İnsan sürekli kendi benliğinde yaşamaktadır. Kendine bu kadar yakın olan insanın kendi hakikatinden marifetine ulaşması neredeyse imkânsızdır. Bu yüzden insan kendinden uzaklaştığı ölçüde kendi hakikatini kavrayacaktır. Bu, şu örneğe benzetilebilir: Bir Picasso tablosuna burnumuzun ucunu değdirerek bakarsak renkten başka bir şey göremeyiz. Ne zaman ki tablodan uzaklaşırız tabloda var olan eşsiz şahesere işte o zaman vakıf olabiliriz.
Bu çerçevede daha kendisini tam olarak kuşatamayan insan, ilişki kurduğu varlığı da ancak kendi hakikatine yaklaştığı ölçüde bilebilir. Böylece olaylar, nesneler ya da kişileri nitelerken behresi[1] nispetince adaletli davranmış, hikmetle karar vermiş olur. Peki, tüm bunlar düşünüldüğünde Fahr-i Kâinat Efendimiz (Sallahu Aleyhi ve Sellem) risalet sürecinde hangi vasıflarla vasıflanmıştır? Allah’a inanmış müminler için bu sorunun cevabı, akıllara gelen tüm güzel vasıfları saymak olacaktır. Tam bu noktada aklımıza şu sorunun gelmesi de mümkündür: Bütün inananların mükerrem ve muazzez insan olarak nitelediği istikametin önderi, nasıl oluyor da bir diğeri için anormal olarak kâhin, yalancı, şair olarak vasıflandırılabiliyor?
O Bir Deli (!)
Kur’an-ı Kerim’in pek çok yerinde kâfir ve müşriklerin Resul-ü Zişan Efendimize (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) yönelttiği hakaret ve iftiralar bize aktarılmaktadır. Bizatihi Allah Teâlâ ayetlerle Resulü’nü teselli etmiş, O’nu korumuş, iftiralara karşı O’nun üzerine lütuf ve ihsanını indirmiştir. Örneğin, Tur Suresi 29. ayette Rabbimiz şöyle buyurmuştur: “Ey Resulüm, Sen irşad ve nasihatine devam et! Sen, Rabbinin ihsanı sayesinde kâfirlerin iddia ettikleri gibi kâhin de değilsin, deli de değilsin.” Yine bu minvalde Kalem Suresi, 51. ayette şöyle buyrulmuştur: “O kâfirler Kur’an’ı işittikleri zaman neredeyse Seni gözleri ile devireceklerdi. Bir de durmuşlar ‘o bir deli’ diyorlar.”
Bu ve benzeri ayetler ve rivayetlerde karşımıza çıkan pek çok hakaret ve suçlamanın sebebi, Resul-ü Zişan Efendimizin (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) döneminde yaşayan çoğu insanın kendi gelenek-göreneklerinden, atalarından miras kabul ettikleri ideolojik ve sosyolojik kabullerden ayrılmayarak inatla hakikatin üzerini örtme çabalarıydı. Çıkarlarından heva ve heveslerinden asla vazgeçmemiş, kendi nefislerini aşarak tabiri caizse tabloya burunlarının ucundan bakmaktan vazgeçip İslâm’ın hayatlarına müdahale eden emir ve yasaklarını kabullenememişlerdir. Müşrikler kıskançlık, düşmanlık ve kibirlerinden dolayı kendisine deli demişlerdi. Oysa onlar da Peygamberin aklı başında ve hakkaniyetli bir mütefekkir olduğunu kesin olarak biliyorlardı.[2] Tek yapmaları gereken kafalarını kaldırıp tabloya uzaktan bakabilmekti. Fakat burunlarının ucuna odaklanmak onları kör hâle getirmişti.
