Yalnızlık nereye kadar hak?
Ben kişisel alanıma çok önem veren bir insan olduğumu sanıyor ve bunu belli etmekten hiç çekinmiyorum.
Mesela; diyelim ki bir akşam, üniversitede gereksiz bir şekilde yoğun ve yeteri kadar verimli geçmeyen bir günün ardından yorgun argın bir şekilde odama girmişim: Kemiklerimin beyaz peynire benzeyen kısımlarına kadar işlemiş soğuğun odanın ılık havasına yenik düşmesi için sokak kıyafetlerimle bilgisayar başında 15 dakika kadar geçirdikten sonra renk uyumu ya da herhangi bir estetik kurala dikkat etmeden sadece sıcaklık ve rahatlığı ön planda olan ev giysilerimi ve anneannemin sağlıklı zamanlarında ördüğü kırmızı-siyah patikleri sırf bu durum için özel olarak ayırdığım altı delik pembe-beyaz çoraplarımın (onarılacak durumda değil, yoksa daha yeni 12 renkte iplik ve başı altın renginde her boyda iğneler almış durumdayım.) üzerine giyerim.
O an bölünürüm!
Türkçe bir websitesinde, The Big Bang Theory’nin yeni bölümünün “oynat” tuşuna tıklayıp, mor ve siyah yünüm, şişlerim ve sadece The Big Bang Theory veya Dexter’i izlerken ördüğümden çok yavaş ilerleyen yarım atkımı yanıma alıp, yatağımın üstüne oturur, büyük yastığı belime destek olacak şekilde arkama, duvara dayar, küçük yastığı ise ayaklarımın üstüne koyarım. (Burada belirtmem gerekir ki, dostlarım, istersem üst üste 10 tane anneanne hatta babaanne patiği giyeyim, üzerilerinde bir yastık olmadığı sürece her zaman üşümeye mahkûmdur ayaklarım.) İşte bu rahatlık ve gevşemenin doruk noktası olarak algıladığım sadece bana ait an, dizinin gülme efektlerinden birinden hemen sonra vurulan kapının tak taklarıyla bölünür. Kalbim hızlı hızlı çarpar, hemen “dur” tuşunu tıklarım, nefes bile almadan dinlerim. Ve evet, yine duyarım tıklamaları.
Elin Latini, elin benimi Japonya’da bulur!
O an bir ikilem yaşarım. Daha önceden zaten tedbirimi ele almış, ışığımın yanıp yanmadığı belli olmasın diye kapı gözünün odanın içindeki tarafına, siyah bir kâğıt parçası koymuşumdur. Yani Kapıyı çalan şahıs sadece şansını denemek isteyen bir (muhtemelen) komşudur. Ümitlidir ama emin değildir. Büyük ihtimalle istediği her neyse sadece benim değil, herhangi bir komşunun verebileceği bir şeydir. Kısa bir hal hatır sorma, bir yumurta, bir pişimlik pirinç, ya da yarım bardak süt isteme, şanssızsam belki havalardan ya da hafta sonu planlarından kısaca bahsetme... Ama bu daha iyimser bir bakış. Konuşmayı çok seven, insan seçmeden herkesle görüşen ve neredeyse her gece dışarı çıkan ve şimdi de son dedikoduları benimle paylaşmak isteyen iki oda ötede oturan Brezilyalı kız olabilir.
En önemsiz ve sıkıcı ayrıntıları ilginç sanarak uzun uzun anlatan ve tepki vermediğim için anlamadığımı sanıp, kendisine pek komik gelen esprilerini benden bir kahkaha duyana kadar tekrarlayan zat. Kendisine acırım ve ara sıra hal hatır sorarım, ama bedelini hep böyle zor şekilde öderim; vicdanımın sesini dinlemenin.
Arkasında kim ya da ne olursa olsun, kapıyı açmamaya karar veririm. Sessizce yerime geçer ve kapı tıklatıcının vazgeçmesini beklerim. Her yer derin bir sessizliğe gömülünce, sırayla “oynat tuşu”, şişler ve yastık ritüelimi tekrarlarım.
Bir tık’la ulaşılabilmek ürkütücü!
Hippileşip “cep telefonu kullanmıyorum” diye yüksekten atacak değilim. Cep telefonunu kullanıyorum ve çok da seviyorum, ama sadece kısa mesaj ve e-posta için.
Benimle konuşmak isteyen herkesin “contacts” listesinden adımı bulup bir tuşla bana ulaşabilmesi tüylerimi ürpertir. Gelen mesaj ya da email, ne zaman okunacağını ve yanıtlanacağını bilmeden, bir şey beklemeden, baskı yapmadan bana ulaşır. Her zaman sevinirim yeni mesaj ya da e-posta aldığımda. Ama ne zaman ki telefonum çalsa, yerimden sıçrarım. Korkuyla arayan kişinin adına bakarım. Eğer tanımadığım bir numaraysa; ikilem yaşarım yine. Kim olabilir, resmi bir şey olabilir mi, son zamanlarda bir yere başvurdum mu, önemli bir telefon bekliyor muyum vb. sorularla dolar kafam. Bunları hızlı hızlı düşünürken bazen hızla hatırlar ve hemen cevaplarım, fakat bazen aklıma bir şey gelmez ve ben düşünmeye devam ederken.. telefon susar.
Aciliyetin sebebi veya çözümü ben miyim?
Hiç ama hiç merak etmem kimdi diye. Genellikle bir sır olarak kalır. Ama arayan, tanıdığım birisiyse, hiç düşünmem, kesinlikle cevap vermem. Telefon susana kadar bekler, on dakika kadar sonra da bir mesaj atarım; aa özür dilerim, ne oldu n’aber, gibi bir şey. Bu şekilde konu her ne ise, yazılı bir mükâlemeye dönüştürürüm.
Ya acil bir şey varsa diye sormayın. Acil bir şey olursa polis ya da ambulans aranır. Benim ufacık varlığımın dakikaların bile önemli olmasını gerektirecek ne gibi bir acil duruma yardımı olabilir ki?
Japonları çok seviyorum. Kişisel alan’a onlar kadar saygı gösteren başka bir ırk yoktur herhalde.
Salome Japonya’daki kişisel alanından yazdı
Not: Bekârlık Kişisel alanın sultanlığıdır.
GYY'nin notu: Türkler Cumhuriyeti kurdu, Saltanatı kaldırdı! Yaşasın Cumhuriyet!