TDK Sözlüğü’nde lüğep; “Ormandan açılmış tarla.” olarak geçiyor. Fotoğrafa uygun bir isimlendirme olmuş yine. Yaylayanı’ndan bütün o ovayı köyleri şehrin ışıklarını uzaktan seyretmek, geçmişe kısa bir yolculuk yapıp, gecenin ilerleyen vakitlerinde annemle deste bağladığımız (ekin saplarının bir araya getirip bağlanması) ve bir destenin üzerine sırt üstü uzanıp salkım salkım yıldızlarla süslü gökyüzünü seyrettiğim zamanlar geçti bir film şeridi gibi gözümün önünden. Sonra başka bir akşam köyün çatısı gibi duran dağa, Erçel’e yürüdük. TDK sözlüğünde Erçel; hırçın, huysuz, deli dolu, yaramaz olarak geçiyor. Tam da Erçel’in havasına uygun bir tanımlama. Mekânların bir ruhu olduğu isimlerine yansıtılmış. Biz Kırankapıyı geçerken güneş Dütmen Dağı’nı aşıyordu. Akşamın kızıllığı bulutlar üzerinde ışık şölenine dönüşmüş, dağın eteğindeki köyler kül rengine bürünmüştü. Zamanında sırtımızda iki ölçek tohumla çıktığımız patikadan, elimiz kolumuz boş yürürken ter attık ve akşamı Erçel’de karşıladık. Ufku kesen deniz, ova, daha berilerde şehrin ipil ipil yanan ışıkları, üzerimizde salkım salkım yıldızlar. Gecenin karanlığında koyun koyuna yayılan koyunların uzaktan gelen zil sesleri ve köpek havlamaları. Her mevsim eser burası. Rüzgârın her vakte uygun farklı bir enstrümanı vardır burada. Akşamın dinginliğinde rüzgârın içten ve derinden gelen uğultusunu kesen o ulu gürgen ağacının duldasında kıldığım akşam namazının hazzı kaldı zihnimde. Secdeye varıp alnımı toprağa koyduğumda, toprakla olan kan bağım, akrabalığım onun derinden gelen sesleri ve mütemadiyen uğuldayan rüzgâr. İçinde yaşadığımız zamanla geçmiş arasında gittim geldim. Kaç kuşak geldi geçti, bu ulu gürgen; kaç kuşağın dünya telaşına şahit oldu. Kimler gölgelendi altında, iri gövdesine, kimler sığındı sert rüzgârlardan. Ben dört kuşağın şahidiyim. Ninemle oturduk bu ağacın gölgesinde, annemle babamla yorgun bedenimizi dinlendirdik, açlığımızı giderdik. Şimdi çocuklarla ziyaret ediyoruz. Babam abdestini şurada alır, şurada dururdu namaza. Çam tahtasından su testimiz tam şurada dururdu mütemadiyen soğuk suyuyla. Üzerinde beyaz çinko bir tas vardı, mis gibi çıra kokardı içtiğimiz su. Kökleri saçakları gölgesinin tuttuğu alanı aşmış gürgenin. Yaşı ilerlemiş insanların damarları gibi toprağın yüzeyine çıkmış saçakları. Bir süre oturduk, sesimizi rüzgâr alıp karşı dağlara götürüyordu incitmeden. Sabahı burada karşılamak ne güzel olurdu… Sonra gecenin karanlığında yıldızlı gökyüzünün altında indik başka bir patikadan gökten iner gibi. Yüzümüze değen bir serinliğin içinden geçtik. Sugözü’nün soğuk suyu akıyordu zifiri karanlığa, derin sessizliğe derin nağmeler katarak. Kaç zaman olmuştu canlı bir suyun altına avucumuzu koyup kana kana içmeyeli… Duyunca annem Erçel’e gittiğimizi, uzunca bir sustu hasta yatağında. Gözleri bir noktaya takılı kaldı. Onu araçla Yaylayanı’na götürdüğümde bir boşluğa bakar gibi bakmıştı. Hatıraları tutunmasına yetmemişti, sonra olanı biteni anlatmıştı babama mezarının başında.
Gece yürüyüşlerini severim aslında, bir başka anlamlı ve gizemli gelir. Bir iki yoldaşla ay ve yıldızların altında bir gece yürüyüşü yapmak istemişimdir hep. Sabahı yürüyerek karşılamak, gün doğumunu izleyebileceğimiz en iyi manzaraya denk getirmek yürüyüşü. Bir zamanlar bir grup öğrenciyle Nemrut Dağı’na çıkmıştık. Araçlarla belli bir mesafeye kadar çıkıp sonra yürümüştük gecenin sabaha dönük yüzünde dağın zirvesine. Mayıs’ta battaniyelere sarılarak beklemiştik gün doğumunu. Sonra bir bulut perde yapmıştı, gün doğumunu bir perdenin ardından izlemiştik. O büyük dağın koynunda önümüze serilmiş küçük dağların bir bir ortaya çıkışına ve fotoğrafın tamamlanmasına şahitlik etmiştik. Oysa her yer düz bir karanlık denizdi geceleyin. Ama günle birlikte ayrıntılar göz kamaştırıcı incelikteydi. O mezar oraya nasıl inşa edilmişti, taşlaşmış tanrılar oraya nasıl çıkmıştı…
Bir de şehir yürüyüşlerim var benim hâlen devam eden. Ne zaman bu şehirden gitmek istesem, tramvaya binip sur içinde iner Sirkeci’ye kadar yürürüm, bir şeyciğim kalmaz. Bu noktada, İETT’de biriken alacaklarım, bundan sonra ömrüm boyunca ücretsiz kullansam yeter sanırım. Aslında şehir yürüyüşleri için bir giriş olacaktı buraya kadar yazdıklarım. Ama geçmişe dalınca yol uzadı. Devam eden şehir yürüyüşlerim bir başka yazının konusu olsun en iyisi. Kırlarda, patikalarda hayli yürüttüm sizi. Yorulduğunuzu hissediyorum, şehre inmeden kısa bir mola verelim.
Turgut bey bu güzel yazınız için teşekkür ederim.Bir de yürümeyi tavaf ve say ile camiye yürüyerek gitme ile hicret ile rıhle yürüyüşleri ile ele alsaydınız enfes olurdu.Selam ile
çok haklısınız, henüz tavaf ve say nasip olmadı, onu tecrübe edemedim o yuzden yazmadım. Hicret'e değinmek istedim ama cesaret edemedim.