Bu çerçevede inanmayanların sözlerine karşı Allah Teâlâ Resulü’nü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) her zaman onaylamış, O’nun âlemlere rahmet ve uyarıcı olduğunu çok yüce bir ahlâk üzere gönderildiğini zikretmiştir. Yine Saffat Suresi, 35-37. ayette Rabbimiz şöyle buyurmaktadır: “Deli bir şairin sözüne bakarak biz hiç ilahlarımızı bırakır mıyız, olacak iş mi bu?’ derlerdi. Hayır! O, deli değildir. O size gerçeğin ta kendisini getiren ve bütün peygamberleri tasdik eden bir resuldür.”
İbn Acîbe, tefsirinde bu ve benzeri ayetlerle ilgili şöyle söylemektedir: “Eğer biz, Kureyş kâfirlerinden inatla mucize isteyenlere gökten bir kapı açsak da oradan yukarı çıksalar, gün boyunca oradaki acayiplikleri görseler, yine yalanlarlardı. Yahut oradan melekler çıksa ve onlar melekleri seyretseler, aşırı inatlarından ve hak konusundaki şüphelerinden dolayı şöyle derlerdi: ‘Gözlerimiz boyandı, şaşkınlığa düştük, içinde düştüğümüz sihirden dolayı olayı tam olarak göremedik, daha doğrusu bize büyü yapılmıştır; Muhammed bize büyü yaptı!’ Onlar, diğer mucizelerin ortaya çıkışı anında da böyle demişlerdir.”[3]
Amelleriniz Boşa Çıkmasın
Zira o kâfirler, anormal olarak vasıflandırdıkları Efendimizi (Sallahu Aleyhi ve Sellem) kendi heva ve heveslerinin önüne geçerek yani bir diğer ifadeyle kendi benliklerinden, kendi norm ve gerçeklerinden uzaklaşarak anlamak istememişlerdi. Eğer hakikat perdesini aralamak isteselerdi, Allah Resulü’nün (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) bizatihi Allah tarafından onları uyarmak için gönderilen elçisi olduklarına şahitlik edeceklerdi.
Heva ve hevesten ve inattan arınmış bir kalp için Allah Resulü’nü (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) o kalbin sultanı yapmaktan kim alıkoyabilir! O ki Allah Teâlâ’nın kendi ismini ismiyle birlikte zikrettiği ve “Habibim!” dediği, ahlâkın tamamlayıcısı olarak vasıflandırdığı bizzat İnşirah Suresi 4. ayette “Biz Senin şanını yüceltmedik mi?” ifade buyurduğu bir kandil, bir Sirâc-i Münîr’dir.
Pek çok ayette Allah Teâlâ Resulü’nün (Sallallahu Aleyhi ve Sellem) şanını yücelttiği gibi O’na tabii olmayı da müminlere emretmiştir: “Ey iman edenler! Allah’a itaat edin ve Peygambere itaat edin ki amellerinizi boşa çıkarmayın!”[4], “And olsun size kendinizden öyle bir peygamber gelmiştir ki sizin sıkıntıya uğramanız O’na çok ağır gelir. O, size çok düşkün, müminlere karşı çok şefkatlidir, merhametlidir.”[5]
Sonuç Olarak
Ey istikameti hayatına ilke edinen okuyucu, yolculuğun esnasında önüne çıkan kişi, olay ve olgulara kendi benliğinden uzaklaşarak nefs, heva ve hevesleri aşarak Allah ve Resulü’nün ölçüsüyle nazar kıl, sadıklarla ve ahlâklı insanlarla birlikte ol ki onların behresinden sen de nasiplenesin! Hikmetle davranarak inadı, toplumsal kabulleri, atalarının dinini bir kenara koyup Allah Resulü’ne iman eden Ashab-ı Güzin’i kendine önder eyle! Kendi benliğinde boğulan, vesvese, inat ve cahilliğinden adeta kendinden başkasının ne dediğini işitmeyen Ebu Cehillerden olmaktan Rabbine sığın!
Mualla Namlı
Hüma Dergisi, Sayı:19
[1] Behre: Kısmet, nasip
[2] İsmail Hakkı Bursevi, Ruhu’l Beyan, c. 22, s. 77
[3] İbn Acîbe, Bahru’l Medîd, c. 4, s. 707
[4] Muhammed Suresi, 33
[5] Tevbe Suresi, 128