İslâm dairesi içerisinden çıktığı düşünülen farklı görüş ve akıl yürütmeler, kimileri tarafından, “Ne güzel işte, düşünüyoruz, eskiden de düşünürdük” ve benzeri cümleler ile teşvik ve romantize ediliyor. Hatta bu görüşler temel akideleri sarssa bile, “Bir dakika, konuşsun, bakın ne güzel konuştu, farklılıklarımızla büyüyeceğiz, sen de ilim adamı ol da cevap ver” denerek neredeyse -epeydir beklediğimiz- “İslâm rönesansının” ilk adımları olarak algılanıyor (veya hüsn-i zan buyuruluyor).
Sözün en güzeli net ve süssüz olanıdır. Bu hüsn-i zann’ın büyük bir yanılgı olduğunu söylemek isterim. Sebebi de net bir şekilde tarihe (ve siyasi arka plana) dair bilgi eksikliği… Düşünce ve akıl yürütmeye dair naftalin kokulu özlemin öznesi, malum ki 8,9 ve 10.yy’ın Abbasi İslâm İmparatorluğu’dur. Peki, Abbasi’yi Abbasi yapan, İslâm İmparatorluğu’na o şaşasını yaşatan düşünceye verdiği ehemmiyet midir? Açıkçası bu soruya detaylı bir cevap aramak başka bir yazının konusu. Ama Abbasi şaşaasının, Emevi ve Türk/Arap/Acem gazileri asabiyesinin oluşturduğu temel üzerine oturduğunu bilmekte fayda var.
Abbasi İmparatorluğu en güçlü dönemini yaşadığında Roma/Bizans, Emevi döneminde gerçekleştirilen gazi akınlarıyla (bunlardan biri çok meşhur Battal Gazi’dir) oldukça zayıflatılmıştı. Sasaniler de zaten sırra kadem basalı epey olmuştu. Haliyle Abbasi elindeki bu siyasi tekel, tevhid ve asabiyeyi mesele olmaktan çıkarmıştı. İster istemez gene İbn Haldun’a başvuruyoruz. Medeniyetin kendi kendini yemeye başladığı bir döneme girilmişti. Elbette bu dönemde girişilen entelektüel çabalar (çeviri hareketleri misal) inkâr edilemez. Ama asabiyenin iç mücadelelere yöneltildiği, tevhidin neredeyse -siyasi güç nedeniyle- unutulduğu bir dönem (tevhid meselesinin önemine değineceğim) yaşanıyordu. İbtidai Acem, Irak-ı Acem, heterodoks Suriye ve Antik Yunan inançları, tuhaf akıl yürütmeler ve fırkalar ile kendisine İslâm çerçevesi içerisinde alan bulma ve sızmaya çalışıyordu. İşte, “Ne kıymetli, herkes düşünürdü, düşüne düşüne allame olmuştu” denen dönemin arka planı bu -siyasi- kavgadır ve en önemlisi Abbasi şaşaasını beslemek bir yana içten içe yemiştir. Ama müspet olarak baktığımızda içtihadı güçlendirmiştir.
Zamanla Makedon Hanedanlığı ile Bizans yeniden kendine geldi. Yani Roma geri döndü. Anadolu’yu ve hatta Suriye’nin bir bölümünü geri aldı. Abbasi yerel hanedanlıklar eliyle parçalandı. Fatımiler ortaya çıktı ve Halife, Buveyhi denen bir Şii hanedanın kontrolü altında yaşamaya başladı. Peki, Abbasiler bu cendereden nasıl çıktılar, daha çok düşünüp, daha da akıl yürüterek mi? Hayır, Selçuklu ile asabiyenin geri dönüşü sayesinde çıktılar. Tuğrul Bey Bağdat’a girdi ve Buveyhi Hanedanlığı’nı yıktı. Alparslan döneminde de Fatımiler Mısır’a sıkıştırılırken neredeyse bütün yerel hanedanlar Türk sultanına bağlandı. En önemlisi vahye iman ve ehl-i tevhid olmanın önemi -akıl yürütme yerine- yeniden anlaşıldı. Buradaki kırılma Gazali ve felsefe ile kavgasıdır.
Türk sultanı çatısı altında siyaseten ‘birleşmiş’ İslâm coğrafyası, felsefe yerine tasavvufun hakimiyetine sahne oluyordu. Fakat bu sefer Şii akideler güçlenmişti. Daha doğrusu iptidai akıl yürütme ve inançlar, kendisine siyaseten Şii akideleri manipüle ederek alan açmaya çalışmıştı. Alamut’un “havası, suyu güzel” diye seçildiğini sanmayın. Güney Hazar Bölgesi iptidai İrâni inançların hala güçlü olduğu yerlerdi. Selçuklu bu noktada, Pers İslâm geleneğine (merkeziyetçiliğine) yaslanarak (yani Sasani devlet aklını ithal ederek) çare aradı. Buradaki kırılma ise bilge vezir Nizamülmülk ve Nizamiye Medreseleri’dir. Medreseler eliyle fıkıh ve tasavvuf mezcedilerek Selçuklu coğrafyası dev bir Nişabur’a dönüştürülmek istendi. Çünkü yaşanan ayrımların kaynağının Fatımiler’in kendi medreseleri eliyle oluşturmaya çalıştığı medeniyet olduğu düşünülüyordu. Oysa ki asıl sorun taşra bölgelerine gönderilen Dailer ve bunun üzerinden yaratılan heterodoks asabiyesiydi (Haşhaşiler). Anlaşılamadı.
Pers İslâm merkeziyetçiliği ile tutkal olmak isteyen Selçuklu hanedanları -Sezai Karakoç’un deyimiyle- bir zeytin altı medeniyeti oluşturmayı başardı ama asabiyeye karşı da kırılgan hale geldi. Fakat bilhassa kentlerde önemli alimler yetişti ve tevhid ile vahiy kabulüne dayalı bir İslâmi model oluşturuldu. Tasavvuf inkar edilmiyor ya da fıkıh tasavvufa kurban edilmiyor ama -şehirli Selçuklu’nun kurumsallaştıramadığı- tasavvufun güçlenmesi ister istemez başka kapıların aralanmasına vesile oluyordu. İptidai inançlar bu sefer tasavvuf adı altında tevhide kastetti. Türkler’in bu noktada şansı Kur’an ve sünnete tabi ehl-i tevhid mutasavvıf Ahmed-i Yesevi’dir. Velhasıl, Sühreverdi’nin bu konuda net uyarıları oldu. Şehirlerden, kaynağı Kur’an ve sünnet olmayan tasavvufa karşı reddiyeler yükseldi. O yıllarda sadece Anadolu coğrafyasında güçlü olan Selçuklu’nun taşrasında, tasavvufi bir akım olarak Babailer kendini gösterdi. Tam bir heterodoks ya da iptidai felsefi hareket diyemesek de Babailer, taşranın Selçuklu’ya karşı güçlü bir isyanıydı. Selçuklu’nun Büyük Nişabur projesi taşraya ulaşamadan Moğol akınları ile son buldu.
Şimdi karşımızda bir cendere daha oluştu. Moğol hakimiyeti ile sarsılan İslâm coğrafyası yeniden nasıl ‘birleşecek’ ve asabiyesine nasıl kavuşacaktı? Daha da düşünerek herhalde… Tabii ki hayır. Tasavvufi hareketler -tarikat adıyla- kurumsallaştırıldı. Daha evvel şehirlerden dışlanan ve uçlarda açıkçası ilmen yetersiz ribatlara terk edilen gaziler, tekkeler etrafında birleşti. Gazi-eren dediğimiz figür ile tanıştık. 13.yy’da kendini gösteren tarikatlarda zat, sıfat, miraç, vahiy, insan-ı kamil gibi kavramlar ve ıstılahlarda sarsılmaz bir birlik anlayışı vardı. Ayrımlar ancak usuldeydı. Osman Gazi örneğin bir Vefai şeyhi olan Edebali müridiydi. Batı Anadolu beyleri ekseriyetle Mevlevi’ydi. Uc gazi erenleri ile İslâm asabiyesine kavuşmuştu. Tekkeler de ehl-i tevhid şeyhler vasıtasıyla ‘birlik/tevhid’ fikrinin bütün İslâm coğrafyasına ‘vahye koşulsuz iman’ ile yayılmasını sağlıyordu. Şehirde medreseler eliyle yayılan ve bir medeniyet fikrine dönüştürülen ‘vahye iman’ aklı, Moğol saldırıları sonrası tekkeler eliyle taşraya da ulaşmış ve iptidai inanç ve akıl yürütmelerin önünü kesmişti. İbn Arabi’de en güçlü açıklamalarını gördüğümüz zat – sıfat ayrımı (Hu O’dur ve tecelli öncesi de zat olarak vardır. Varlık ancak O’nunla kaimdir ve sıfatlarının tecellisi/yansımasıdır) vahiy meselesini de bir tartışma olmaktan tamamen çıkarmış ve irşad sürecinin temel öğretisi hâline gelmişti. En önemlisi irfanın kadim olduğu ve saptığı inancıyla iptidai inançlar tekkeler içerisinde eritilmek istendi ve eritildi.
Sonuç olarak: Tarihimiz, akla iman ile akıl yürütme arasındaki farkı anlayabileceğimiz kadar uzun. İsteyen akla tapsın, isteyen düşünsün, istemeyen düşünmesin. Ama bunu -biraz tarihe bakarak ve ders alarak- kurtuluş reçetesi olarak sunmasın. İslâm’ın -siyasi- hurucu her zaman, tevhid – vahye iman ve asabiye eliyle olmuştur. Felsefe tâli meselemizdir.